Hesap kapandı

Messi final maçında iki gol birden attı ve kupayı öperek onu Maradona’ya armağan etti. Yani Tanrı’nın Eli’nin ruhu da şad oldu… Final maçı yüreğimizi ağzımıza getirdi. Ve bunun için de daha bir zevkli oldu. Messi vuslata erdiğinde, sosyal medyada Messi’nin Arjantin’e, futbolun da Messi’ye bir dünya kupası borcu olduğunu, artık borçların ödendiğini, hesabın kapandığını yazmıştım… Kapandı ve film, olması gerektiği gibi mutlu sonla bitti.

2022’de Trabzonspor Türkiye’nin, Real Madrid ise İspanya’nın tepesine çıktı. İki takımımın -hem de doğum günüm olan 1 Mayıs’ta- zaferlerini ilan etmeleri, eşine az rastlanır bir mutluluktu. Eflatun-Beyazlılar bu mutluluğu bir adım daha yükseğe çıkardı, La Liga’nın ardından Şampiyonlar Ligi’ni de aldı. “Don” Carlo Ancelotti; Pochettino’nun PSG’sini, Tuchel’in Chelsea’sini, Guardiola’nın City’sini ve Klopp’un Liverpool’unu tespih taneleri gibi ipe dizerken, taraflı tarafsız herkese mekânın asıl sahibinin Real olduğunu bir kez daha gösterdi.

Hülasa 2022 benim için bereketli bir yıldı. Futbolun perdesi indikten sonra Haziran’da sezonu değerlendirirken, bu bereketli yıldan bir isteğimin daha olduğunu yazmıştım:

“2022’den futbol adına son beklentim, 21 Kasım’da Katar’da başlayacak Dünya Kupası’nı Arjantin’in kazanması. Eğer kupa Messi’nin elinde yükselirse, 2022 dört dörtlük olacak!”  

(https://www.perspektif.online/sezon-sonu-notlari/)

Çok şükür bu da gerçekleşti, kıymetlimiz Messi hak ettiği Dünya Kupası’nı nihayet kaldırdı ve 2022 de gerçekten dört dörtlük bitti!

En iyi kupa

Messi’ye ve Arjantin’e döneceğiz elbet ama evvela kupanın geneli hakkında bir-iki kelam edelim. 1986 Meksika istisna -çünkü bende Maradona ve ona ait olanları başkalarıyla asla kıyaslamama gibi ilkesel, siz isterseniz marazi deyin, bir tavır var- 2022 Katar, tanık olduğum dünya kupaları içinde futbol kalitesi en yüksek olan kupaydı.

Bunun en önemli sebebi, sanırım, takımlar arasındaki mesafenin çok kısalmış olmasıdır. Farklı mili takımların formalarını giyenlerin çok büyük bir kısmı, Avrupa’nın beş büyük liginde ter döküyor. Futbolcuların aynı veya birbirine yakın mücadele seviyelerinden ve futbol kültürlerinden beslenmeleri, takımlar arasında artık devasa bir güç farkının oluşmasını engelliyor. Sahada kora kor, dişe diş bir mücadele sergileniyor, kimse erkenden havlu atmıyor. Herkesin herkesi yenebilme ihtimali giderek güçlendikçe de futbolun seyir zevki artıyor.

Tabii takımların birbirlerine yakınlaşması, hepsinin aynı kadro kalitesine sahip olduğu anlamına gelmiyor. Bazı takımlar, sahip oldukları özel yeteneklerle, yine göz kamaştırıyorlar. Bana göre, turnuvanın en iyi kadrosu Fransa’da idi. Benzema, Pogba, Kante, Nkunku gibi direkt ilk 11’de sahaya sürülecek çok büyük ayakları sakat olmasına rağmen, Deschamp’ın kadrosu çok zengindi.

Fransa’nın ardından İngiltere ve Brezilya’nın da çok sağlam bir ekibi vardı. Her iki takım da, her mevkide birbirini aratmayacak alternatif oyunculara sahipti. Brezilya’yı düşünün; Arsenalli Jesus’un, Unitedlı Antony’nin, Madridli Rodrygo’nun yedek soyunduğu, Liverpoollu Firmino’nun kadroya çağrılmadığı bir oyuncu topluluğundan söz ediyoruz.

İngiltere ise bir başka âlem; Foden’dan Grealish’e, Mount’tan Saka’ya, Belligham’dan Kane’ye, Rashford’dan Sterling’e muazzam bir derinlik. Öncesi hakkında bir iddiada bulunamam ama bu kadronun 1986’dan beri İngiltere adına sahaya çıkan en güçlü kadro olduğunu söyleyebilirim.

“Gönüllerimizin şampiyonu”

Ne var ki İngiltere’nin çok büyük bir handikapı vardı: Hocası. Böylesine çeşitlilik barındıran dinamik bir takımın Southgate gibi kısır bir futbol anlayışının temsilcisi olan bir teknik direktöre emanet edilmesi akıl alır gibi değil. Hem de önceki turnuvalarda Southgate ile gidilecek yolun  olmadığı görülmüşken. İngiliz futbolunu yönetenler şimdi büyük bir ihtimalle saç baş yoluyorlardır ama geçti Bor’un pazarı! 66 Baharı için bir dört yıl daha bekleyecekler.

Belçika da aynı dertten mustaripti. Roberto Martinez, altın bir kuşağı bozuk para gibi harcadı. Kulüp takımlarında harikalar yaratan Belçikalıları sıradanlığa mahkûm etti. Kaç yıldır City’yi sırtlayan De Bruyne’yi bile vasatın altına çekti. Belçika Futbol Federasyonu, Martinez ile yollarını ayırdı ama geç kaldı; zira kupalar kazanması beklenen ve o potansiyeli de taşıyan bir kuşak hiçbir başarı kazanmadan heba edildi. Belçika’nın yeniden böyle bir kadro inşa etmesi kolay olmayacak.

İngiltere ve Belçika bir kere daha elleri boş evlerinin yollarını tutarken, Afrika’dan bir yıldız parladı: Fas. Kupa başladığında, Afrikalı futbolcuların dünyanın en büyük kulüplerindeki yayılımına işaret ederek, dostlarıma bir-iki kupa zamanı içinde Afrika’dan bir şampiyon adayının çıkmasını beklediğimi söylemiştim. Fas, bu süreyi erkene çekti.

Gerçekten Fas; Hırvatistan, Belçika ve Kanada’nın yer aldığı gruptan birinci çıkarak, eleme turlarında önce İspanya’yı, ardından da Portekiz’i devirerek muhteşem bir başarıya imza attı. Hem de öyle anti-futbolla değil, futbolun hasıyla! Yarı finalde, futboldan öte anmalar içeren maçta, Fransa’ya da kök söktürdü. Eğer savunmadaki göbeği (Aguerd ve Saiss) ve sol beki (Mazraoui) sakatlanmasıydı, “gönüllerimizin şampiyonu” Fransa’nın hakkından da gelebilirdi. Artık, bir sonraki Dünya Kupası’na!      

Değerini katlayanlar

Fas, takım olarak gönülleri fethederken bazı futbolcular da bireysel performanslarıyla Katar’a damga vurdu. Mesela Fas’ın orta sahadaki dinamosu Ounahi’nin oyununa resmen çarpıldım. Hem bilekleri çok yumuşak, hem de güçlü; takım savunmasında da hücum oyununda da çok merkezi bir rol üstlendi.

Macron’un futbol bilgisine herhalde pek itibar edilmez, ama onun Faslı Amrabat için kullandığı “Dünya Kupası’nın en iyi orta saha oyuncusu” sözünde haklılık payı yüksek. Çok yönlü bir oyuncu Amrabat, ihtiyaç duyulduğunda defansa da çekilebiliyor ve Cruyff’un o çok sevdiği “orta saha gibi oynayan bir defans oyuncusuna” dönüşebiliyor. Yakınlarda onu Ada’da görmek şaşırtıcı olmayacak.

Hollandalı Gakpo, İngiliz Bellingham ve Hırvat Gvardiol da Dünya Kupası’nda sergiledikleri oyunla değerlerini katladılar ve en üst seviyedeki takımların radarına girdiler. Daha şimdiden onlar için devlerin kapışmaya başladıkları haberleri geliyor. Dolayısıyla Gakpo’yu PSV’de, Bellingham’ı Dortmund’da ve Gvardiol’u da Leipzig’de tutmak, bu saatten sonra mümkün olmayacak gibi.

Arjantinli Enzo Fernandez’i bu çerçevede ayrıca vurgulamak gerekir. Scaloni, turnuvadaki ilk maçta 11’de yer vermemişti Fernandez’e ve bunun için de çok eleştirilmişti. Yanlıştan erken döndü, ikinci maçta sonra orta sahanın patronluğunu Fernandez’e bıraktı. Fernandez de, Mac Alister ve De Paul birlikte, bu işin üstesinden geldi; daha dirençli ve daha kurucu bu orta saha mimarisi Messi’yi rahatlattı, bizi hünerlerinden daha fazla nasiplendirdi. Fernandez hem topla münasebeti çok iyi hem de bitmek tükenmez bir enerjiyle oynuyor. Sonuna kadar layık olduğu “en iyi genç oyuncu” ödülünü alması onun kariyerinde bir dönüm noktası olacak ve önüne –belki de hayal etmediği genişlikte- yeni ufuklar açacak.

“Lionel Messi hayrına”

Ve gelelim Arjantin’e ve Messi’ye. Daha önce de söyledim, rakipleriyle mukayese edildiğinde, cılız bir kadrosu vardı Tangocuların. Sıradan bir futbolsevere Brezilya’dan, Fransa’dan ve İngiltere’den beş isim say deseniz, bir çırpıda cevap verir. Lakin aynı soruyu Arjantin için sorduğunuzda aynı hızda cevap alamazsınız, kişi afallar, soruya muhatap olan düşünmek zorunda kalır. Zira Messi dışında, hemen akla gelen bir isim bulmak zordur Arjantin’de. Belki bir Di Maria ve belki sakat olmasaydı Dybala!

Fakat kadro zayıflığına rağmen, Arjantin kupayı diğerlerinden çok daha fazla istiyordu. Messi için istiyordu bunu. Maçtan sonra yapılan röportajlarda hemen her futbolcu, bu kupayı Messi için kazanmak zorunda olduklarını ifade ediyorlardı. Kaptanları için kenetlenen ve sahada canını dişine takan bir takım vardı. Arkalarında ise onları hep canlı bir biçimde destekleyen enfes bir taraftar grubu!

Aslında takıma ve ülkeye hâkim olan ruh hali, neredeyse dünyanın her tarafına sirayet etmişti. Belki de ilk defa, dünyanın büyük bir çoğunluğu bir futbolcunun dünya kupasını almasını ister, onun için dua eder olmuştu. Öyle ki, Türkiye’de Messi için lokma bile dağıtıldı:

“Bursa’nın İnegöl ilçesinde esnaf Hikmet Işık, Katar’da oynanacak Dünya Kupası final maçı öncesi, İnegöl Belediye Meydanı’nda lokma dağıttırdı. Tatlıcı ile anlaşan Işık, Arjantin’in yıldızı Lionel Messi’nin Fransa karşısında gol atması için 2 bin kişilik lokma dağıtımı yaptırdı. Lokmacı aracındaki, ‘Lionel Messi hayrına’ yazılı kağıt dikkati çekti. Meydandan geçenler de ikram edilen lokmalardan yedi.

“Kupayı Arjantin’in almasını istediklerini belirten Işık, ‘Pazar günü final maçı oynanacak. Messi’ye karşı bir hayranlık var ama işin doğrusu Messi üzerinden Maradona’ya atıfta bulunup, onun ruhuna gönderdik aslında. Kupayı Arjantin’in almasını istiyoruz. Temennimiz; Messi’nin de gol atıp, Maradona’ya armağan etmesi. O yüzden bu lokmayı dağıttık. Afiyet olsun’ dedi.”  (https://t24.com.tr/haber/lionel-messi-hayrina-lokma-dagitti,1079555)

Gerçekten afiyet olsun! Lokmayı dağıtan esnafımız da müsterih olsun; Messi -hem de iki- gol attı ve kupayı öperek onu Maradona’ya armağan etti. Yani lokması yerini buldu, Tanrı’nın Eli’nin ruhu da şad oldu…

Final maçı yüreğimizi ağzımıza getirdi. Ve bunun için de daha bir zevkli oldu. Messi vuslata erdiğinde sosyal medyada; Messi’nin Arjantin’e, futbolun da Messi’ye bir dünya kupası borcu olduğunu yazmıştım.

Borçlar ödendi, hesap kapandı. Film, olması gerektiği gibi mutlu sonla bitti.

Bazen biz de mutlu sonu hak ediyoruz, değil mi ama?!

- Advertisment -