Ana SayfaManşetMutluluğun resmini yapmak

Mutluluğun resmini yapmak

Mutluluğu çevrelerinden hiç ayrılmayan kedileri tamamlıyor. Hatta bir aslan yavruları bile var. Özlenen bir sevgi, bağlılık seziliyor aralarında. Öyle ki, onlara ithafen bir şarkı bile yapılmış. Bir fısıltı duyuyoruz: “Bu dünyevi hayat oyun ve divanelikten ibarettir”.

Kadın, erkek ve ellerinizden öper dört çocuğu çok mutlu. Pamuk babaanne de yanlarında. Çocuklar eski 23 Nisan’larda katlanan kâğıtları keserek (krigami) yapılan o ana motifteki gibi… Hepsi yan yana, aynı boyda, neşeyle, sıcacık el ele tutuşmuşlar.

Mutlular. Her hâllerinden belli… Anneyle baba hep yüz yüze, diz dize. Evin babası biraz kadınsı yüz hatlarıyla, zarif, yakışıklı. Anne, yüzünün düzgün, incecik kemikli yapısıyla dünya güzeli… Ailenin genleri hayatlarını da kuşatmış. Baktığında gözünü alamıyorsun.

Çok fiyakalılar. Epey varlıklı, aristokrat bir aile. Gösterişli, ağır giyimlerinden öte, önlerindeki masalar, sehpalar, etrafları envaî çeşit yiyeceklerle, meyvelerle, içeceklerle çevrili.  Mutfakları, reklâmlardaki tıka basa dolu buzdolabının oda versiyonu. Tabaklar, kap-kacaklar, küçük ev aletleri sarmış her yanlarını. Hepsi ortalıkta…

Biraz gösterişe kaçsalar da… Mutlu, çok zengin, güçlü, rengârenk, ayrılmaz bir tabloyu sergiliyorlar. Her yerde, her şeyde birlikteler. Çalışanlara birlikte nezaret ediyorlar. Görkemli, tarım cenneti çiftliklerinin yemyeşil podyumunda güzel mi güzel büyükbaş hayvan sürüsü geziniyor. Adam boyu, Van Gogh sarısı başaklar seçiliyor, ırgatların sürdüğü tarlalarda…   

Birlikte aile oyunları oynuyorlar. İçinde kemikten 20 küçük oyun taşının bulunduğu zarif, oymalı, ahşap oyun kutuları göz alıcı. Mutluluğu, çevrelerinden hiç ayrılmayan kedileri tamamlıyor. Hattâ bir aslan yavruları bile var. Özlenen bir yakınlık, sevgi, bağlılık seziliyor aralarında. Öyle ki, onlara ithaf edilen bir şarkının sözleri asılı duvarlarında…

Baba ülke yönetiminde en tepe isimlerden… Kibirli, egosu da tavan. Kendi resimleri kocaman, hattâ heykelleri bile var. Resimlerinde onu teknesiyle dolaşırken, insanları yönetir, yönlendirirken, o zarif siluetiyle zirvelerde gezinirken görüyoruz. 

Öbür dünyaya “gidiş-dönüş”

Mutluluğun resmini kolayından çizsen o işte. Mutlu çocukların resimlerindeki gibi… Anne, baba ve çocukların neşeyle el ele tutuştuğu, ağaçların, ağaç kadar kocaman çiçeklerin ortasındaki (ki “evin beyi” de bir resminde boyu kadar zambağı andıran bir çiçeği kokluyor) şirin evin üstünde her dem gülümseyen bir güneşin, uçan kuşların bulunduğu bir cennet manzarası.

O ailenin anlattığım hayatına bizzat tanığım.  Zira görkemli “mezar odaları”ndaki rengârenk duvar resimlerinden, rölyeflerden, heykellerden, hiyerogliflerden öğrendim. Bugün değil 4 bin 400 yıl önce yaşamışlar ama bu onları yakından tanımama engel olmuyor. Her şey anlattığım gibi… Kurgu değil.

Netflix’in 2020 yapımı “Sakkara’nın Sırları” (Secrets of the Saqqara Tomb), iki yıl önce yapılan ve Mısır’da “son yarım asrın en büyük keşfi” olarak nitelendirilen kazıyı anlatıyor. Kazıda, Mısır’ın en eski başkenti Memphis’te yaşayanların defnedildiği Sakkara nekropol alanında, bir ailenin eksiksiz, hiç el değmemiş 4 bin 400 yıllık yeraltı mezar odası gün ışığına çıkıyor. Asırlarca süren o mutlak karanlıktan sonra…

Nil kıyısındaki yemyeşil, cennet gibi ilk tarihî başkent Memphis’den, bıçakla kesilmiş gibi bir anda ayrılıyor Sakkara. O çit cürmündeki sınırda, uçsuz bucaksız bir çöl başlıyor. Dünyanın en eski basamaklı taş piramidi de orada. Belgesel, yaşayanların dünyasından, hemen yanlarındaki çölde yatan ölülerin dünyasına bir yolculuk… Biraz ürkütücü sanki… Ama biz “gidiş-dönüş” biletle gezebiliyoruz henüz.

Erkek eli değmiş mitoloji

Film, mezar hırsızı Indiana Jones’dan (ki tipini de sevmem kendisinin) çok daha sempatik bulduğum kazı ekibiyle başlıyor. Ordinaryüsünden işçisine tüm ekip Mısırlı… Bunun kendilerince kıymetini arkeolog şöyle açıklıyor: “Biz atalarımıza en iyi ses verecek insanlarız. Hepsi bizim atalarımız oldukları için onlara bir yabancıdan daha yakınız.” Efendi adam, belli; emperyal yağmacıların yıllarca Mısır’dan alıp götürdüğü emsalsiz eserler hâlâ o müzelerde sergilenirken ağzını bozmuyor.

Yaklaşık iki saatlik belgeselin yönetmeni James Tovell’ın anlatımı,  “tüm hikâyeyi biz de kazı ekibiyle birlikte, eş zamanlı, aynı anda öğreniyoruz” hissiyatını yaşatıyor. Kazı -sanki biraz umutsuzca- sürerken, önce irili ufaklı zarif kedi heykellerine, ardından kedi mumyalarına ulaşıyorlar. İyi haber. Mezarın bulunduğu Bubasteion, tanrıça Bastet’e adanmış bir kült merkezi, tapınak kompleksi.  

Bastet, annelik, güzellik ve aşk tanrıçası. Lâkin özellikleri ilk bakışta yarattığı sükûnetten ibaret değil. Genellikle kedi veya kedi kafalı bir kadın olarak sembolize ediliyor. Diğer Mısır tanrıçaları gibi Bastet’in de iki yönü, sakinliğinin yanısıra vurucu, hattâ korkutucu bir dişi aslan yanı var. “Kedi” özelliğiyle aynı zamanda “intikam ve musibet tanrıçası” imiş… Ama bu hâlini yıllar boyu tefsirden tefsire, sanki sonradan eklemişler gibi geliyor bana. Genellikle öyle olur çünkü. Mitolojiler, hurâfeler, efsaneler erkek eli değmeden dolaşıma girmez pek.

Tanrıçaların iâhi tezahürü olması bir yana, kediler firavunun da korumasında. Belgesel çekilirken çevrede, her evde, her yerde kedilerin tatlı tatlı, keyifli firavun yavrusu misali dolaşması da bunu kanıtlar gibi. Sisi de kedi seviyor olmalı. Belki firavun misali hayatta sadece kedileri seviyordur.

Piramitten de büyük egolar

İlk kazıların ardından büyük, görkemli mezar odası çıkıyor karşılarına. Hiç el değmemiş… Bu eli uzun dünyada inanılmaz! Duvarları tümüyle eşsiz renklerini bugün de koruyan resimler, rölyefler, hiyerogliflerle bezeli uzun, geniş bir koridor. Onlarca heykelin ortasında gömülü lahit yerleri göze çarpıyor. Filmimizin ana kahramanı Wahtye, bu şâşaalı mezarın sahibi. 

Wahtye üst düzey bir rahip. Mezardaki bir yazıya göre, “Wahtye, firavunun arıtılmış rahibi, ilâhi mülkün gözcüsü, kutsal kayığın gözetmeni…” Karada, havada, denizde iyi bir özet. O yıllarda rahipler en üst düzey yetkililerden. Firavunla tanrı, firavunla halk arasında aracı… Aslında ondan alıp buna, bundan alıp ona götürüyor ama 4 bin 400 yıl önce kuryelik daha ruhanî bir ehemmiyet taşıyor olmalı. 

Bu ayrıcalıklı yerin yarattığı ivmeyle, Wahtye’nin egosunun ortalama bir piramitten büyük olduğunu söyleyebilirim. Zira mezara 55 farklı ifadede kendi heykellerini koymuş. Kısaca demek istemiş ki, “Ben çok güçlü ve çok mühim bir şahsiyetim. Sonsuza dek tüm bunların efendisi olacağım.” Belli ki ahirete de tüm gücü, tüm servetiyle intikal etmek istemiş. Kefenin cebi yok ama o zamanlar kocaman mezar odası, “konteyner”ı olabiliyor inanınca.

Wahtye ailesinin yazımın girişinde hiyeroglifler, duvar resimleri, rölyefler, heykellerden öğrendiğimizi söylediğim ve aynen aktardığım hayatları, “cennet”, ahiret ya da hayâllerindeki “o yer”den çok da uzak tasvirler değil. Hayatlarının sonsuza dek, çok önceden hazırladıkları mezarın duvarına resmettikleri mutlu, varlıklı, güçlü, ideal bir yaşamla geçeceğine yürekten inanıyorlar her fani gibi. İnsanlara 2019 yazında sabah akşam Covid 19’dan söz etsen, WHO onaylı “çifte etkili” dezenfektan güneş kremini -yanında maskesi bedava- 5 TL’ye satamazdın. İşte öyle bir şey…

Özensiz, panikle, aynı anda…

Ama öyle değil hayat. Resimlerdeki, o andaki gibi değil. Kazıda önce aile mezarının içindeki ilk mezar odacığı, lahit açılıyor. İçinden mumyalanmamış bedenleri, dağınık kemikleri birbirine karışmış üç erkek çocuğu çıkıyor. Yüksek sınıftan olmalarına, o servete, o ihtişama rağmen mumyalanmamış olmalarının yarattığı şaşkınlığı, özenli, renkli, oymalı, baş kısmı yüz tasvirli, gösterişli bir Soylu Mısırlı tabutu yerine “rastgele bir tahta kutu”ya hep birlikte gömülmüş olmaları pekiştiriyor.  Hem de alışılmışın tersine sadece 60 santim derinliğe öylece gömülmüş, hattâ üst üste atılmışlar. Ölümlerinden önce büyük emekle, bedelle hazırlanmış mezar odasına savrulmuşlar, özensiz, sanki panikle…

İki genç çocuğun kemikleri, birinin yaşının 20’den, diğerinin 18’den küçük olduğunu ortaya koyuyor. Diğeri ise altı yaşından küçük… Aynı anda ölmüşler. 

Sonraki mezarda bulunan üç iskelet ise kadınlara ait… İki kadın, bir küçük kız çocuğu. Kadınlardan birisi 55 yaş civarında (babaanne), yüz hatları çok güzel.  Çene kemiği yaşarken büyük bir kistin varlığını ortaya koyuyor. Diğer kadın, Wathye’nin eşi, çok genç, yaşı 30’un üzerinde değil. Yüz kemikleri zarif, incecik, kafa yapısı düzgün, güzel bir kadın. Kadınlar ve kız çocuk ayrı, erkek çocuklar ayrı gömülmüş. Ama ölümleri birbirleriyle bağlantılı…

Onlar da mumyalanmadan, bir lahit yapılmadan, tabutsuz, hattâ dik bir şekilde, sanki ayakta gömülmüşler. Aceleyle… Anlıyorlar ki Wathye Ailesi’nin başına bir şeyler gelmiş, aniden bir şeyler olmuş. Duvarlardaki tipik bir mutluluğun resimlerine, bugün de uzak olmadığımız “Bize bir şey olmaz” yanılsamasına rağmen bir anda korkunç bir şey…

İyi bilirdik de nasıldı rahmetli?

Her kemik parçası bir şeyler söylüyor uzmanına. Sadece ölüm biçimini değil, hikâyelerini de anlatıyor. Nasıl yaşamış, sağlıklı mıydı, mutlu muydu, yoksa çok acılar çekmiş, mutsuz bir hayatı mı sırtında taşımıştı? Nasıl bilirdik ama aslında nasıldı rahmetli?

Onların kemiklerini, iskelet sistemini inceleyen Kahire Üniversitesi Tıp Fakültesi Romotoloji Profesörü Amira Shaheen anlatıyor, elinde özenle tuttuğu kemiklerle. Gül yüzlü, sevecen, saygılı tebessümüyle konuşuyor: “Kemikleri bulduğumda öncelikle Esselamünaleyküm derim. Kendimi önümde oturan birine tanıtıyor gibi hissederim. Bir arkadaşıma da yaklaştığım gibi aynı… Önümdeki küçücük kemik parçaları da olsa… Öyle. Bunu hissedebilirsiniz…”

Belgeselde bu sahnenin arkasından arkeologlardan birisini, elinden tuttuğu  pembe etekli, saçları çok –yine pembe- kurdeleli, pembe ayakkabılı dört yaşındaki kızıyla görüyoruz. Mutlu, mesut çıkıyorlar o mezar odasından: “Kazıda bulduğumuz ailenin tüm üyeleri çok erken ölmüş. Kendimi şanslı hissediyorum, üç kızım ve bir oğlum var. Kendimi bu ailenin yerine koyuyorum da aklım almıyor. Çok acı… Korkunç bir şey…”

Epidemik bir hastalık sonucu…

Ekip en sondaki mezarda, rastgele bir tahta tabutta şanlı şöhretli Wahtye’yi buluyor. Wahtye’nin 4 bin 400 yıla rağmen o yalıtılmış, özenli taş mezar odasında çok iyi korunmuş iskeleti, onun zarif, çok düzgün yüz hatlarına sahip olduğunu ortaya koyuyor. O da 35 yaşlarında ölmüş.

Zengin ama narin, zayıf ve sağlıksız bir adam. Bacaklarındaki ağır deformasyon muhtemelen bastonla yürüdüğünü düşündürüyor. Kemikleri sağlıklı değil, dizleri içe dönük… O görkemli hayata rağmen ölene kadar büyük acılar çekmiş olması kuvvetle muhtemel.

Uzmanlar bütün ailenin bir salgın sonucunda, epidemik bir hastalıkla ve büyük ihtimalle sıtma sonucunda öldüğünü düşünüyorlar. Mezarın duvarına resmedilmiş tüm insanları aynı odada, atılmış gibi gömülü, tabutsuz, mumyasız bulmak çok nadir bir örnek zira. 

Wahtye’nin çocuklarının, annesinin, karısının öyle topluca, özensiz, hattâ panikle gömülmesi, en sondaki mezarda da kendisinin basit bir tabutla, doğru dürüst mumyalanmadan defnedilmesi, arkeologlara salgından en sona kendisinin kaldığını, o büyük acıyı tek başına yaşadığını da düşündürüyor. Ah, Wahtye…

Duvar onların Facebook’u mu?

Prof. Shaheen şöyle anlatıyor buldukları “hayat”ı:  “Bu duvardakiler onların hayâlleri. Gerçek değil. Onlar bizim gibi değil. Fotoğraflarını duvarlara koyduklarını düşündük sanki. Fotoğraflarımızı çekip Facebook’a koyarız ya… Hayır, burası onların Facebook’u değil. Bunlar onların hayâlleri. Çünkü ilk hayatlarına inandıklarından çok daha fazla ahirete inanıyorlardı. Bu yüzden ahiret hayâllerini duvarlara yansıttılar. Muhteşem tapınakları, heykelleri görünce o tarihteki her şeyi kusursuz sanırsın. Sonra o insanları bulduğumuzda bizim gibi olduklarını anlarız. Gerçek hikâye bu…”

Haddim değil ama sadece bu mevzuda katılamıyorum yorumuna. Katılmıyorum, zira gerçekler ve hayâller bu dünyada da, bugün de iç içe geçmiş, birbirine girmiş hâlde, birlikte yaşanıyor. Gerçeğe o pencereden bakılıyor. Somut örnek verdiği Facebook’ta da insanlar çoğu kez tüm yaşamlarının değil hayâllerinin, hayâl anların fotoğraflarını koyuyorlar. O biricik, o istisnai andakigerçeğin”, bir an yaşanan hayâlin gerçek hayatları olduğunu, herkese ve bilhassa kendine kanıtlamak için. Hayâllerinden bağımsız nasıl anlayabiliriz insanları… Gerçek denilen hiyeroglif, hayâllerin, tasavvurun değil de neyin üzerinde yükseliyor? Bu meseleyi; gerçek ve hayâli, tasavvuru, “Bir Başkadır”ın Peri Psikiyatristi’ne ucundan sorsan, o dizi yıllarca bitmezdi.  

Hayat divanelikten ibarettir

Finalde bir arkeolog “Bu aileyle ilgili bütün hikâyeyi bize verdiği için Tanrı’ya şükrediyoruz. Wahtye bizden memnundur, biz de ondan memnunuz. Mühim olan iletişim kurmak, işbirliği… Onu 4 bin 400 yıl sonra meşhur ettik, o nedenle şimdi gelse onun için yaptıklarımızdan dolayı bize teşekkür eder” diyor, biraz da bağışlanmayı diler gibi.

Final ise camideki imam vaazındaki “Bu dünyevi hayat oyun ve divanelikten ibarettir” sözleriyle geliyor.

Ekip buluntuların ayrıntılı, teknik incelemesini hâlâ sürdürüyor. Arkeologlar bu 4 bin 400 yıllık mezar odasında hâlâ sırların, bilmecelerin de saklandığı görüşünde. Şimdi onu araştırıyorlar.

Zaten her hayatın, her ölümün, hattâ en hikâyesiz, en sıradan görülen ölümlerin bile ardında “bilmece-bildirmece dil üstünde kaydırmaca” yok mu? Aralarında fotoğrafların da seçildiği çapraz bulmacalar… İşte hayat.

BİR FİLM/BİR ARKA PLAN

Sakkara’da sadece bir sezonda ulaşılan dünyaca büyük sonuçlara, 4 bin 400 yıllık tarihe karşı tüm çalışanlar, hemen tümü geçici, o kazı boyunca para alabilen gariban işçiler, personel, her an yoğun bir tedirginlik içinde. Ramazan altı hafta sonra başlayacak… Post-firavunist yönetim o nedenle kazıya bahşettiği mütevâzî kaynağı kesecek. Sadece o kazıyla üç büyük depoyu 3100 emsalsiz eserle doldurmalarına rağmen işsiz kalacaklarını bildikleri için, hepsi geri sayımın travmasını yaşıyor. Nihayetinde Devlet bu; “lüzumu üzre” bir baraj yapar, o bölge sular altında da kalır. Kendi keyfinin yanında, neylesin bizim köyü, nitsin Hasankeyfi…

Ramazan’a birkaç gün kala hüzünle toplanmaya başlıyorlar. Kazı alanının çevre güvenliğini sağlamak için yaptıkları son çalışmada, son gün tesadüfen bir şey daha buluyorlar. Ertesi gün işsiz kalacak geçici işçilerin büyük alkışları, sevinç çığlıkları arasında arkeolog buldukları inanılmaz renklerini bugün bile koruyan duvar yazısını okuyor: “Ben, To-Bi-Mis… Büyük Yargıç…” İhtişamlı, ilkinden de rütbeli bir mezar odası daha… İnşallah kazı bitmeyecek.

Kıyaslamak için seyrediniz

Eğer arkeologların “Wahtye kazısı”ndaki kuvvetli teorisi onaylanırsa, tarihteki belgelenmiş ilk sıtma vakası olacak. Hem de bin yıl farkla… Kazıda çıkan aslan yavrusu ise keşfedilen ilk mumyalanmış aslan olarak tasdik edilmiş. Hiç bozulmamış hâliyle bulunan, farklı kemiklerden yapılmış tüm, eksiksiz taşlarıyla satrancı uzaktan andıran ahşap oyun kutusu da ayrıntılı incelemede.

Bence önemli… De… Bizde kazılar ne âlemdedir, nicedir bilemiyorum. Var olanları da TEDAŞ, o DAŞ, bu DAŞ yürüttüğü için böyle önemli tarihi buluntulara dair kıyasım, endazem zayıf. Biz tarihe baraj yaptığımız, paravan çektiğimiz, restorasyona kepçeyle daldığımız, tarihi esere kalebodur döşediğimiz, müzeyi mesire yerine filan çevirdiğimiz için “Vay be…” refleksim de tersine dönmüş. Allak bullak bir tarih anlayışım var.

Seyredin derim… En azından Mısır gibi firavun yönetimindeki biçare bir ülkenin terazisinde, bizim en çağdaş zihniyetle, en ileri teknolojilerle, dev fonlarla donatılmış, en itibarlı mesleklerimizden arkeolojiye dair bir kıyas elde edersiniz.

YAZI FOTOĞRAFI: Profesör Amira Shaheen, “Sakkara’nın Sırları”.

- Advertisment -