Genç kızın Muhabbet Kuşu hastalanıyor. Veteriner, ilaç fayda etmiyor. Uğraşıyor onu yaşatabilmek için. Her gün kafesini temizliyor. Sürekli konuşuyor onunla: “Cici kuş, cici kuş…” Kuşu hasta da olsa, muhabbete sessiz kalmıyor. Yanıt veriyor zorlukla, sahibinin aynı vurgusuyla: “Cici kuş, cici kuş…”
Kafesi temizlerken zarar görmesin diye kuşu her zamanki gibi eline alıyor. İnsan temasına alışık… Kızın avucunda ona boncuk gözleriyle bakan minik bir tüy yığını. İki gram doğuyorlar. Sonra 30-40 grama ulaşıyor “ağırlığı”… Ama cüssesine oranla dev bir tıpırtıyla atan kuşun kalbi elinde. Küçücük bir yaşam kıpırtısı, nabız tıpırtısı… Bir ses, nefes.
Elindeyken kalbi duruyor küçük kuşun. Birdenbire… Gözünün perdesi iniyor. Genç kız kurtulamıyor o an yaşadığı duygudan. Avucunda sönen o kuşun bir hayal kadar uçucu, o denli hafif ama canlı temasının travmasından… Uzun yıllar bir daha hiçbir hayvana dokunamıyor. Ne de tüylü eşyalara, giysilere…
Alacakaranlık… Erkin Lokman, balkonunda sesler duyuyor. Çıktığında balkonun kuytusunda bir kıpırtı… Yakından bakıyor, bir muhabbet kuşu. Kaçmıyor, kaçamıyor. Top gibi olmuş, öylece sığınmış bir köşeye. Avucuna alıyor, tüyleri buz gibi. Kıpırdamıyor, küçük muhabbet. Sessiz, ilk kez… Sadece kalbi atıyor, kalbi çırpınıyor “muhabbet”in.
Evde bir gece yaşıyor. Ölüyor sonra… Lokman, kuşçu bir arkadaşına anlatıyor olayı. Aldığı karşılık tüyler ürpertici: “Muhabbet kuşu ucuz. Heveslenen alıyor, oyuncak niyetine. Bazıları sesinden, bakımından, kafesin temizliğinden filan sıkılınca, bırakıyor pencereden…”
Evet, “oyuncak” niyetine alıyor bazıları, o miniği. Kalbinin atışını, “kurgulu” sanıyor. Bıkınca, bir canlının bakımının “oyun” olmadığını anlayınca, salıyor dışarı. Ama o bilmiyor ki dışarısını… Kırılgan, naif, hazırlıksız. Başka memleketli… Dayanamıyor “dışarı”ya… Hemen ölüyor, yem oluyor doğaya.
Ölümü “oyuncak”tan öğrenmek
Televizyonda görmüştüm. Bulgaristan’dan Türkiye’ye kaçak olarak sokulmaya çalışan yüzlerce muhabbet kuşu yakalanmış. Kaçakçılar, “gümrükte bıcırdamasın diye” spreyle bayıltmış kuşları. Çuvaldaki kuşların yarısı ölmüş. Diğerleri gümrükte, depoda…
Haber dilinde “telef oldular” diyor sunucu… Onlara, başka canlılara “öldü”, “öldürüldü” demeyi uygun bulmuyor öyle diller. Ekrandaki görüntü hâlâ hatırımda… Yerde rengârenk bir tüy yumağı; Van Gogh’un “kıyâmet”ten önceki parlak sarı-yeşil fırça darbeleri gibi…
Ticareti yaygın; ucuz da… Satılıyor oyuncak niyetine. Olmadı sal pencereden.
Bir dönem seyyarda birkaç kuruşa satılan, mavi, fıstık yeşili, kırmızı, pembeye boyanmış civcivler misali. Bir kısmı fazla yaşamıyor zaten. Çocuklar ölümü o “oyuncak”larla öğreniyorlar. Küçük kuştan, pembe civcivden, yavru tavşandan… Hayatımızda, biraz da böyle bitiyor işte “muhabbet”ler. Ya da artık, kolayından başlamıyor.
Zeki Müren içinde beslemiş
Adı üstünde, muhabbet… Zeki Müren de onu, en kırılgan döneminde sanki içinde beslemiş. Nağmeleri, sonradan giysilerine yansıyan renkleri, sahneye ilk çıkışındaki savunmasızlığıyla… İlk taş plağının adı, Sahibinin Sesi’nden ‘Bir Muhabbet Kuşu’… 1951’de çıkıyor plağı, 20 yaşındayken.
Erkeklerinin mutlu, dışa dönük, kur yapmaya yatkın, barışçıl olduğundan söz ediyor uzmanları… Dişiler daha baskın. Biraz alışınca, başlarının okşanmasından hoşlanıyorlar. Bebekken elle beslerseniz, kolay evcilleşiyorlar.
Renklerin en tablo hallerini taşıyan tüylerine, bıcırık, sesli çağıran hallerine bakıp, kendinizi tutamazsanız… Yavaşça, özenle karnını da sevebilirsiniz. Bunaltırsanız minicik gagasıyla diklenir, kendini savunmaya çalışır. Müzikle dans etmeyi, ritmi de öğrenebilirler, zıp zıp. Kendi kendilerine… Kâğıttan bir top yaparsanız oynarlar saatlerce. İnsanlar gibi renkli görürler dünyayı.
“Konuşma”yı da beceriyorlar. Onlarca kelime, hatta cümlelerle… Muhabbet Kuşu Puck, bin 728’e ulaşan “kelime haznesi”yle Guinness Rekorlar kitabına geçmiş. Bizzat biliyorum; namı cüssesiyle, o yanlış ezberle yürüyen papağanı yaya bırakırlar bu mevzuda… Dilinizi de, sevginizi de kaydederler küçücük bedenlerine.
“Cici kuş cici kuş” diye seslenirsiniz, çağrınızın aynı vurgusuyla yineler, sanki onaylarlar. Ve yalnızlığa, sevgisizliğe dayanamazlar. Çünkü o artık “sahibinin sesi”ne, karşılıklı “muhabbet”e alışkın. Konuşur insanlar onunla, öyle canlılarla; muhabbet ölmesin, yalnızlıkları, evleri seslensin diye.
Ölmeye yatarmış muhabbet…
Kafesini açtığınızda tutunacak tek dalı, uçup konduğu sahibinin omuzu, tüneği parmakları… Altı yaşından sonra yaşlanmaya başlıyorlar. Tüylerinden seziyorsunuz başlangıçta; giderek sık uyuklamasından… Yoksa yine, hemen katılıyor size “Cici kuş, cici kuş”… Evcilleştirmiş, kafeslenmiş mutluluğunu, kıpır kıpır paylaşıyor.
Ömrü ortalama 12-13 yaşına kadar. Daha uzun yaşayanları da var, “nakil” sorunları, Petshoplarda “vitrin” hastalıkları nedeniyle birkaç günde ölenleri de… Bir gün aniden uzanıyor kafesinin dibine. Rivayete göre öleceği zamanı hissedermiş zaten, ölmeye yatarmış. Alıyorsunuz elinize, “Cici kuş?”… Konuşuyorsunuz, umutla. O da konuşuyor ama fısıldar gibi, kırık-dökük; hasta da olsa, “muhabbet”e, size uzak duramıyor. Tutunacak tek dalı olmuşsunuz onun.
Sonra susuyor… Cüssesine oranla dev bir tıpırtıyla atan kalbi yavaşlıyor. Birden duruyor avucunuzda… O küçücük hayatı, avucunuzda usulca sönüyor. Evinizden uçuşan bir hayal, farklı, kalabalık bir ses gidiyor. İsmet Özel’in dizeleri saplanıyor içinize: “Kuş öldü /küçücük bir yorgunluktu ölmeden önce.”
Zalimi “anlama”yı ister mi insan
İç sızlatan bu hikâyelerin ardında, örtülü kalan başka bir şey var. Kritik, önemli, sorgulanmaya değer bir şey… Bir kuşu satın alıp kafeste beslemek, diğer ev hayvanlarından farklı bir durumun ifadesi. Bir köpeği, kediyi sahiplenmekten, onu sokaktan, o ölümcül, o zalim şartlardan kurtarmaktan farklı.
Evin içinde serbest bıraksanız da, kafeste doğan/üretilen bir türün devamı olsa da, “uçan bir canlı”yı “konfor”u ne olursa olsun hapsetmek, o “normal”e ortak olmak… Ötesi, onu satın alarak ilk vatanı Avustralya’da özgür yaşayan bir canlı türünü kafesleyen ticari zincirin sürdürebilirliğine katkıda bulunmak… “Ama o zaten kaç nesildir kafeste doğmuştu”, “Özgürlük nedir hiç tatmamıştı ki” demek… İnsanın vicdanını rahatlatmamalı fikrimce. Ortak etmemeli…
Öte yandan… İnsanın insana yaptığını bir nebze “anlamak”, daha doğrusu nedenlendirmek mümkündür de, başka canlılara yaptığını anlamak bazen daha zor geliyor bana. Sanki nedenleri daha derinde, üstüne basmadan belki göremediği bataklığında yatıyor. Bazen pek fark etmediği yahut önemsemediği “ayrıntı”larda…
Ya sokak hayvanları? Örneklerini her an, dehşetle gördüğümüz, savunmasız, varlığını, canını, tüm hayatını size emanet eden canlılara zalimlik… Bunu “anlama”yı, potansiyelinde bazen bir tür “gerekçe” barındıran nedenselliğini anlatmayı ister mi insan? İbn(ül) Arabi’nin “İçimizdeki vahşiliği yenince, yabani hayvanlar bizimle yakınlık kurdu” sözleri o nedenle (de) çok şey anlatıyor.
21. Yüzyıl’da bir atılım daha!
Başka canlılara eziyetin, işkencenin, “bir canlı” nezdinde saymamanın zalim örneklerini sık yaşıyoruz. Kediler, köpekler daimi hedef. Bu ülkede başka bir canlıya yapılanları meşrulaştırmak kolay desem, insanın insana zulmünün, ölümcül zalimliğinin kitlesel olarak meşrulaştırıldığı dönemler bile tarih olamayacak kadar taze. Güncel örnekleri çoğu kez vaka-i adiyeden…
Hayvanları Koruma Kanunu şimdi Meclis’te… 21. Yüzyıl’da bir atılım daha! Tartışmalı yönleri, yetersiz düzenlemeleri, empati yoksunluğu hâlâ var. Uygulaması, takibi, cezalarındaki caydırıcılığı ne olur, nice olur, o da muamma henüz. Birçok yasa gibi bir vicdan, bir “insan” meselesi o da. “İnsan” deyince de duruyorsun, böyle şartlarda.
Muhabbet Kuşu 30-40 gram… Geçen yüzyılın başında bir Amerikalı doktor, insan ruhunun ağırlığını ölçtüğünü savunmuştu. Ve 21 gram olduğunu iddia etmişti. Ama insan ruhunun bir ağırlığı olsaydı, yaşadığımız örneklerde o kadarcık bile olduğunu sanmam. Ya vicdanın ağırlığı… Doğduğunda var mıdır bir kaç gram, var mıdır bir Muhabbet Kuşu kadar?
BİR ANI/BİR SANI
ÜRKÜ FIRILDAKLARI
Vaktiyle Bahçelievler’de balkonlarda birden beliren rüzgârgülleri dikkatimi çekmişti. Hemen her balkonda rengârenk, pırıltılı, irili, ufaklı… Dönüyorlardı durmadan, parlıyorlardı uzaktan. İşportada, tezgâhlarda da sık görüyordum. “Demek çok satıyor” demiştim içimden. Ne güzel… Balkonların ardiye değil “hayatlık” olduğunun işareti, o “hayat”ın süsü gibi gelmişti bana.
Çocukların en masum, en “sınıfsız”, bedava oyuncaklarından birisinin “yetişkinler”in vitrinine, yaşamına girmesinden mutlu olmuştum. Rüzgârgülünü eline alıp koşan, rüzgârını -saçları uçuşarak- kendi üreten çocuklar belirmişti hayalimde. Ya da kırmızı bir bisikletin önünde durma dönen… Aklıma Churcill’in sözünü de getirmişti; “Uçurtmalar rüzgârın gücüyle değil, rüzgâra karşı koyduğu için uçar”.
Çok safmışım. Meğer balkonlara yerleşmesi bambaşka bir amaç içinmiş. Kuşları kaçırmak için kullanılıyormuş, o rengârenk, o çocuksu rüzgârgülleri… Korkuluk niyetine. Çünkü kuşlar balkona “dadanırsa”, pisliklerinden geçilmiyormuş. Cıvıltıları baş ağrıtıyormuş. Ve çareyi bulmuş yetişkinler. Çocukluğun bir duygusunu, değerini daha yet(iş)kinleştirip rüzgârgülünü, kuşları korkutmak için ürkü fırıldağı yapmışlar. Korkuyu araçlaştırmak, kullanmak en sıradan, en sevdiği, hey heylendiği günahı insanın… Rüzgârdı, kuştu, güldü bahane.