Karşımda oturan kıza baktım. Hafif çekik gözleri, sivilce izleriyle dolu yüzü ve kısacık bir boyu vardı. Bir çocuk kadar nerdeyse. Başörtüsünün altındaki siyah örtü alnının çoğunu kapatmış. Yüzü kaşık kadar. Fakat o gülen gözleri nasıl ışıl ışıl parlıyor.
Dalyan’daki bu bomboş otelde bir ben kalıyorum, denizin hemen kıyısındaki her şeyden, herkesten kaçtığım bu otelde iki dakika önce yanıma geldi. Geçti karşıma oturdu. Hep ikimizin oturduğu bir yermiş gibi. O koltuk hep onunmuş gibi sakince gelip oturdu. Şaşırdım. Hayretle yüzüne baktım. O gülerek bakıyordu. Neden güldüğünü merak ettim. Neden gülüyordu ve neden gelip masama oturmuştu. Peki dedim, misafirim geldiyse hoşgeldi…
Bir sigara yaktım. Duman doğrudan ona gitti. İçmiyordu anlamıştım.
İçmeyene gidermiş sigara, rahatsız olur musun? dedim.
Ben niyetliyim abla, dedi.
Bir daha şaşırdım, şaşkınlığım hafif bir utanca döndü. Sigaramı söndürdüm. Yeniden güldü. Gözlerinin kenarında birkaç tane kırışık belirdi.
Söndürmeyeydin, ben hiç etkilenmiyorum, hem daha çok sevap tutmayanın yanında olmak, dedi.
Telefonumda Tell All The People çalıyordu. Parmaklarıyla ritim tutarken kıza baktım. Sevap toplamaya mı gelmişti yanıma, yok canım değildir.
The Doors şarkısını bitirince,
Ben de bi şarkı isteyebilir miyim abla? dedi.
Güldüm, iste bakalım, dedim. Aklımdan hangi türküyü isteyecek acaba? diye geçti. Biraz düşündü.
Yesterday! dedi.
Bir kez daha şaşırarak kıza baktım. Şarkıyı bulup açtım. Mavi gökyüzüne bakarak dinledik, birkaç kırlangıç uçuşuyordu başımızın üstünde. Parmakları tempo tutuyordu. Siyah başörtüsünün kapatmadığı yanaklarında konuşurken gamzeler bir beliriyor bir kayboluyordu. Elleri küçücüktü. Merak edip ayaklarına baktım. Saçma bir merak. Çetik giyer diye düşündüm sanırım, kahverengi postallar giymişti. Tıpkı benim kızımın giydiklerinden…
Sıra bende dedim şarkı bitince, son zamanlarda takık bir şekilde dinlediğim Bir yer bulalım’ı seçtim. Bu şarkı beni ta buralara getirmişti. İstanbul’da mutfakta otururken radyoda duymuştum ilk. Yalnızdım ve kederliydim. Şarkı elimden tutan küçük bir çocuk gibi gelmişti bana. Elimden tutan biri, elinden tutacağım biri yoktu. Mutfakta da yalnızdım, sokakta da. Kızım çok uzakta ta Kanada’daydı. Küçücük mutfağımda laptopun karşısında, dosya yığınlarının arasında otururken dinledim şarkıyı. Dinledikçe beni bir yere çağırdığını, bana bir şey vadettiğini düşünmeye başladım. Bir yer. Dünyadan uzak.
Başımı kaldırdığımda dikkatle bana bakıyordu. Ben hemen geliyorum abla, dedi koşarak otele doğru gitti. Benim içimde koyulaşan kederim kıza fazla gelmiş olmalıydı.
Burayı tesadüfen bulmuştum. Bir arkadaşımın takip ettiği bir yer, çekilişi varmış ve beni de etiketlemiş sayfaya. Oteli inceleyince ‘Ne güzel yer hakkaten’ demiştim kendi kendime. Ben de birilerini etiketlemiştim bir oyun gibi. Sonra da unutmuştum. Haftalar sonra mesaj kutumda bir davet gördüm. Çekiliş yapılmış kazanan üç kişiden biri benmişim. Biri dalga geçiyor sanmıştım başta, bugüne kadar hiçbir şey kazanmayan bana neden çıksındı ki. Oteli aradım gene de, evet dediler, mayıs ayı içerisinde bir zaman sizi bekliyoruz, dediler. Şarkı yeniden kulağımda çalmaya başlamıştı. Kulaklarımı tıkadım başta o sese.
Çok uzak, dedim kendime. Hava soğuk, tek başınasın, yol uzun, gittiğinde sahtekârlık olduğunu anlarsan, dedim. Şarkı kısık sesle çalmaya devam etti.
Kızın koşarak gittiği yöne baktım, gelen giden yoktu. Bir sigara daha yakıp ayaklarımı uzattım. Mavi gökyüzü, beyaz bulutlar, şıkır şıkır bir deniz. Burası orası olabilir miydi, o yer, o yeni dünya burası mıydı?
Biri önüme bir fincan kahve bıraktı, baktım bizim kız. Sevindim geri gelmesine.
Ama sen niyetlisin, olmaz, dedim. Güldü gözlerinin kenarlarını kırıştırarak.
Ablam, ben kahveyi hiç sevmem çaycıyım ben, sen rahat rahat iç, dedi.
Kıza baktım. Kafamda ona anlatmak için hazırladığım yolculuk hikâyemi anlatmaktan vazgeçtim. Çok genç ve çok başka. Çok uzak.
Adın ne senin? dedim. Kolay soruyu sordum.
Nurşen, dedi. Bebekken çok gülermişim. Aslında Fatma Nurşen ama, Fatma da güzel onu da seviyorum. Nenemin adı ne de olsa, dedi.
Nurşen sen burada mı kalıyorsun peki, dedim.
Burada, bu otel dayımın. Şimdi boş ya aşağıdaki odalardan birinde kalıyorum bazen. Burası olmayınca dayımlarda, dedi.
Sen burada yalnız kalmaya korkmuyor musun? dedim.
Hiç korkmuyorum, zaten abim de yanımdaki odada kalıyor, dedi gözü fincanımdaydı.
Asıl soru geldi aklıma.
Buralı mısın Nurşen?
Kahveni iç abla, soğutma, dedi. Söz dinledim. Soğumuştu.
Sen İstanbul’dan geldin tek başına, sen korkmuyor musun? dedi Nurşen.
Sahi o niye korksundu da ben korkmuyordum. Kıza bakakaldım. Benden akıllıydı onu anlamıştım.
Iğdırlıyım ben aslında, merkezde oturuyoruz. Abim burada dayımla çalışıyor, ben de gelirim arada. Ablamlar da gelecekti ama işte bu sene gelemediler. Bir aydır buradayım, daha da kalırım. Çok seviyorum buraları. Otelin işleri bitince kitap okumaya çok zamanım kalıyor, dayım da kitap alıyor bana, dedi bir çırpıda.
Kitap seviyormuş demek, Iğdırlıymış. Daha önce Iğdırlı hiç kimseyle tanışmamıştım. Haritada bulmaya çalıştım kafamda. Bulamadım. Doğuda bir yerdeydi. Van yakınlarında herhalde…
Nurşen Iğdır tam nerede, nasıl bir şehir anlatsana biraz, dedim.
Heveslendiğini görebiliyordum. Memleketini mi özlemiş yoksa konuşmayı mı onu bilemedim.
Abla Ağrı dağını bilirsin işte onun eteğindeyiz biz. Sınırda. En doğuda. Küçük bir yer. Bir ırmağımız var, o sulayarak geçer gider yanımızdan. Turistik pek bir şeyimiz de yok, kendi yağıyla kavrulan bir şehir işte. Kavrulmasında sıcağın da etkisi var, terörün de, dedi. Temkinliydi.
Beş kılıç anıtımız var mesela ama bence kılıç olacağına barışla ilgili bir anıt olaydı daha iyiydi. Kayısımız var bi de tadı çok güzeldir…
Sustu bir süre. Seviyor musun Iğdır’ı özlüyor musun? dedim. Gözleri bulutlandı.
Evimi özlüyorum bazen, annemi bir de bahçedeki dut ağacını. Ben doğmadan o dut ağacı varmış, dallarının arasında oturmayı, uzaktan Ağrı dağına bakmayı çok severim. Romanlardaki kızlar gibi o dalların arasından uzaklara bakmayı çok severim. Ağrı dağı efsunludur, baktıkça bakasın gelir. Öylece durur orda bizim dut ağacı gibi. Mevsiminde ağzımız yüzümüz kıpkırmızı dut olur. En çok o dutu bir de kayısıları yemeyi beklerim. Her ağaç çiçeklenir bizim orda bir tek bu dut hemen meyvelerini pörtletir. Meyveler bitince bir sene daha geçti deriz.
Iğdırımız güzel ha yanlış anlama, bahçemizde başka her çeşit ağacımız da var şükür, narımız, elmamız, var işte.
Ee müziği kapatmışsın çalıyordu ne güzel. Otelin müziğini de kapadım dımtıslar sustu çok şükür, dedi.
Sen bul hadi diye telefonu ona uzattım. Listelerime baktı.’’ Oo bilmediğim çok şarkı var,’’ dedi.
Iğdırımız demişti Nurşen, ne güzel. Ben hiç İstanbulumuz dediğimi hatırlamam. Sahiplenmek mi, korumak mı Nurşen’in yaptığı, kimbilir belki ikisi birden. Aklımda beliren şiire bakıyorum. Okul yıllarından kalan, parça parça hatırlanan;
Ulan yine sen kazandın İstanbul
Sen kazandın ben yenildim, dememiş miydi Attila İlhan. O bile yenilmiş baksanıza.
Hava durmuş, rüzgâr kesilmişti. Nina Simon, Four Women çalıyordu.
İki kadın oturmuş uzaklardaki adaya bakıyorduk.
Yarın gidiyorsun ablam, dedi sonra. Keşke ben de senin gibi istediğim yere istediğim zaman gitsem.
İstediğim yere gidebiliyor muydum?
Nurşen, dedim biliyor musun istediğim hiçbir yere gitmedim ben, istediğim hiçbir işi de yapamadım.
Hayretle yüzüme baktı. Yüzündeki hayal kırıklığını görebiliyordum.
Burası da piyangodan çıktı, yoksa gelemezdim, dedim. Sesimdeki kırıklık beni bile rahatsız etmişti. Yavaşça kalktım masadan.
Biri sesleniyor sana, abin sanırım dedim. Otelin mutfağının önünde Nurşen’in tıpatıp aynısı bir oğlan el ediyordu. Zayıf, incecik bir oğlan.
Abla birkaç gün daha kalsana, konuşur müzik de dinleriz, dedi abisine bakarak. İndirim de yaparız sana.
Keşke, dedim keşke…
Sen bir daha düşün hele, dedi.
Kız koşarak abisine doğru gitti. Oğlan elini kolunu sallaya sallaya bir şeyler dedi Nurşen’e. Kızıyordu belli. Kız sessizce dinleyip mutfağın kapısında kayboldu.
Yesterday’i nereden biliyordu, hangi kitapları okuyordu sormayı unuttuğuma hayıflandım odama doğru çıkarken.
Merdivenlerde durup otelin arkasında kalan dağlık alana baktım, denize doğru uzanan bir el gibi ilerliyordu. Odama girip yatağa oturdum. İçerisi mis gibi sedir ağacı kokuyordu. Rüzgârlığımı giydim, spor ayakkabılarımı ayağıma geçirip çıktım odadan. Yalnızlık dağda taşta daha az hissedilir diye düşündüm. Belki bir dut ağacı da bulurdum. Yürümeye başladım. Patika yola çıkınca sarı çiçekler, gelincikler, papatyalarla dolu bir çayırlığın içine düştüm. Burnum yandı, ağlayacak gibi oldum. Bir keresinde kızımla Polonezköy’e doğru gitmiştik. Tam bu mevsimdi. Tatlı bir oteli seçmiş, kahvaltımızı yaptıktan sonra kırlara yürümüştük. Kiraz ağaçları çiçeğe durmuş, binlerce gelincik tarlaları kırmızıya boyamıştı. Kızım gelincik toplamaya koşunca gülümsemiştim arkasından. ’’Kopmuyorlar anne, çok zayıflar ama çok güçlüler’’ demişti. Papatyalardan, ballı babalardan bir demet yapmıştı kendine. Ben birkaç tane gelincik koparmıştım zorlayarak. Elinde o demetle o kadar mutluydu ki. Ona baktıkça dünyanın kusursuz bir yer olduğu hissi kaplamıştı har yanımı. Sonra eve döndüğümüzde çiçeklerin bir kısmı solmuş, gelinciklerin yaprakları dökülmüştü. Kızım üzülmüştü.
Çiçeklerin arasına oturdum, sırt üstü yattım sonra. Gökyüzünden bulutlar geçiyordu. Zaman dediğimiz şey o bulutlar mıydı?
Kızım uzaklarda bir yerlerdeydi. Başım çiçeklerin arasındayken ağladım nihayet.
Gelinciklere baktım uzun uzun, rüzgârda savrulup duruyorlardı. Iğdır’da da vardır mutlaka bunlardan. İstanbul’da olmayan ağaçlar, elmalar, kayısılar, narlar…
Otele döndüğümde Nurşen’e bakındım. Kimsecikler yoktu ortalıkta. Mavi sandalyeli masaya oturdum, Yesterday’i açtım dinlemeye başladım.