İnsanı konuştuğu dil sadece kurduğu cümlelerin anlamıyla değil kullandığı kelimelerle de ele verebiliyor. Dinleyenlerin sana katılmaları, seni desteklemeleri arzusu, hevesiyle “onlar”a şahane bir cümle kuruyorsun. Tam yerlerinden fırlayıp alnından öpecekler… Kullandığın bir kelime işi berbat ediyor.
Misal, o masum çehreli “ama”, dolaşımdaki TL cinsinden değeriyle, hatta öncülü cümleyi bir vuruşta değersizleştirmesiyle öyle bir kelime. Ötesi sözlükteki “siyasi inancını, fikrini, ideolojisini gizleyen kimse” anlamıyla bazen tam kripto para.
Dallandıra ballandıra karşındakilere hak, âdeta destek veriyorsun (o alerjik kelimeye, “âdeta”ya da sonraki yazımda geleceğim), ardından da öyle yenmez-yutulmaz bir “amma velâkin” konduruyorsun ki cümlene, heybendeki bir çuval incir ortaya saçılıyor: “Tüm yurttaşlar, yani efendime söyleyeyim türler eşit yaratılmıştır ama kazın ayağı öyle değil” mesela. (Uydursam da güzel, konuşkan örnek.)
“Ama” de gerisi gelir nasıl olsa
Öyle ki neredeyse her muhabbetin kadrolu-kadrosuz bir “amacı”sı var. Atanmış… Asıl amacı amacılık. Bizim ülkenin bilhassa siyasete ve onsuz pek bir şeye benzetilemeyen hayata dair sohbetlerinde onlara bazen “umacı” (“Küçük çocukları korkutmak için icat edilmiş korkunç hayali yaratık”) demek bile mümkün. Katili sohbetin, tartışmanın. Bölücü… Her mevzuda tehditkâr iktidar dili ise o söylemin Meslek Yüksek Okulu.
İzin verildiği kadarıyla… Seslendirdiğin her fikrine, cümlene nefes nefese yapıştırdığı “ama”sı noktalama işareti. Haklı bir şüphe payının, farklı bir düşünce girizgâhının nidası değil elbette; ama olsun torba dolsun, yeter. En detone terennüm. Hatta yersiz, münasebetsiz olduğunu bile bile bilmezden gelmenin en can sıkıcı tecahül-i arifi.
Hele karşındakine peşinen, bazen pürtelaş, bazen emanet kibirle bir ama desin, gerisi gelir nasıl olsa. Geçmişe ışınlanır, kulpu kırık ezber fincanından geleceği, lekeli küreciğinden zihnini okur, bulur “ama ama ama”sını… Lafını “ama”yla keser, sonra saçmalardan seçmelere geçer. Ne insicam kalır karşısındakinde, ne de sohbette, tartışmada cam-çerçeve.
“Çünkü”süz “ama”nın tahribi
“Ama” seçim sürecindeki sokak röportajlarında, sözlü (sınırlı-sorumlu) kamuoyu yoklamalarında da sık karşılaşılan bir kelime. Belki içinde bir miktar yargı da barındırabilir yahut gözlüğüme öyle çarpmış/çarptırılmış olabilir “ama” özellikle iktidardan bu perişan ortamda bile oyunu asla esirgemeyen insanların söyleminde daha çok sanki. Bazen en zarif, hatırşinas şekliyle bile “Öyle ama…”
Düşüncesi, tercihidir, oyu alternatif liderlere/partilere güvensizliğinin, antipatisinin eseridir… “Ama”sı olanın elbette bir “çünkü”sü de vardır, öyle olması beklenir en azından. Ona iktidarın nefretine uyarak öfke saçmak hoş da değil, doğru da… Hele öfkelenecek şeylerin ibadullah olduğu böyle bir “üst ortam”da.
Siyaset dilinde “Halk Oyunları”
Şahsımın duygusal hengâmesine uygun bir kamu spotu olarak; en insani, ülke standartlarında “zaruri” haliyle bile öfke gibi bir duygu çok tasarruflu, ehil dillerde hakiki inci misali kullanılmalı. Zira öfke de aklına başına, muhakemene iş açan bir mesele.
Kullandığı dilin insanın başına açtığı işler ise “dil”i ezelden bu ülkenin tehlikeli alanları arasına yerleştiren atasözleri, deyimler arasında da mebzul. Belki siyasette dille ilgili “Halk Oyunları” olarak da ifade edebileceğim konuya, siyaset diliyle ilgili mini yazı dizime Can Yücel’den fütursuzca esinlenerek “düşünde bile göremez işler, dilin başına açtığı işleri” babından kafiyeli gireyim.
Ele ayağa dolanan laflar
Laf sadece geldiği, edildiği ya da edinildiği yerle, kaçtığı ağızla değil gittiği yerle de başına iç açıyor kimi insanın. Kelimeler sadece “bkz. sözlüğe” anlamlarıyla dolanmıyor dile. Tarihi, değişimi, kullanımı, ona kazandırdığı/kaybettirdiği itibarla da anlam kazanıyor.
Otuz yıl önce bir bakanın belki de gelecekteki pespaye siyaset dilini, onun iktidarını görerek neredeyse bugünün keyfiyle sarf ettiği “yavşak” kelimesi misal. Küfrünün savunmasını sözlükteki “bit yavrusu” anlamı üzerine kurma çabasına yavrular bile güldü. Eh yerini sağlam görmediğinde de, bazen sapasağlam sandığında da kürsünün ayağı dingildek sehpadan oynak.
“Kötü tuzak, kuranın ayağına dolanır”la ifade edilen mânânın da popüler, perişan seçmelerinin ekranlarda kuyruğa giren “siyaset dili”nde görüldüğünü söylemek de mümkün. Hatta o mevzuda sabık, ünlü hatipleri bile var o dünyanın. Farkındalar mı, dert ediyorlar mı, o da çok şüpheli. Zira tüm gaflarına rağmen susmuyorlar. Gerek de görmüyorlar artık o damakta.
“Laf yetiştirme” siyaseti
Anormal derecede normal bir bakıma… Lafla yürütülüyor, nafile iteleniyorsa gemi, eli bollaşınca da konuşuyor, eli darlaşınca daha çok konuşuyor. “Laf yetiştirme” Türkiye’de bilhassa iktidarın belki de elle tutulur tek zirai faaliyeti. Ki o da amacılığa-umacılığa muhtaç bir üretim.
Böyle bir ortamda “Apaçık iktidar dili”den söz etmek de israf neredeyse. Gizlisi, saklısı kalmadı dil altındaki baklanın… Topluca baktığında hırçınlığı, hoyratlığı, düşmanları, nefreti, naralarıyla açık savaş dili. Ölçü yok. Var sandığında tüm ölçüleri alaşağı ediyor birileri.
Ateş (s)açan laflar… Elden geleni yapıyor, dilden geleni yuvarlıyorlar ortaya. Geldikleri tek yönlü yolun vardığı yerde başka çareleri de kalmadı. Zira koltuktan kalkıp gitmek, oraya kurulanlar için çare değil gerilim, korku filmi. Koltuğu altından aldın mı bazısı ekranda hasır tabure bulamayacak. O yüzden de söylemleri “amacı”dan “umacı”ya geçişin, korku saçmanın, endişe yaratmanın dublajı.
Seçim-savaş-darbe lakırdısı
Serbestiyet’te üç hafta önce, 16 Nisan’da yayınlanan “Ve perdeee!” yazımda sözünü ettiğim “Seçime mi, savaşa mı gidiyoruz?” sorusu, durma güncellenen açıklamalarla, nutuklarla, söylemde-icraatta savaş teçhizatı görüntüleriyle eskiyor.
Mesela “Sandıkları patlatacağız” nidasıyla anılan seçimle, oradaki oyla, o hakkını, iradesini, oyunu kullanan halkla “darbe” kelimesini yan yana getirme cüreti bile sıradan neredeyse. İktidarın merkezlerinde dilden dile çoğalıyor/çoğaltılıyor üstelik. Seçim, özgür irade kelimelerinin ancak darbelerde yan yana gelemediğini unutarak yahut boş vererek.
Hem de öyle ya da böyle bir “darbe girişimi”ni yaşamış ve hâlâ oralardan mağduriyet ekip biçen bir çevrede. Halkın canları pahasına karşı çıktığı “darbe”yi, bu kez de sandıkta halkın önüne koyup, iteleyip “Yine sen önle…” demeye getiriyorlar. Hayali umacıların, hayali darbesini, hayal ettikleri, hayallerindeki “halk”la…
“İnsansız siyaset” muharebesi
O dili, o içten (engellenemeyen) yahut teatral jestler, mimiklerle veya ifadesiz, asık/çatık çehrelerle seyrettiğinde o yaşam biçimini, o dünyayı da hayal edebiliyor, gözünde canlandırabiliyor insan. O nedenle iktidardaki kelimelerin hem “o dünya”daki anlamını, hem de kendi yaşamındaki karşılığını düşünmeli insan. O dilin sıkıştıkça tarihten devşirdiği siciline, sabıkasına iyi bakmalı.
İnsansız savaş uçağına nispet iktidardaki “insansız siyaset”ten söz etmek bile kelime oyunu, mecaz-ı mürsel sayılmaz. Çünkü iktidarın dilinden düşürmediği, savaş açtığı, durma kavga ettiği insanlar aslında yok ortada. Ama “on yüz bin yüz milyon baloncuk”, milyonlarca düşman var. Ona da “insan” demiyorlar zaten.
Yerine/gereğine göre PKK’lı, Fetö’cü, DHKP’ci, bölücü, terörist, ajan ilan edilen Millet İttifak’ındaki, yani muhalefetteki insanlar gerçekte yok. Ankaralılar hâlâ sayaçlarını, su saatlerini okumaya gelecek PKK’lıları bekliyorlar siperlerinde mesela. Ama yok.
Her mevzuda “sanık muhalefet”
Düşmanlar, “her şeyi, her yapılanı yıkacak” o barbar muhalefet düşmüyor dillerinden. Çünkü durmadan üretilen düşmanlar iktidarın tek çaresi, çözümü. Kavafis’ten mülhem, “Ne yapacağız şimdi barbarlar olmadan? /Bir çeşit çözümdü onlar sorunlarımıza”.
Millet İttifak’ında ilaç için bir tane bulsalar gayet elverişli bir yargı var, kapısı izdihamdan zor kapanan zindan, olmadı onu afişe, deşifre edecek, iftiralarla bitap düşürecek “deep/dip” medya var. O insanlar yok ama iktidar ekranlarındaki “kimlik bilgileri” öyle. Her mevzuda sanık muhalefet… Adaletle, yargı sistemiyle, hak hukukla ilgisi olmayan lâkin her köşeye kurulan iktidar mahkemesinin sanıkları, o mahkemenin “onursal” hâkimlerinin pervasız diliyle azarlanıyor, yargılanıyor.
Sıkıntı da yok, insan da…
Bunlara bakıp koca bir ittifakı, gıyabında ona oy veren milyonları yok sayan, küçümseyen, tehdit eden, onları yalancı, hain, kafir, “vatansız, ezansız”, imansız, kitapsız” yetmedi sapkın ilan eden, argonun en vesairesiyle diline dolayan iktidarın “insansız siyaset” yaptığını söylemek sadece ironi mi? Fikren/zihnen de yok; o cenahtan “İnsan değilsin(iz), adam değilsin(iz)” cümlelerini fazlasıyla duymadık mı…
İktidarın gözünde/dilinde açlık sınırında, geçim sıkıntısıyla ifade edilemeyecek koşularda yaşayan, söz hakkı dâhil hiçbir şeye sahip olmayan insanlar da yok! “Ekonomide sıkıntı varmış, yooo” deniyorsa… Siyasi ajandalarında “insan”ın olduğu nasıl varsayılabilir? Yahut o söyleme uygun “insan”lar, o dilde, çizdikleri kalın çerçevede “insan” sayılanlar ne kadar bir nüfusa, iki anlamıyla da “kast”a tekabül eder…
“Çiğne beni be TOGG, çiğne!”
Kampanya kampanya dolaşan TOGG için sıraya giren 100 bine yakın insanı, “herkesin alabileceği” araba vaat edilen “halk”ı da arama ortalıkta, siyasi figüranların dışında ona binip dolaşan bir Allah’ın kulunu da… Halka gerek yok ki, ellerinden bırakmadıkları direksiyona yine kendileri geçip dolaşıyor. Arabanın arkasına süs misali “Çalış senin de olur” çıkartmasını bile yapıştıramazlar.
Seçimlerin siyasi sembolü olarak TOGG’a en yerli yerinde desteği de o taze, popüler videodaki görüntüsüyle AK Partili bir vatandaş veriyor. Sınırsız kabulünü mitingde “aday” edasıyla dolaşan TOGG’un önüne yatarak, alkışlar arasında “Çiğne beni be, çiğneee…” diye bağırarak gösteriyor. Durma çiğneniyor, belki onun alışkanlığı.
Lâkin nafile… Açlık sınırındaki insanları bunlar togg tutmuyor, bunlar toki tutmuyor. Buyurunuz bir kelime oyunu daha ama bu oyun, benim oyunum değil sizin oyununuz. Aklınıza uyuyorum, oynuyorum naçizane.
Prompter da insan göstermiyor
İnanılmaz bir felakette, görülmemiş bir depremde bile enkazın her anlamıyla, tüm hayatıyla altında kalan insanları yok saymaya çabaladılar. O feci manzaraların içindeki hâllerini gizlemeye, hatta onların seslerini, çığlıklarını küstah sunucu/yorumcu müdahaleleriyle susturmaya, sansürlemeye, yok etmeye çalıştılar ekranlarında. Yetmedi faturayı “Devlet nerede!” diye haykıranlara ödetmeye bile kalktılar. İnsan ha?
“Prompter”lar da insan göstermiyor, kontrollerindeki TV ekranları da “öyle insan”lara, ona ayarlı değil. Kadraj dışı… O dil zaten seçim, sandık dışında insan da gerektirmiyor. İktidarın eline ayağına dolaşıyor gerçek insanlar. Muhalif insan olmasa ne güzel siyaset yapılır, değil mi? Onu (da) denediler, deniyorlar…
Siyaset dili hiç böyle olmadı!
O yüzden de siyaset dilinin kemiksiz örneklerinin bazıları “Laf ola beri gele” deyiminin cümle içinde kullanılan biçimleri. Öyle ki içinde tuzaklar barındıran, muhakemeyi aksatan genellemelerin, dönem kıyaslamalarının tehlikesi bile bu dönemde azaldı. Az muhakemeyle riskli bile sayılmaz neredeyse.
“Siyaset dili hiç böyle olmadı” cümlesini gözümü kırpmadan kurabiliyorum artık. İş edinsem o cümlenin girişini boş bırakarak “……. hiç böyle olmadı” kalıbını birçok şeyle doldurmaya da cüret edebilirim. Ki cüret bile sayılmaz bu ölçüsüz, kıyassız ortamda.
Uçlarda yaşanan, insanın karşısına artık hayretsiz çıkan örnekler genellemeyi, kıyaslamayı sadece bir heves değil açıklayıcı bir “tespit argümanı” olarak koyuyor ortalığa. Yarın bir cüret daha göstererek “Sen kimsin ki, ben kimim ki”yle devam etmeye çalışacağım.
YAZI RESMİ: Francisco Goya, “Cadılar Bayramı”.