Geçtiğimiz hafta özel bir ziyaret için birkaç günlüğüne Brüksel’deydim. Tesadüfen AB zirvesine rastladım. Neredeyse her ay 27 üye ülkenin Devlet ve Hükümet Başkanları orada toplanır ancak şehir bu kalabalıklardan etkilenmez. Avrupa’nın en büyük ve zengin devletlerinin liderleri en fazla 3-4 arabalık konvoylarla hareket ederler, zirvenin toplandığı ancak Konsey binasının altındaki metro istasyonunun iki gün boyunca trafiğe kapanmasından anlaşılır. Civardaki iş yerlerinde çalışanlar elektronik kartlarla kapalı bölgeye girip çıkarlar, şehrin diğer mahalleleri zirveden en ufak şekilde etkilenmez.
21-22 Mart tarihli zirvenin ağırlık noktasını Ukrayna ile Gazze savaşı teşkil etti. Her iki konuda da AB ülkelerinin ortak bir tutum benimsemekte karşılaştıkları güçlükler malum. Hepsi ortak bildirilerde Rusya’nın ülkeye saldırısını her fırsatta eleştirmekle beraber, Macaristan ve bir ölçüde Slovakya Rusya’ya daha sıcak bakmaktalar. Hatta Macaristan kendine mahsus sebeplerden dolayı Ukrayna’ya yapılacak AB yardımlarını frenlemeye kalktı. Diğer bir sorun Almanya’nın Rusya’nın içlerindeki hedefleri vurmasına imkan verecek gelişmiş silahları Ukrayna’ya vermekteki isteksizliğinin bu ülkenin savunma gücünü azaltmasıdır. Dış görünüşe bakılırsa son zirvede bu sıkıntıların en azından bir kısmı aşılmış, Ukrayna’ya destek yinelenmiş, Rusya’ya yeni yaptırım paketi memnuniyetle karşılanmıştır. Karadeniz’deki durum ve Ukrayna’nın ticaret kanallarının geliştirilmesinden bahsedilirken ülkemizin adının geçmemesi en azından benim dikkatimi çekti.
Diğer önemli konu tabii Gazze savaşı olmuştur. Bu konuda da AB ülkeleri arasında çok ciddi görüş farklılıkları vardır. İspanya ve Belçika Filistin’lilerin davasına destek verirken, Almanya öbür uçtadır. Ancak bu konuda AB. İki taraf arasında denge muhafaza etmeye çalışmaktadır. Bir taraftan Hamas’ı terör faaliyetlerinden dolayı ağır bir dille eleştirirken, diğer taraftan da İsrail’e Rafah bölgesinde yeni bir saldırıda bulunmaması için uyarıda bulunmakta, mevcut İsrail hükümetinin karşı çıktığı iki devletli çözümü desteklediğini yeniden dile getirmektedir. Ancak AB ülkelerinin asgari müştereklerin ötesine geçemediği bir ortamda bölgede etkin bir rol oynamasına pek imkan yoktur. Nitekim, Orta Doğu’da tek etkin dış gücün ABD olduğu yönündeki bilinen gerçek Gazze savaşıyla yeniden teyit edilmiştir.
Zirve genişleme konusunda da bazı kararlar almıştır. En önemlisi Bosna-Hersek’le katılma müzakerelerine başlanması yönünde olanıdır. Bosna-Hersek’in normal bir devlet unsurlarına ne ölçüde sahip olduğu tartışılabilirken kendisiyle katılma müzakerelerine başlanması kararı somuttan ziyade semboliktir. Ancak bu suretle tüm Balkan ülkeleri ya zaten AB üyesi, ya da tam üyelik yolunun çeşitli aşamalarına ulaşmış durumda. Brüksel’de Büyükelçi olarak görev yaptığım sıralarda Konsey Genel Sekreteri olan deneyimli Fransız diplomat de Boissieu bana 32-33 üyeli bir AB’nin 7-8 üyesinin eski Yugoslav cumhuriyetlerinden oluşmasının düşünülemeyeceğini söylemişti. Belki de o görüşü paylaşanların sayısının yüksek olması Hırvatistan’ın 2013 yılında üye olmasından sonra genişlemenin durmuş olmasını izah edebilecek bir husustur.
Zirvede ülkemizle ilişkiler hakkında bazı kararlar alınması beklenmekteydi. Haziran 2023’de Zirve Dış ilişkiler Yüksek Temsilcisi Borrell’den ülkemizle ilişkilerin mevcut durumu (state of play) hakkında tespit ve öneriler içerecek bir rapor hazırlamasını istemişti. Borrell bu raporu 29 Kasım 2023’te sundu. Bu raporda, yüksek düzeyli diyalog, gümrük birliğinin derinleştirilmesi, vize kolaylığı gibi bir çok alanda adımlar atılması önerilmişti. Raporun Aralık zirvesine az süre kala yayınlanmış olması o toplantıda görüşülmesini ve karara bağlanmasını engellemiş, Mart ayındaki zirvede ele alınmasının öngörüldüğü duyurulmuştu.
Nitekim, Almanya’nın geçtiğimiz hafta yapılan zirve öncesinde konunun gündeme alınması için çaba harcadığı anlaşılmaktadır. Rapordaki önerilerin tamamının hayata geçirilmesi herhalde söz konusu değildi. Yine de bir kısmının dahi tatbik edilmesi ilişkilerimizin içinde bulunduğu buzdolabından çıkması yolunda bir irade beyanı teşkil ederdi.
Ancak yaklaşan Avrupa Parlamentosu seçimlerinde aşırı sağın kazanımlar elde edeceği beklentisi özellikle Fransa’da ülkemizle ilişkilerin normalleşmekte olacağı ve tam üyelik kapısının aralanabileceği yolunda tepkilere yol açacağı endişesini uyandırdı. Dolayısıyla Fransa’nın Almanya’nın bu fikrine karşı çıktığı anlaşılmaktadır. Diğer taraftan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 18 Mart Çanakkale Deniz Zaferinin yıldönümü münasebetiyle yaptığı ve canlı yayınlanan bir konuşmasında 1974 yılında Kıbrıs’ın tamamının ele geçirilmemiş olmasından üzüntü duyduğunu ifade etmesi Kıbrıs (Rum) Cumhurbaşkanına umulmaz bir malzeme vermişti. Aynı şekilde yukarıda belirttiğim şekilde AB’nin terör örgütü olarak tanımladığı Hamas’a iktidarın kayıtsız şartsız arka çıkması da Orta Doğu konusunda AB yaklaşımlarından ne kadar uzak olduğunun göstergesidir. Aslında başta Mısır olmak üzere çoğu Arap ülkesinin bir tehdit olarak gördüğü Müslüman Kardeşler ile Hamas arasındaki sıkı bağlar da onların Hamas’a destek vermesini engellemektedir.
Neticede Mart ayı zirvesinde de Borrell raporu ele alınmamış, başta vize kolaylığı ve gümrük birliğinin derinleştirilmesi olmak üzere AB ile ilişkilerimizin ilerleyebilmesi için gereken adımların karara bağlanması bu defa da mümkün olamamıştır. Rivayete göre konu Haziran ayındaki zirvede alınabilirmiş. Ancak nerede ise altı aydır masada duran raporun işleme konması konusundaki bariz isteksizlik içerdiği önerilerin akıbeti hakkında iyimser olunmasına pek yardımcı olmamaktadır.
Belki de bu durum iktidarın işine gelmektedir. Borrell raporunun önerilerinin hayata geçirilmesi şartlara bağlı olacaktır. Örneğin vize kolaylıkları ülkemizden Avrupa’ya yönelik ve geçen yıl yeni bir patlamaya uğrayarak 100.000 sayısına ulaşan iltica taleplerinin on yıl önceki düzeye yani 5000 seviyesine inmesini gerektirecektir. İltica taleplerinin ciddi bir şekilde azalması ve belki daha önemlisi taleplerin süratle reddedilmesi ancak ülkemizin demokrasi ve hukuk istikametinde somut ve kalıcı adımlar atması yoluyla mümkün olabilecektir. Bu da son yıllarda gittikçe perçinleşen tek adam rejiminin bir ölçüde dahi olsa gevşemesini gerektirecektir ki böyle bir iradenin mevcudiyetine ilişkin en ufak bir işaret mevcut değil. Aynı şekilde gümrük birliğinin derinleştirilmesinin şartlarından biri mevcut ilişkimizin Kıbrıs’ı içermesidir. Oysa ülkemiz bunu yapmayı kabul etmediği gibi en yüksek düzeyde Adanın tamamı hakkında bir takım emelleri olduğuna ilişkin şüpheler uyandıran demeçler, Türkiye’yi AB’den dışlamak isteyenlere malzeme vermekten başka bir şeye yaramaz.
Eninde sonunda AB ortak değerlere sahip ülkelerin birlikteliğini sağlayan bir oluşumdur. Macaristan ve Slovakya, son seçimlere kadar da Polonya gibi ülkeleri yönetenlerin bu değerleri ne ölçüde paylaştığı tartışılabilir. Ancak halkların bu değerleri sahiplendiği seçimlerde belli oluyor. Aşırı sağın yükselmesi bile ilgili ülkelerin AB’den ayrılmasına yol açacak bir gelişme teşkil etmiyor. İtalya’da mevcut iktidarı oluşturan siyasi partilerin en az ikisi değil sadece parasal birlikten, AB’nin tamamından çıkma iradesini beyan ediyorlardı. İktidarı ele geçirdikten sonra bu söylemden vazgeçtiler. Fransa aşırı sağı da artık ne parasal birlikten ne de AB’den çıkmayı telaffuz etmiyor.
Son yıllarda ilişkilerimizdeki durgunluk ve öncesindeki krizler, artık AB’nin en azından mevcut iktidar başta kaldığı sürece ülkemizle derinleştirme istikametinde bir şey yapılamayacağı kanaatine vardığı izlenimini yaratıyor. Yıllardan beri ilişkiler mülteci sorunu ve mevcut gümrük birliğinin işleyişiyle sınırlı kalıyor. AB, Mısır, Tunus, Ürdün gibi ülkelerle yaptığı gibi mültecilerin topraklarımızda kalmasına karşılık para vermekte, bizi onlarla aynı kategoride tutmaktadır.
Aynı zamanda da ülkemizi Avrupa kurumlarından çıkarmak için bir acelesi olmadığını görüyoruz. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin kararlarının en önemlilerinin sistematik bir şekilde yok farz edilmesine karşılık, Avrupa Konseyinin beklenen yaptırımları yola sokmamış olması geriye dönüşü olmayan kararlar alma konusundaki isteksizliğinin göstergesi olmalı. Bana öyle geliyor ki AB işleri zamana yayıyor, bu iktidarın bir 20 yıl daha devam etmesinin mümkün olmadığı hesabıyla işleri buzdolabında tutmayı hedeflemektedir. Belki de ülkemizde hem İslamcıların hem ulusalcıların buluştuğu bir nokta da budur. Değerlerini paylaşmadığımız Avrupa ile komşuluk ilişkilerini mümkün mertebe geliştirelim ama onunla bütünleşmeye çalışmayalım. Bu kafa yapısı belki bir gün değişir ama şimdiki halde onun da işaretini görmüyorum.