Ana SayfaManşetMarx ve arkadaşları mahallede

Marx ve arkadaşları mahallede

“Yerli malı, yurdun malı /Herkes onu kullanmalı” sloganıyla büyüyen, kreasyonlarını Sümerbank’tan yaratan, ilk “Hot Dog”u Et ve Balık Kurumu sosisleriyle deneyen kurumsal bir kuşağın utancıyla aniden öğrendik ki meğer “cola” emperyalizmmiş. Hele o “teneke cola”lar…

Gazoza dair üçüncü yazımda, insicamı zorlasam da “cola”ya yer vermem gerekiyor. “Gazlı içeceklerde ideolojinin önemi” üzerine siyasi tespitlerimi öncelikle araya sıkıştırmalıyım ki, ömürlük yazı dizimde tarafım peşinen belli olsun; yanlış anlaşılmaya, sosyal medya sonrası stres bozukluğuna yol açmasın.

Gazoz, meşrubat kapağına geçen hafta değindiğim “Kızılderilicilik-kovboyculuk” savaşları ya da kısaca “Komen”deki bağlılığımız, çocuklukta ve erkeklerde makul karşılanan her ihanet gibi geçici oldu. Az büyüyüp, savaşımız, düşmanlarımız kostüm değiştirdiğinde, gazozu olmasa da selefi “cola”yı bir anda karşı safta bulduk zaten.

Olacak iş değil… “Yerli malı, yurdun malı / Herkes onu kullanmalı” sloganıyla büyüyen, kreasyonlarının kumaşını Sümerbank’tan derleyen, namını henüz almamış “Hot Dog”u Et ve Balık Kurumu sosisleriyle deneyen (¹) kurumsal bir kuşağın utancıyla öğrendik ki meğer “cola” emperyalizmmiş.

Bunu, önce ODTÜ’nün servis otobüslerine sızıp ODTÜ Eymir Gölü’ne yüzmeye gittiğimizde hissettik. Badi badi binerken şoför otobüse almayacak gibi olursa, o barikatı oturaklı abilerin “Bırak binsin çocuklar…” sözüyle aşmamız, sempatizanlığımızın ilk evresidir. İltifat ederler, şakalaşırlar, takılırlardı bize. “Sokak çocuğu”yduk, onlar da severdi sokağı. Gölde göz kulak olmayı da ihmal etmezlerdi. Marşlara, 47’li o efsane abilere ilk orada eşlik etmeye başladık.

En zorlu oryantasyon bizi Eymir’de bekliyordu. Gölde yüzüp, kumlarda ağnandıktan sonra susayıp büfeye gittiğimizde bir baktık, ne Cola ne de Pepsi var. Büfede “emperyalist meşrubat” yasak. Yerine, adını sanını duymadığımız (duymazdan da geldiğimiz) rengârenk yerli taklitleri, çakmaları… Gazı desen gaz değil, rengi desen renk değil; tadını, “müseccel marka”sını, kapağını, logosunu, reklamını filan hiç demeyeyim. İdeolojimiz, bünyemiz sarsıldı biraz. Elbet “Yankee Go Home” da… Giderken “cola”yı burada bıraksalar kıyamet mi kopardı?

Fruko polis, Facit faşist… 

Çok dert etmedik, “cola” Komintern’e çaktırmadan içilebilen bir şeydi sonuçta. Hemen ardından gazoz, yeşil şişeli Fruko’yla siyasi terminolojimize de girecekti. Yeşil üniformalı Toplum Polisleri Fruko kamyonlarıyla aynı “dağıtım” araçlarına bindikleri ve beyaz miğferleri tasviri, kapağı tamamladığı için onlara da “Fruko” demeye başladık. Beyaz fiber miğferleri ve koyu yeşil aba paltoları nedeniyle, “yoğurtlu ıspanak” diyen ulusalcı hizipler de oldu… Ömrü Facit marka hesap makinesiyle muhasebede geçen kıymetli Talat Amcamız gibi, kamusal işyerinde sürekli “getirin şu faşist”i diye âleme laf çarpan kanaat önderlerimiz de.

Öyle kuşaktık ki, hayatın sürprizleri, emperyalizmin fettan cazibesi tükenmiyordu bizim için. Durmadan sınıyordu bizi… Siyah-beyaz TV’ye alışamadan renklisi; plağı, kaseti tasfiye edemeden CD’si; Betamax’a VHS’ye doyamadan VCD’si; ping pong’da kalfalık döneminin keyfini süremeden Commodore 64’de “ding ding” oyunu ile tanıştık, kısa ama İlk ve Orta Çağ’dan uzun ömrümüzde. Hele otomattan pat diye düşen buz gibi “kutu cola”lar!

Bizim kuşağın terminolojisiyle “Teneke Cola”yla tanışmamız yaşıtlarımızdan erkendir. “Her bi şey”le erken tanıştık esâsen. O nedenle hiçbir şey bize “erken” gelmedi. İlk kutu kolayla, Lise 1’de basket maçları vesilesiyle gittiğimiz Balgat Amerikan Üssü’nde (Tuslog) karşılaştık. Amerikan Üs’temlekelerindeki High School’ların araya iki Türk lisesini de (Cumhuriyet ve Atatürk liseleri) katarak azıcık “yerel”leştirdikleri basketbol turnuvasında…

Başka ülkeye ilk seyahat

Burnumuzun dibinde olduğu için fazla “yurtdışı” sayılmasa da, başka bir ülkeye ilk seyahatimizdi. Emperyalist güçlerden önce otomatları karşıladı bizi. Anında toplandık, üstünde çeşit çeşit sade-meyveli gazoz, cola etc. markalarının “Come on” dediği otomatın başına. (Komen yine çıkmıştı karşımıza, hep çıkacak.)

Ancak bugün de olduğu gibi TL ile çalışmıyor emperyalizm tabii. Özgüveni “tam bağımsız” olanlarımızın elinde TL’lerle, kısaca “Change, change?” nidasıyla topladığı Cent’lerle çullandık makineye. Bozduman namıyla anılan doğuştan yerli girişimci arkadaşımızın meşrubat otomatında değersiz Türk kuruşları, düğme gibi bulabildiği tüm yuvarlak nesneleri ısrarla denediğini iyi hatırlıyorum. Ama yemiyordu emperyalizm. Ondan faydalanmak için “ağzına layık” olmanız lazım.

Aramızdaki kültür farkını da o otomatta kavradık. Bizde bir şeyi parmakla göstermek çok ayıpken, onlar işaret parmağını basıp istediğini alıyordu. E.T.’yi seyrettiğimizde her şeyi iyileştiren sihirli işaret parmağına ondan şaşırmadık. Büyüyünce parmakla daha neler neler yapıldığını öğrenmek de tuhafımıza gitmedi (iPhone’u kast ediyorum).

Meşrubat çeşidi çok olunca, insanın aklı karışıyor biraz. O hengâmede yenilikçi-deneyelimci olanlarımızın bahtına 7 Up gazoz, “cola” yerine “tonic” düştüğünü suratlarını buruşturmalarından anladık. “Bedava mı sandın, para virdim aldım” makamından içtiler mecburen. Hükümet yanlısı (Milliyetçi Cephe) şarkılar da emperyal içecekleri övüyordu o günlerde: “Kadehinde zehir olsa / Ben içerim bana getir / Bakma canım yandığına / Sorma benim hâlim nedir…”

O piti piti, karamela sepeti

Oturduğumuzda sürprizler silsilesi, her masada sıkılan plastik şişelerdeki ketçap, hardal ve mayonezlerle, Hot Dog’lar, Burger’larla devam etti. Yine ilkler… Centleştirdiğimiz birer hamburger bitince… Ketçap, hardal, mayonezleri sevgili arkadaşımız müstakbel Dr. Suha’nın tavsiyesiyle -ağzımıza sıkarak- boş boş da denedik; o da “cola” gibiydi. Her şeyle iyi gidiyordu yani. Hem aç da kalmıyordun emperyalizmde. Hava bedava, bulut bedava, ketçap, hardal, mayonez bedava…

Lojistiği sağlam emperyalizmin sürprizi bitmez. Karnımız doyduğunda (gaz doygunluğu/şişkinliği), ömür boyu unutulmayacak “American Beauty” sahnesi bekliyordu bizi. Maçlarda mini minnacık etekleri, bir örnek soket çoraplarıyla amigo kızların zıp zıp zıpladığı “Komen” danslar yerleşti belleğimize. Bizim takımı “Hey baba hindi” destekleyen taşımalı/liseli erkek taraftara kıyasla zaten kâinat güzeliydiler de, koreografileri, melodileri de bizden iyiydi biraz.

“Amigo (Pon Pon) kızlar” meselesi, dönemin “Hey amigo”suyla, yani Lee Van Cleef’in 1969 yapımı “Ehi Amico… C’e Sabata, Hai Chiuso!” filmiyle karşılaştırılmasın. Gerçi “Hey ahbap (Hişt yavrum), işte Sabata, işin bitti” manasındaki çevirisiyle o yaygın repliği her ortamda kullananlara da rastlanır. Bilmeyenler için “Basketball girls dance”i ise Türkçe’ye “O piti piti, karamela sepeti, terazi lastik, jimnastik” mealinde armağan edebilirim.

Amerika it, evine git!

Amerikan Üssü’ndeki Harikalar Diyarı, akşamına tesisteki Disco’yla arşa erdi.  Eh, fonda Armstrong & Fitzgerald’ın “Heaven, I’m in heaven… As dancing cheek to cheek”iyle, cennetti tabii. Kore Savaşı ve mahalledeki Komen Muharebeleri’nin ardından yine kaynaştı merkez ve periferi (perilere inanan) ülkeler. Bütün bunları, bütün bunlara rağmen yine de sosyalist, komünist olduysak, ne fedakârlıklar pahasınadır bütünüyle kavrayınız diye anlatıyorum. Her kuşak yapamaz. (Bizden sonraki nesiller zaten literatürde “ibrişim (ipekten) kuşak” olarak anılır.)

Gerçi inceden bir ayar çektik, dürüst olmam gerekirse. Tüm emperyalizmi önümüze koyup, durum saptaması yaptığımızda… Zihnimizdeki güncel Manifesto’ya açıkça muhalefet şerhi koymasak da, bu mevzulara değen “Ek”leri gözden çıkarılabilirdi bal gibi, gazoz gibi. Tefsirinde sanıyorum bir tek oraları es geçtik.

“Amerika it, evine git” sloganını oryantal ritmiyle atan -şaka yapmıyorum gerçekten- PDA’yı, Doğu Perinçek’i ondan sevmedik. Ama çevirmeciliğinin hakkını vereyim, “Yankee Go Home”u TDK’nın ihtiyar heyetine versen, güftesi, makamıyla böyle -öz be öz- Türkçeleştiremez. Neyse… Bize Perinçek’i gösteren kader, mahallenin yarısını ta Arnavutluk’tan Enver Hoca’ya razı etti diyeyim.

Karşımızda ilk kez gördüğümüz Kutu Cola’lar, farklı gazozlar, Burger’lar, Nescafe’ler, atıştırmalıklar, Bluejean’ler, Converse’ler, “Cheek to cheek”ler dururken o kadar fedakârlık biraz fazla, hiç bir şeyi erken bulmayan bizler için bile çokça erkendi. Mahallede Troçki’nin “sürekli devrim”inin iflası, “aşamalı devrim”in, “Önce Üs’ler kapatılır, ‘cola’nın, ‘jean’in filan tasfiyesi en sona, Türkiye’de kimbilir ne zamana kalır…” tefsiriyle benimsenmesindendir (kızıl kafalı filozof Georges Politzer’den ziyade ulusal “Ölme eşeğim ölme” felsefesinin temel ilkeleri).

Meyveli gazozun faz çalışmaları

Emperyalizmde gazlı içeceklerin önemini biraz daha açmak istiyorum. Koladan önce ülkemizde gazozu renklendirme çabaları, faz çalışmalarının “sınama-yanılma” metoduyla yine üzerimizde denendiği bir dönemi ortaya bırakıyor. Bulanık portakalımsı turuncuları, vişnemsi soluk kırmızıları, limonumsu sarı benizleriyle, anten, renk ayarı bir türlü tutmayan ilk renkli TV’leri andırırdı görünümleri.

İçilen-yenilen şeylerin üzerindeki “İçindekiler” etiketi mecburiyeti icat edilmemişti henüz (ama etiket icat edilmiş, etiketleme keşfedilmişti diye hatırlıyorum). O nedenle içilen şeylerin terkibi, “İçindekiler”i, “içincekiler”i ancak otopside, derinlemesine abdominal varsayımlarla anlaşılıyordu. Lâkin otopsi de bazen liderlere bile nasip olmayan bir ayrıcalıktı ülkemizde. Ki “tarafsız otopsi”, otopsinin sağı-solu, o günlerde hayli tartışmalıdır. Genç ölümlerin çoğunlukla “Emniyet’in 5. Katı’ndan düşme sonucu” meydana gelmesi, gereksiz Adli Tıp binalarının kapatılması, raporların meşrubat büfelerinden dağıtılması projesinin “5 Yıllık Kalkınma Planı”na girmesini yaratmıştır. 

Yine de şehir efsanelerinde adı “meyveli gazoz” olarak geçen meşrubatları sevmiştir uslanmaz gönül. Zira muasırlaşmaya, o yolda her şeyi denemeye, denenmeye ezelden uygun bir nesildi kuşağımız. Arkadaşımın abisinin, Teyyo Pehlivan’ın sırdaşı rahmetli amcasının komşusundan bizzat duyduğuna göre, “meyveli yoğurt”u bile süt tozuyla birlikte önce bizde, “Komen komen, tatli-meyveli yoghurt” diye topladıkları bebelerde denemişler. O dönemdeki bu tür “komposto teorileri”, sonradan “komplo” başlığında toplansa da tadına doyum olmaz. Ve tabii ki, “Her şeyle iyi gider”.

Soy ağacı olarak gazoz ağacı

Doğrudan kaynaklar da doğrudan onu ima ediyor zaten: “Cola şirketlerinin Türkiye’ye girmeleri de Marshall Planı’ndan sonra oldu. Coca Cola bin 109. fabrikasını Türkiye’de kurmak istediğinde, üretimi Marshall Fonu’nun öncelikler listesine alınarak şirkete kredi verildi. 1964’de İstanbul, 1968’de İzmir, 1969’da Adana tesisleri faaliyete geçti.” (²) Yani işin içinde iş, operasyonun başında yine Mareşal Cola var. Süt tozunu yaratan tanrı, neyi yaratmaz…

İstemeden siyasete girdim. Oysa bir şişe gazozdu meramım. Yazı masasına otururken bir bardak kolada ne fırtınalar koptuğu gelmemişti aklıma. Son yazılarıma bakıyorum da…  Soyağacımı bile gazoz ağacı kadar detaylı çıkarmam, böyle anlatmam mümkün değil. Gazozla kıyaslayınca ehemmiyeti, reytingi de çok şüpheli zaten. Devam edeceğim… Ömrünüz gazoz kadar uzun olsun.

BİR REKLAM/BİR REPLİK

AMERİKANİŞ GIRL AT KIRAATHANE

Tıklım tıklım dolu bir taşra kıraathanesi… Masalarda semaverler, erkek nüfus gözlerini kırpmadan, çıt çıkarmadan televizyona bakıyor. (Tutti Furutti programı mı acaba?) İçeri sarışın, hoş, ecnebi görümünde bir kız giriyor. Herkesin gözü TV’de olduğu için henüz kimse farkında değil. (Yukarıda anlattığım amigo kızlardan biri diyeceğim ama yok az Amerikan görünümlü Turkish SLX oyuncu.) “Excuse me?” diye hem ocakçı-hem garson gence seslenince, yabancı dillere filmlerden “külliyen hâkim” kalabalık başını kıza çeviriyor.

Ocakçı genç koşturuyor, “Urfa’da Oxford mu vardı” diyen hemşehrisini yalancı çıkararak, çatır patır İngilizce konuşuyor. “Velkam abla, are you Amerikaniş?” “Yes” diyor genç kız. Soruyor ne içmek istediğini, “Kafi, kahve abla?”, “No” yanıtını alınca peşpeşe sıralıyor: “Ihlamur?”, “Ti abla?”. Yok… Her Amerikalı gibi sonradan Amerikalı kız “Soğuk bir şeyler içmek istiyorum” diyor. Ocakçı sevinçler atlıyor, “Kola?”… Yine “No, no, no…”

Kızcağız anlatıyor Amerikanca, “Geçen yaz inanılmaz güzel bir şey içmiştim… Buz gibi serinletici. Çok ama çok lezzetli…” Türkçe devam ediyor; “Adı şey gibi, hımmmm Dag gibi, Ulu gibi”… “Glu, glu?” diye araya giriyor garson. Anlamayınca, kız kalkıp karşısındaki büyük buzdolabında üzerinde kocaman adı yazan, sıra sıra duran gazlı meşrubatlardan birini alıyor, kafasına dikiyor. Jetonu düşen garson “Nasıl anlamadım yahu” nidasıyla, “Tabii ya, söndür ateşini” diyor.

Eline bir de simit alan Amerikaniş kızımız, tüm kıraathaneyle birlikte meyveli gazozunu içiyor keyifle. (O an her masadaki semaverlerin aslında dönemin sigara tüketimine uygun kül tablaları olduğunu anlıyoruz.) Reklamın finali garsondan geliyor: “Gazoz ve Türk simidi vallahi turizme hizmet ediyor, bravo!”

(¹) Onların “hot dog”u varsa, bizim de kızarmış patatesli, yeşil biber-domatesli “sosis türlü”müz vardı.

(²) Gündelik Hayatımızın Tarihi, Kudret Emiroğlu. KAPAK RESMİ: American Beauty, Yön: Sam Mendes ve İkinci Dünya Savaşı yılları Coca Cola posteri, 1942.

- Advertisment -