Avrupa Birliği (AB) Komisyonu 2023 Türkiye raporu, diğer aday ülkelerin raporlarıyla birlikte 8 Kasım 2023 günü yayınlandı. Türkiye için 1998 yılında başlayan yıllık rapor dizisinin 25incisine gelmiş olduk. Gerçi ülkemizin adaylığı 2018 yılından bu yana ne yazık ki sanal bir hüviyete bürünmüş, o tarihte durdurulmuş katılma müzakerelerinin yeniden başlaması, hatta AB ile aramızdaki Gümrük Birliğinin modernleştirilmesi ve derinleştirilmesi dahi artık gündemde değildir. Sebepleri raporda açıkça izah edilmektedir.
Bu durumun özellikle üzücü olan tarafı Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısından sonra gündeme gelen Batı Balkan ülkeleri (Sırbistan, Arnavutluk, Karadağ, Kuzey Makedonya) ile müzakerelerin hızlandırılmasının ve Ukrayna ile Moldova ile katılma müzakerelerinin de başlamasının, ayrıca Bosna-Hersek ile Gürcistan’ın aday olarak kabul edilmesinin Komisyon tarafından ayrı ayrı önerildiği bir dönemde ülkemizin tamamen dışlanmış olmasıdır. Tabii Komisyonun önerilerinin uygulanabilmesi için Aralık ayında yapılacak bir AB Zirvesinde onaylanmaları gerekecektir. Oradaki tartışmaların çetin geçmesi beklenebilir. Ancak hiçbir liderin Komisyonun ülkemize haksızlık ettiğini iddia edeceğini ve katılma müzakerelerine geri dönülmesini veya Gümrük Birliğini derinleştirme müzakerelerinin başlamasını önereceğini sanmıyorum. Tersine raporun da belirttiği gibi iktidarımız kararlı bir şekilde AB değerlerinden uzaklaştığı için bazı liderlerin artık inandırıcılığı kalmamış adaylık komedyamızın sona erdirilmesini önermeleri, ancak zirvenin böyle zecri ve dönüşü olmayan bir karar almaması beklenebilir. Gerçi iktidarımızın bu sonuca ulaşmak için elinden gelen gayreti harcamakta olduğu gerçeği karşısında böyle bir karara varılması imkânsız değildir.
Raporun sayfalarını içimi kapatacak bir şekilde karıştırırken 1998 yılında yayınlanan ilk rapor hatırıma geldi. O sıralarda Dışişleri Bakanlığında AB Genel Müdürüydüm ve Türkiye’nin her bakımdan AB üyeliğine muhtaç olduğunu düşünürdüm. Hala da bu görüşteyim. Ülkemiz bugün değil üye, müzakere eden gerçek bir aday konumunda olsaydı demokrasimizin ve hukuk sistemimizin kalitesi bu kadar bozulamayacaktı. Avrupa’dan uzaklaştıkça bu değerlerden de uzaklaşmakta olduğumuzu kim inkâr edebilir?
1998’de Türkiye henüz resmen aday dahi değildi. Ancak ülkemizin AB içinde o tarihlerde en büyük destekçisi olan Birleşik Krallık hükümeti dönem başkanlığının kendilerinde olmalarından yararlanarak Komisyona bir de Türkiye raporu sipariş edilmesi kararını Konseyden çıkarmıştı.
O tarihlerde Ankara’daki İsviçre Büyükelçisi ile hala devam etmekte olan yakın bir dostluğum vardı. İlginç bir durum var demişti. Aday değilsiniz ama sizin hakkınızda sadece adaylar için söz konusu olacak AB’ne uyum raporu hazırlayacaklar demişti. Ben de cevaben adaylığımıza alıştırmak için yapıyorlar, nitekim aday olma iddia ve hevesi olmayan İsviçre için rapor hazırlanmıyor demiştim. O da tabii ama biz mükemmeliz, ilerleme ve uyum raporuna ne gerek var demişti gülerek. Doğru mükemmelsiniz, AB üyeliğine de ihtiyacınız yok ama aday değilsiniz, aradaki fark orada diye eklemiştim.
İlk raporun yayınlandığı gün Müsteşarımız rahmetli Büyükelçi Korkmaz Haktanır’la birlikte Alman karşıtıyla istişarelerde bulunmak üzere Almanya’nın henüz Berlin’e taşınmamış olan başkenti Bonn’a gidiyorduk. Uçak değiştirmek için Frankfurt’a geldiğimizde Başkonsolos raporu getirdi. Korkmaz bey Frankfurt ile Köln arasında 30-35 dakika süren uçak yolculuğu sırasında raporu okumamı ve görüşümü bildirmemi istedi. İndiğimizde her kelimesine tabii ki katılmam ama iyi niyetle yazılmış ve fotoğrafa benzeyen bir metin, Ankara’ya dönünce kurumlarla istişare ederek gerekiyorsa bazı cevabi mütalaalarda bulunuruz, fotoğrafı beğenmeyebiliriz ama fotoğrafçıyı veya makinasını suçlamaya hakkımız yok demiştim.
Ertesi sabah Almanya Dışişleri Bakanlığına hareket etmeden önce Ankara’da biri o sıralarda Latin Amerika’da bulunan Dışişleri Bakanının (İsmail Cem), diğeri de ona gaybubetinde vekalet eden Devlet Bakanı Şükrü Sina Gürel’in imzasını taşıyan iki açıklama metninin yayınladığını öğrendik. Aynı partide olmalarına rağmen her bakımdan birbirleriyle rekabet içinde olan bu iki siyasetçi AB konusunda da anlaşamazlar ve birbirlerinden kurtulmaya çalışırlardı. Parlamenter sistemin o kadar da ahenkli çalışmadığının gerekiyorsa bir örneğini de bu ikiliyle görürdüm.
Bakanın açıklaması raporu dengeli görüyor, Bakan vekili ise bunun aksini iddia ediyor, bu yılki rapor üzerine Dışişleri Bakanlığının yayınladığı açıklamadakilere benzeyen ölçüsüz, hatta gülünç ifadeler kullanıyordu.
Almanya Dışişleri Bakanlığına gittiğimizde tahmin edileceği üzere rezil olmuştuk. Almanlar müstehzi bir şekilde iki açıklamanın hangisinin Türk hükümetinin görüşünü yansıttığını soruyorlardı. Zavallı Korkmaz bey de canı sıkkın bir şekilde pek inandırıcı olmayan izahatlar vermeye çalışmıştı. O sırada Ankara’da bıçaklar çekilmiş her iki bakan da aralarındaki amansız mücadeleyi bir aşama ileriye götürmüşlerdi. Parti lideri Ecevit ise ikisinin arasında bir tercih yapmak istememekle birlikte kendi görüşlerinin Gürel’inkilere daha yakın olduğunu biliyorduk. Neticede Başbakan Yılmaz konu ile ilgili olmayan bir sebepten dolayı istifa etmiş, bu defa Ecevit’in kurduğu yeni hükümette İsmail Cem Dışişleri Bakanlığına, Şükrü Gürel de Devlet Bakanlığına devam etmişti.
Bu basit olay ve açıklama savaşının hiçbir neticesi olmadan kapatılması bile ülkemizin hiçbir zaman AB hedefine topyekûn kilitlenmediğini, sadece o tarihlerde iktidarda da olmayan İslamcıların değil ulusalcı takımın AB üyeliğini Sevr’in devamı olarak ve ülkemizi parçalanmaya götürecek yahut ekonomimizi yabancılara teslim edecek bir süreç olarak gördüğünün göstergesiydi. Ne yazık ki en başta olanların bu görüşte olmaları ilişkimizin başından beri AB ülkelerinde gerçek niyetimizin üyelik olup olmadığı konusunda anlaşılabilir tereddütler ortaya çıkmasına yol açmıştı. İlk rapor hakkındaki karşılıklı açıklama komedisi şüphesiz Almanlar tarafından AB içindeki partnerlerine anlatılmış ve hükümetimizin üyelik konusunda samimi bir görüş birliği içinde olmadığı görüşünün kuvvetlenmesine yol açmıştı. Açıklama macerası gibi birçok olayın o sıralarda cereyan etmesi tabii ki bu tereddütleri haklı çıkarmıştır.
Gelelim bu seneki rapora. Tabii ilk raporu okuduğumda 25 yıl boyunca AB Komisyonunun her yıl böyle raporlar yayınlamak zorunda olacağını doğrusu beklemiyordum. İlk yıllarda “İlerleme Raporu” olarak tanımlanan bu raporların başlıklarından birkaç yıl önce “İlerleme” sözcüğü kaldırıldı. Raporda herhangi bir sürpriz yok. Daha ilk paragraflarda ülkemizin AB’den uzaklaşmakta olduğu ve AB katılma sürecine bağlılık konusunda tekrarlanan beyanlara rağmen reform konusundaki olumsuz çizginin tersine çevrilmediğine dikkat çekilmektedir. Demokratik kurumların işleyişinde önemli eksikliklere işaret edilmekte, yapılan seçimlerde iktidara haksız avantajlar verildiği, kuvvetler ayırımın sağlanmadığı ve tüm yetkilerin Başkanlığın elinde yoğunlaştığı gibi bilinen ve aksi iddia edilmesi zor olan görüşlere raporda ayrıntılı bir şekilde yer verilmektedir. Bunların hepsi bu ülke vatandaşlarının bildiği şeyler ve iktidarın sözcüsü olmayanların paylaşacağı görüşler olduğu için ayrıntılarına girmeyeceğim. Zaten 141 sayfalık bir raporu bu yazının kapsamı içinde özetlemenin mümkün olmadığı açıktır. Ancak serin kanlı vatandaşlarımızın yakında Türkçesi de muhtemelen yayınlanacak raporu ciddi bir şekilde incelemelerinde sonsuz yarar vardır. İlk rapordan 25 sene sonra kişiler değişse bile AB Komisyonunun de aynı profesyonel standardı sürdürdüğünü inkâr etmek mümkün değildir.
Raporun dış politika ve iç siyaset dışındaki bölümlerinin çok da olumsuz olmadığı söylenebilir. Ekonomik politikalarda AB’den uzaklaşmanın devam etmesine karşılık örneğin bilim ve araştırma alanlarında “Horizon Europe” adlı programa katılma suretiyle ilerleme sağlandığı belirtilmektedir. Buna karşılık uygulanan politikalardan dolayı pazar ekonomisinden gittikçe uzaklaşılmakta olmasının belirtilmesi, bu raporu dikkatle okuyacaklarına şüphe olmayan potansiyel yabancı yatırımcıları Türkiye’ye gelmeye teşvik etmeyeceği açıktır.
AB ile belki az çok ahenkli bir şekilde iş birliğinin devam ettiği yasa dışı göç bölümü raporun en dikkat çekmesi gereken bölümlerinden biridir. Taahhüt edilen 10 milyar avroluk yardımın 7 milyarının ödendiğinin hatırlatıldığı bu bölümde verilen rakamlar Türk kaynaklarındaki saydamlık eksikliği ve yayınlanan bilgilerin güvenilir olmaması nedeniyle kanaatimce özellikle önemlidir. Raporda Geri Kabul Anlaşmasının tüm hükümlerinin uygulanmadığı, özellikle Türkiye’nin geri almayı kabul ettiği kişileri geri almadığını, bununla birlikte Türkiye üzerinden AB ülkelerine yapılan yasadışı göçün devam ettiği, özellikle Yunanistan’a göçün geçen yıla nazaran %123 oranında arttığı belirtilmektedir. Buna karşılık yeşil hat üzerinden Güney Kıbrıs’a ve ayrıca İtalya’ya yönelik yasadışı göçün çok büyük ölçüde azalmış olması nedeniyle toplam yıllık rakamda fazla bir değişiklik olmadığı bilgisi dikkat çekmektedir.
Ülkemizin gözle görülebilecek bir zaman içinde üyelik müzakerelerine yeniden başlamasının ve hatta Gümrük Birliğinin de derinleştirilmesinin bir kısmı kendinden, başka bir kısmı da Kıbrıs sorununun çözümlenmemiş olmasından kaynaklanan engellerden dolayı söz konusu olmadığına göre, üyeliğe hazırlık ve genişletilmiş bir Gümrük Birliği için önemli olan ticaret, standartlar vs gibi alanların üzerinde durmak uzman olmayanlar için belki şart değil. Ancak ilişkimizin geleceği hangi şekli alırsa alsın önemi zaman içinde artacak bir alan varsa o da iklim değişikliği ve yeşil dönüşümdür.
Bu alanda ülkemizin Paris Sözleşmesinde öngörüldüğü şekilde karbondan arınma ve emisyon azaltma programının yetersiz, AB normlarının gerisinde ve hedeflere ne şekilde ulaşılacağı konusunda belirsiz olması nedeniyle eleştiriler raporda yer almaktadır. Önümüzdeki yıllarda AB ve muhtemelen ABD bu alanlarda yetersiz kalan ülkelerden çimento, demir-çelik, alüminyum gibi karbon ağırlıklı sektörlerde yaptıkları ithalata sınırlamalar getirecekleri gerçeği karşısında iktidarın ve sanayimizin dönüşüme önem vermeleri gerekir. Ancak bu konu üzerine ciddiyetle eğilindiğine dair pek bir işaret yok.
Özetle, bu raporun her yıl olduğu gibi ülkenin AB ile ilişkilerinde önem taşıyan birçok alanda bir fotoğraf çekmekte ve AB standartlarına ulaşılması için gerekli reformlara işaret etmekte olduğunu tekrar vurgulamak istiyorum. Özellikle iç ve dış siyaset ile hukuki yapı ile ilgili önerilerin bu yıl da hiçbir şekilde dikkate alınmayacağını söylemeye gerek yok. Bu reformların yapılmasının Başkanlık rejimine geçiş yoluyla iktidarın kendi ellerinde topladığı yetkilerin en azından bir ölçüde dağıtılmasını ve kuvvetler ayrılığına geçilmesini gerektireceği için uygulanma şansları sıfırdır.
Raporu inceleyenler hazırlanmasında ne kadar büyük emek ve kaynaklar harcandığını hemen göreceklerdir. Tabii AB Komisyonu önümüzdeki dönemde üye olmak için iktidarımızdan çok daha hevesli olan ve sayıları genişleyen yeni aday ülkelerin ortaya çıkmasının yaratacağı sınamayla karşı karşıya kalacaktır. Onların bu raporları çok ciddiye aldıkları ve içerdikleri önerileri ellerinden geldiği kadar uygulamaya çalıştıkları bilinmekte, raporların kısa bir incelemesiyle de görülmektedir. Böyle bir durumda AB ülkelerinin içeriği hiçbir şekilde dikkate alınmayan ve seneden seneye aynı tespitleri ve önerileri tekrarlamaya mahkûm olan Türkiye raporlarını kaleme almak için daha kaç yıl boyunca bu kadar emek ve kaynak harcamaya devam edeceğini zaman gösterecektir. AB Zirvesinin Yüksek Temsilci Josep Borrell’den Haziran ayında sipariş ettiği Türkiye ile ilişkiler raporu yakınlarda çıkacaktır. Bu konuda ne gibi önerilerde bulunacağı ve bunların ne şekilde karşılanacağını hep birlikte göreceğiz. Ancak bu raporun iç açıcı öneriler içermesini beklemek safdilliğin de ötesinde olur. Bununla birlikte iktidarın tepkisinin ne olacağını şimdiden tahmin edebiliriz: infial, hakarete varan suçlamalar vs. Keşke yanılabilsem.