Manto

Ev havasız ve loştu. İnsansız gibi sanki. Montumu çıkartıp ayaklı portmantoya astım. Bir süre dikildim, portmantoya bakıyordum. Çocukluğumdan beridir yeri değişmemişti. İçimden geri dönüp kaçmak geliyordu.

Zile bastım. Apartmanın girişinde bekliyordum. Bir daha bastım. İçimden ağlamak geliyordu.

Kapıyı sen açmayacaksan kim açacak ki…

Gözlerim yanmaya başlamıştı, oradan koşarak uzaklaşmak istiyordum. Ama yok görev insanıyım ya ben, bırakıp gitmem, gidemem.

Hatırlıyor musun üniversiteden sonra Londra’ya gitmeye karar vermiştim, yüzün solmuştu. Yüzüne bakmayı o kadar çok severdim ki en küçük bir gölgeyi bile hemen görürdüm. Yüzün gölgelenmişti.

Hakkındır, demiştin. Git gidebiliyorken…

Bileti iade etmiş, bavulu boşaltmıştım.

Zile bir kez daha bu sefer uzun uzun bastım. Bu kadar insanın hepsi birden kaybolmadılar ya, ne işleri var da açmıyorlar. Birbirlerini mi gırtlakladılar acaba, sanmam o zaman yine de biri ayakta kalırdı.

Derken kapı açıldı. Kıvırcık gri beyaz saçları, çilli yüzüyle Gülsüm karşımda duruyordu.  “Arka tarafa bakmadık daha…!’’

Bana değil de başka birine cevap verdiği belliydi. Beni görünce duraladı. Yıllar sonra bir tek dün bir araya gelmiştik. Birbirimizi görmeye hazır değil miydik? Hazırlıklı mıydık?

Olanlara…

O şaşırınca ben de şaşırdım.

A sen mi geldin…

Cevap vermedim, ayakkabılarımı çıkartıp içeriye girdim. Elimdeki alışveriş poşetlerini oracığa bıraktım. Avuçlarımın içine poşetin izi çıkmış, üşümüş ellerim. İç çektim.

Ev havasız ve loştu. İnsansız gibi sanki. Montumu çıkartıp ayaklı portmantoya astım. Bir süre dikildim, portmantoya bakıyordum. Çocukluğumdan beridir yeri değişmemişti. İçimden geri dönüp kaçmak geliyordu.

Kim geldi sabah sabah, dedi biri içeriden. Büyük olan. Sinirli sinirli. Başka türlü konuşmayı bilmez. Sevindiğini hiç görmedim, bir şeye güldüğünü. Beni görünce duraladı.

A sen mi geldin.

Beni görünce şaşıranlara biri daha eklenmişti. Aynı şekilde şaşırıyor olmaları tuhaftı. Aynı şekilde bakıyor olmaları. Cevap vermedim. Portmantoyla vedalaşıp odaya geçtim. L koltuk, tekli koltuk, pencerenin önünde duran yemek masası, sandalyeler. Duvarda ben çocukken yaptığı tablolar. Bir denizde açıktan koyuya dönen bir maviliğin, yeşilliğin ortasında kocaman kırmızı bir kayık. Diğeri sadece ağaçların gövdelerinin göründüğü bir resim. Ağaçların arasında solgun güneşin huzmeleri. Bir tanesi çivisinden çıkartılıp yere indirilmiş, kendi içinde döner gibi duran bir dünyayı resmettiği tablo bu. Her şeyin başladığı noktaya doğru döndüğü nesnelerle dolu olan. En sevdiğim. Ortasında belli belirsiz bir ev, iyice flu. Yer gök karışmış ağaçları, kuşları, bulutları katmış önüne rüzgar. Tatlı pembeler, maviler, hafif turuncular, hafif turkuazlar. Hafif. Ağırlığı olmayan düşsel bir dünya. En kenarında bir kız çocuğu beli belirsiz. İmzası zarif.

Tabloya baktığımı görünce,

Çivisi düşmüş, ondan yerde, dedi büyük olan, büyük ablam Nurcan.

Yalan söylediği sesinden belliydi. Çiviye baktım duvarda paslı. Ses etmedim. Gidip balkon kapısını açtım önce sonra dönüp köşe lambayı yaktım. Soğuk hava doldu içeriye. Lambaderden yayılan sarı ışık içeriyi yumuşatır gibi oldu. Olmadı. Koltukların üzerine örtü örtmüşler. Sorar gibi baktım. Onlar bana değil birbirlerine bakıyorlardı.

Koltukları niye örttünüz,

Cevap Gülsüm’den geldi.

Kolları çok eprimiş, gelen gidene ayıp olmasın dedik. Bir de oturup kalkıp kirletecekler uğraşmayalım, örtü yıkamak daha kolay.

Uğraşmayacaklarmış. Uğraşmışlar mı? Uğramışlar mı?

Banyodan çıkan Filiz geldi o sıra. Üzerinde misafir bornozu. Beni görünce gülümsedi.

Kapı çalınca senin geldiğini anladım, geldin madem bir çay koyaydın, çayı koydunuz mu?

En akıllıları bu ortanca olan. Mühendis ne de olsa. Kafası çalışır. Filiz’e baktım. Mutlu görünüyordu. Nedense. Bornozla oturdu koltuğa. İçerisi beyaz sabun koktu.

Buz gibi olmuş burası, kapatsanıza şu kapıyı.

Yardakçısı Gülsüm hemen koşup kapattı balkon kapısını. Gülsüm kim işine yararsa onun yardakçısı olur. Filizi seçmiş şimdilik. Burnunu yaptırmış sanki, yüzü değişmiş güzelleşmiş.

İçerden, arka odadan Selen’in sesi geldi.

Ya bir uyutmadınız insanı.

Büyük, hışımla koridora yürüdü. Kızını uyandıranlara mı yoksa kızının uyumasına mı sinirlendiğine karar veremedim.

Kalk sen de artık, millet gelmeye başladı. Yapıştın yatağa…

Millet ben oluyorum sanırım. Bana gelmeye başladılar diye çevirdim içimden söylediklerini. Mutfağa geçtim. Mavi çaydanlığı ocağa koydum. Isıtıcıya da su koyup düğmesine bastım. Elde yıkanmış bulaşıklar tezgahın üstünde duruyordu. Köşede patates soğan sepeti, baharatlar dizi dizi rafta. Tavalar duvarda askıda. Küçücük bir masa, üzerinde bir gözlük bir de pastane kutuları. Girişe bıraktığım poşetleri alıp yerleştirmeye başladım. Çavdar ekmeği, makarna, şeker, un, irmik, süt, peynir, zeytin, tereyağı, deterjan. Poşet çay kutusuna baktım. Bu eve sadece dökme çay girerdi eskiden. Demliğe beş altı tane poşet çay attım. İçsinler bol bol. Kollarımı kavuşturup tezgaha dayandım.

Bunlar içerde fısır fısır bir şeyler konuşuyor. Yarım kalmış bir iş. Belli. Ben gelince erkenden.

Baktım Filiz küçük odaya doğru gidiyor. Beyaz bornozla karanlık koridorda bir hayalet gibi ilerliyor.  

Büyüğün kızı pijamaları üstünde gözleri şişmiş, uzun saçlarını tepesinde toplamış. Çıktı geldi içeriden.

Zile o kadar basmasaydın iyiydi, sabaha doğru anca uyudum. Yastık o kadar inceydi boynum ağrıdı. Yatak da eskimiş, taş gibi.

Kapıya yaslanmış ona bakıyordum. Güzel kız aslında. Durmadan kırmızıya boyadığı saçları oyuncak bebeklerin plastik saçlarına dönmüş. Benden bir karış daha uzun. Huysuz, bu evde en son ne zaman görmüştüm bunu.

Diziye takıldım dün gece, sezonu bitirdim sabaha doğru, uykum iyice kaçtı. Daha yeni uyumuştum sen geldiğinde teyzoş.

Kırmızı saçları solmuş, turuncuya dönmüş.

Annesi gelip sarıldı arkadan, kızımı uyutmadınız, derken. Beline sarılan elleri çözüp attı Selen.

Bu da sarılmaz sarılmaz olmadık zamanlarda sevesi gelir. Anneliği tutuyor arada…

Hepsi mutfağın kapısında birikmiş bana bakıyordu. Başımı hafifçe sağa eğdim.

İçerdeki masada yapalım kahvaltıyı, burası çok dar, annem tek başına sığmaz buraya zaten, dedi Selen.

Büyüğün yüzü asıldı. Çenesi gerdanına kadar genişlemişti. Çenesini oynattı, bir şey söyleyecekti, vazgeçti. Şişmanlığından konuşulduğu zaman cevap vermez bir tek. İmaları duymazdan gelir. İçinde biriktirir en uygun zamanda harlar insanın üstüne. Kusar.

Geçti içeriye kolçaklı sandalyeye oturdu taşarak. Her şeyin önüne gelmesini sever.

Arkamı dönüp mutfağa girdim. Kahvaltıyı hazırlamaya koyuldum. Bunların konuşmalarını dinlemektense kalan başka her şeyi yapmaya razıyım. Emaye tepsiyi çıkardım buzdolabıyla duvarın arasından. Kahvaltılıkları yerleştirdim. Ekmeğin dilimlerini ızgaraya koydum. Çekmeceden masa örtüsünü alıp Selen’e uzattım. Elimde tepsiyle yürüdüm peşi sıra.

Filiz giyinmiş geldi. Makyaj yaptığını görünce şaşaladım. Kıvırcık saçlarına çantasından çıkardığı köpüğü sürmeye başladı. Avuçladığı saçlarını önce sıkıyor, bırakıyor sonra gene sıkıyordu. İstediği dalgayı bulduğunu hissedinceye kadar uğraştı. Boş tepsiyi alıp mutfağa döndüm. Bir süre pencereden dışarıya baktım. Çiçekler ekilmiş, saksılara bahçeye. Kasımpatılar, çuha çiçekleri, menekşeler. Pencerenin iç tarafında pembe sıklamen. Birkaç kedi camın önünde bekleşiyor. Onları görünce hayıflandım. Bir dahaki alışverişte kedi maması almayı hatırlamalıydım.

Arkamda Gülsüm çay koyuyordu.

Sana kupaya koyayım mı?

Benim cam kupam var, bardak dolabında onu alırım şimdi, dedim.

Gülsüm bir şey demeden yüzüme baktı bir süre.

Şu incecik cam olan mı? Ablam aldı onu, tam onun ölçüsüymüş, dünden beri sadece onu kullanıyor.

Hangi abla olduğuna karar veremedim kısa bir an. Hem ne fark ederdi ki. Bir şey demedim. Dolabı açıp kendime iri cüsseli bir çay bardağı seçtim. Sevmediklerimdendi, bu aralar kanıksamıştım bunu.

Masaya oturur oturmaz Selen konuşmaya başladı. Sezonunu tamamladığı diziyi anlatıyordu, dizi iyiymiş ama sonu dandikmiş. Sonunu yazarken aceleye getirmişler, birdenbire bitivermiş. Bittiği için üzülmemiş. Lokmalar boğazıma dizilmişti. Zaten hiç yiyesim yoktu, çatal elimde öylece duruyordum. Çayımı alıp çatalı bıraktım. Dördü birden iştahla yiyorlardı. Ayıkken sarhoşlara, tokken açlara bakmaya dayanamam. İçim bulanır. O gereksiz iştah, kendini kaybetme haline sırtımı dönesim, kalkıp gidesim gelir.

Selen hala konuşuyordu, siz ne arıyordunuz çekmecelerde. Hepiniz bir yandan hazine avına çıkmış gibi. Yatak altlarına, dolap içlerine, bakmadık yer bırakmadınız. Bulabildiniz mi aradığınızı kızlar?

Bakın bu televizyonla kurutma makinesi benim ona göre, hepinizin evinde var. Hiç sulanmayın. Yepyeni duruyorlar. Koltuk moltuk pert olmuş, çocukluğumdan hatırlıyorum bunları, beş para etmezler atalım gitsin.

Nurcan, Gülsüm, Filiz bana bakıyorlardı. Ben onların üstünden duvardaki fotoğrafa baktım. Gülümsüyordu, başı hafif sağa eğilmiş. Benim aldığım desenli ipek başörtüsü başında.  Başını dik tuttuğunu hiç görmemiştim. Gülerken bile hüzünlü. Bunları çocuk diye doğurduğuna üzülüyordur.

Bir anne ancak çocukları mutluysa mutlu olur demişti bir kez. Dışarda yiyelim diye ısrar etmiştim o gün. En sevdiği pizzacıya gitmiştik. Memnun musun, mutlu musun diye sormuştum kendimden hoşnut. Annemin cevabı cam kırıklarını yutmuşum gibi hissettirmişti bana. Ağzım yüzüm kan oldu sanmıştım. Bu kadar çocuk doğur sana sadece keder getirsinler demişti. Bir sen varsın işte. Senin işin de beni taşımak oldu demişti. Gözlerinin iyice görmediği zamanlardı, resim yapmayı yıllar önce bırakmış. Hala sevdiğim o boya kokusu üstünde sanki.

Oradan çıkınca Baylan’a gitmiştik. Ben çocukken o beni götürürdü ayda bir kez.

Çapkınlık yapalım beraber, derdi. Hüzünle gülerdi. Ben onu seyrederdim. Omuzuna attığı beyaz hırkayı, içinde yeşil hareler olan gözlerini, usturuplu bir şekilde hafifçe bağlanmış örtüsünün kenarından görünen kumral saçlarını.

Gecikmeyelim, namaz kaçmasın, derdi sonra. Dolmuşa yürürken sıcacık eli elimde. Yıpranmış Desoto’lara binmek için durağa geldiğimizde “inşallah sıramız geldiğinde öne otururuz’’ diye dua ederdim. Bu kadarcık. Allahtan en büyük isteğimin bu olduğu zamanlar.

Filiz omuzumdan dürttü. Eli ağırdı.

Kızım nerelere daldın, çık gel neredeysen. Annemin örtülerini aradık konu komşuya verelim duada diye, bak sakın aklına başka bir şey gelmesin.

Tuhaf mırıltılarla onayladı diğerleri de. Tam bir şey diyecektim ki kapı çaldı. Kapıyı açtığımda yedinci katta oturan Rabia eteklerine yapışmış kızıyla birlikte içeri girdi. Girmesiyle sarılması bir oldu bana,

 Münevver babaanne seni çok severdi, hep seni anlatırdı. Onun yeri ayrı derdi.

Kadının sıcaklığı göğsüme başıma yayıldı. Kızı hem anasına hem bana sarılmıştı şimdi.

Sarmaşık olduk biz, dedi küçük kız.

Sümeyye bırak ablayı annem, dedi Rabia uzun etekleri yerleri süpürüyordu…

Ablalar salonun kapısında birikmiş bizi izliyorlardı.

Büyükten ımmh diye bir ses çıktı. Manzarayı beğenmediğini açıkça söylemişti yine. Rabia içeri girerken, Çay koyuyorum sana dedim. Büyük peşimdeydi. Rabia kapıda.

Bu saate niye geldi ki bu, daha kahvaltımız bile bitmedi, dedi duyulan bir sesle. Utanmadan.

Git bitir madem, diğerleri de gelir artık, dedim. Çabuk ol. Hala yemek derdiniz. Ablalar bilir sanırdım böyle şeyleri.

Annemin odasına gittim. Yatağına oturdum. Biri yatmış ceviz karyolada. Utanmaz biri.

Kapısının arkasında duran mantosuna takıldı gözüm. Kalktım, alıp giydim. Bordo manto annem kokuyordu. Elim cebine gitti. Bir kese. Açtım benim vesikalık fotoğrafımın altında bir beşi bir yerde ve elmas küpeleri bana bakıyordu.

- Advertisment -