İlk Hakkari ve Şırnak’a turistik geziye gitmek istediğimde yıl 2018’di.
Sonra yine aynı yıl içinde Çukurca Kaymakamlığı ile bir gıda markası çıkardık. Bu iş için 10 ay boyunca ayda en az 2 defa Çukurca’ya gittim.
Yani 5 yıldır her baharda “bölgenin” daha da uç iki şehrine gidiyorum.
Gitmediğimde özlüyorum, her gittiğimde ilk defa gitmişim gibi heyecanlanıyorum.
İşim gereği çok seyahat ediyorum ama Hakkari ve Şırnak salt seyahat değil benim için. Şimdiye kadar algıların çok da iç açıcı olmadığını bildiğim için sınıfın en arkasındaki iki şehrin insanı hayrete düşüren sakinliği, huzuru, ruhu olduğunu yani benim hissettiklerimi herkesin hissetmesini istediğim için her boşlukta direksiyonumu oraya çeviriyorum.
Bu yıl geleneksel “bölgeden” daha da “bölgeye” olan gezimizi Kurban Bayramı’nda yaptık.
Vakit darlığından dolayı ise sadece Hakkari’ye gidebildim. Geçen yıl iş gezisi dışında, Faraşin Yaylası, Berçelan Yaylası ve Cilo Dağı eteklerinde Cennet-Cehennem Vadisi’ne gitmiştim.
Bu yıl niyetim özel güvenlik bölgesi olduğu için özel izinle gidilen Göllerbaşı Bölgesi’ne yani Sat Gölleri’ne gitmek, ardından Cennet-Cehennem Vadisi ve Bala Yaylası.
26 Haziran gecesi yola çıktık bir kadın arkadaşımla. Van üzerinden Yüksekova’ya gidecektik. Gece saat 01.00 gibi Yüksekova’ya varmıştık. 5 yıllık seyahat deneyimimde ilk şaşırdığım arama noktalarının çoğunun kaldırıldığı.
Bu gidişimde Diyarbakır’dan Yüksekova’ya kadar hiç aramadan geçmedik, hiç durdurulmadık. Geçen yıl gittiğimizde Bitlis girişi, Van girişi, 32 Virajlar’daki üs bölgesi, Başkale çıkışı ve en nihayetinde Yüksekova-Şemdinli ile Hakkari-Çukurca yol ayrımında detaylı aramdan geçiyorduk. Bu yıl hiçbiri olmadı.
Yüksekova, bir geçiş bölgesi olduğu için Irak’tan Türkiye’ye gelen veya Türkiye’den Irak’a geçmek isteyen iş insanlarının istasyonu. Havaalanı var, dolayısıyla ülke içinde de Hakkari ve civarına gelecekler için en kestirme yol. Bu yüzden de çok iyi standartlarda oteller var.
Arife günü yani 27 Haziran’da, Yüksekova ilçe merkezi çok kalabalık. İlçe merkezinden son alışverişler yapılıp köylere gidilecek çünkü. Biz ise uzun zamandır tanışmak istediğimiz bir kadın kooperatifine konuk olacağız.
Sabah erkenden kooperatifin açtığı işletmeye kahvaltıya gittik. Son 3 yıldır bölgenin yenilebilir ot envanterini kültürel tarihiyle beraber kayıt almaya çalışıyorum. Bu yüzden otları yakından tanıyorum. Kavutu, siyabolu kavurması, dereotu, Hakkari-Şırnak’ta yetişen mende otu ve yoğurtla yapılan jajîk, tahin, otlu peyniri ve coğrafi işaret alan çirek peyniri ile muhlama.
Diyarbakır’da tarım ve gıda işine ilk başladığımda açıkçası bu kadar zengin bir gastronomi ile karşılaşacağımı ben de bilmiyordum. Gezdikçe öğrendim, öğrendikçe bilmeyişime, bilinmemesine, katma değere dönüşmemesine, sadece bu bölgenin tarım ürünlerinin doğru bir politikayla tanıtılıp, işlenip, pazarlanmasıyla kişi başı gelirin bilmem ne kadara çıkacağını düşündükçe hayıflanıyor ve kaybettiğimiz zamana üzülüyorum.
Resmi tedrisatımız bize buraların “Kışları soğuk ve karlı, yazları ise sıcak ve kurak” geçtiğini öğretti, kısmen yanlış da değil ama eksik öğretti. Buralar dağların konuşlandığı bir bölge ve dağların arasındaki küçük köylerin çoğu mikro-klima.
Yani Şemdinli’de ve Esendere’de elma yetişir. Derecik seracılığa çok uygun, hatta Çukurca’da çalışırken çilek yetiştirildi. Küçük küçük çeltikler var yol boyu mesela.
Kahvaltıdan sonra tarlaları görmek için köylere doğru gittik. İlk defa patates yetiştiren bir aileye konuk olduk. Ardından yine ilk defa ayçiçek yetiştiren başka bir aileye. Yüksekova tarıma çok elverişli. Çünkü yüksek dağların tam ortasında gözününüz alabildiğine düzlük bir ova. Ancak üzgünüm bu ovanın birkaç yıl sonra ekilebilir arazisi azalmakla karşı karşıya.
Kimilerinin çok sevindiği kimilerinin ise tarım arazilerinin yok olacağı endişesiyle karşı çıktığı bir haberin konusu Yüksekova çünkü. Cumhuriyet’in 100. Yılından 3 ilçe il olacak. Yüksekova da bu isimlerin arasında halkın arasında dolaşan habere göre. İmkanların ve yatırımların daha hızlı gelmesi için il olması iyi bir haber olsa da Türkiye’de şehirleşme pratiğimiz ve deneyimimiz maalesef “korumak” temelli bir şehirleşme değil “inşaat” temelli bir şehirleşme.
Oysa Yüksekova’da kaldığımız iki gün boyunca buranın “şehir imkanlarının gelmesi koşuluyla” bir kasaba olmasını hayal ettik. Ova boyunca her tarlada tarla sahibinin az katlı evi, güzel yolları, tertemiz refüjleri… İlçeyken bile arife trafiği ile baş edilemedi, Yüksekova’da trafikte mahsur kaldık, şehirleşme halinde neler olacağının provasıydı. Hayırlısı olsun bakalım.
Yüksekova’da ikinci günümüz. Cilo Dağı’nın Yüksekova’ya bakan kısmı olan İkiyaka Sat Gölleri’ne çıkacağız.
Göllerin başladığı rakım 3400, en zirve ise 4135. Aracımız arazi aracı. Yüksekovalı kadınların kurduğu tarım kooperatifinden 2 kadın bir de çekim için bir erkek arkadaşımız var yanımızda. İzinleri yola çıkmadan almıştık. Sabah erkenden yola çıktık. Yol taşlık, yolu yeni açtıkları için taşlar hâlâ toplanmamış ve keskin. Zirveye virajları döne döne gidiyoruz. Manzaraya karşı arabamızı dik bir yokuşta durdurduk. İyi ki durdurmuşuz, tekerleğimizin hava kaçırdığını anlamayacaktık yoksa.
Keskin taşlar tekerleğimizde derin bir yarık oluşturmuş. İki seçeneğimiz vardı; tekerleği kendimiz değiştirecektik ya da askeri noktaya haber verecektik. Bayram bayram güvenlik güçlerine iş çıkarmamak için tabii ki ilkini tercih ettik. Bir saatlik aradan sonra işte yeniden kontağı çalıştırdık. Zirveye yarım saat sonra vardık.
İnanılmaz bir yer Sat Gölleri, karların eriyip irili ufaklı göl oluşturduğu bir bölge.
Karların eridiği etrafı saran üç dağ zirvesine güvenlik güçleri konuşlanmış. Hiç endişesiz orayı görmek muazzam bir duygu. Hızla eriyen buzulların oluşturduğu şelaleleri, suyun buz gibi ve içilebilir olması, kar ile otların aynı yerde olması, aynı karede hem kar, hem yeşil alan, hem göl, hem şelale, hem dağları görmek muhteşem.
Ülkemin güzelliklerine şükrüm hep dilimdeydi. Ancak üzüldüğüm bir noktayı öğrendim. Bu yazıyı okuduğunuzda muhtemelen festival yapılmış olacaktı.
Evet yanlış okumadınız, bir milli parkta konserli, 20 bin yıllık buzulların oluşturduğu göllerde yakıt ile çalışan flyboardlı festival yapmak, bölgeyi tanıtmak ve terörle mücadele gelinen güzel noktayı göstermek açısından iyi ama doğayı korumak açısından aynı noktada bir iyilik maalesef pek mümkün değil.
15 bin kişinin katıldığı bir festivalde kurulan ses sistemi kuşları ve diğer canlıları, 15 bin kişinin bir anda araçlarla gelmesiyle ortaya çıkan sera gazının ekolojiyi, endemik bitkileri, orada mangal yakılması, insan hareketliliği ve su sporu aletlerinin etkilediği buzulları kaybetmemiz demek. Oysa o konserleri ve festivalleri başka yerde yapabiliriz, mangalımızı başka yerde yakabiliriz. Milli Park olan bu muhteşem yer gelecek nesillere kalmalı oysa.
Umarım yanılırım ve gelecek yıllarda bir özür yazısı yazarım bu düşüncelerim için.
Maalesef yanılmadığımı bir sonraki gün gittiğim Cilo Dağları’nın Hakkari’ye bakan kısmı olan Cennet-Cehennem Vadisi’nde gördüm. Geçen yıl gittiğimde Hakkari’nin her köşesi gibi oraya da hayran kalmıştım. İsviçre’yi görmedim, bilmiyorum ama kitaplardan okuduğum, videolardan izlediğim İsviçre’nin güzelliklerinin benim doğduğum ülkede gözümle görmek muhteşem bir duyguydu.
Bu yıl ise koca bir üzüntüyle döndüm Cennet-Cehennem Vadisi’nden. Daha önce yasaklı olduğu için izinle değil ama bölgeden bir ailenin referansı ile gidebiliyordunuz. Ama bu yıl girişler serbest. Vadiye giderken topraklı daracık yolda trafik vardı. Vardığımızda ise karların oluşturduğu nehirlerin en kenarına kadar arabalarıyla gidip piknik yapan yüzlerce insan.
Oysa biz geçen yıl (bizim dışımızda kimse olmamasına rağmen) aracımızı toprak yolda bırakıp yürümüştük, boyumuzu aşan otlara zarar gelmemesi için. Daha önce Nemrut Krater Gölü’nde buna benzer bir manzara görmüştüm. Hatta Nemrut Krater Gölü’ndeki çöp deryasının sosyal medyada paylaşmıştım, Tatvan Belediyesi bu paylaşımdan bir gün sonra çöpleri temizlemiş, Bitlis Belediye ve Bitlis Valiliği ise paylaşımdan sonra şehirde çöp toplama etkinliği yapmıştı.
Cennet-Cehennem Vadisi’nden de aynı durum söz konusu. Biliyorum hepimiz manzarası olan bir yerde keyifli bir haftasonu geçirmek istiyoruz. Mangal partisi eşliğinde uzun sohbetler yapmak istiyoruz. Ama bunları 20 bin yıllık buzullarda yapmak demek, onları kaybetmemiz demek. Kimse tek başına suçlu değil.
Birey olarak bizim özdenetimimiz ve devletin yasal denetimi beraber çalışmalı. Ama günün sonunda bizim özdenetimimiz işlemiyorsa, “ecdattan yadigar” güzellikleri korumak için yasal denetimin devreye girmesi gerek. Bu muhteşem doğanın zarara uğrayacağı bir öngörü değil, gözümle gördüğüm ve tecrübe ettiğim bir gerçek maalesef. Geçen yıl otlardan dolayı yürümekte zorlandığım su kenarı olan yere arabaların gelip gitmesinden dolayı otlar bitmiş, dümdüz toprak olmuş. Bu üzüntüden dolayı fazla kalmadan çıktık Cennet-Cehennem Vadisi’nden.
Geçen yıl Berçalan’da bizi ağırlayan Sefer Abi, koyunlarını beslemek için Bala Yaylası’na çıkarmış. Onu ziyarete Bala Yaylası’na gidiyoruz.
Rakım 3200, zirve 3800. Yol yine toprak ve tek yol. Türkiye’nin en zor yollarına araç sürdüm. Kimi zaman tehlike de atlattım. Geçen yıl Uludere’deki yaylada mahsur kaldım. Bahçesaray-Hizan yolunda yaşadığım tehlikeyi soğukkanlılıkla atlattım. Ancak Bala Yaylası benim en korktuğum yol oldu. Yolu da zor olduğundan insan mahlukatının rahatsız etmediği doğal hayatı sizi büyülüyor. Bu yaylada Koçerler hayvanlarını besliyor. Burada sağılan sütle yapılan peyniri, endemik bitkilerle beslenen arıların ballarını nasıl markalaştırmamışız aklım almıyor. Sadece Bala Yaylası için değil, Silopi’nin, Cizre’nin tertemiz havasında yetişen susamı, Diyarbakır’ın Karacadağ’ındaki pirinci, Şemdinli ve Esendere elmasını, Şemdinli ve Derecik’teki maş fasulyesini, Yüksekova’daki peyniri, Uludere’deki otları…
Dönüş yolunda Uludere’den geçerken bir dükkanın tabelasına gözüm takıldı.
“Uludere Markalaşıyor Projesi” yazıyordu. Fikir ve proje çok güzel tam da istenilen arzu edilen şey. Ama ülkedeki sıradan birçok vatandaşın tecrübe ettiği gibi bu projeler ya bürokrasiye takılıyor ya devamlılığı olmuyor. Bizim bölgeyi karış karış gezmemizin, kuş uçmaz kervan geçmez yaylara çıkmamızın, dağ köylerindeki üretici kadınları bulmak için tehlikeli yollara gitmemizin sebebi, yaşadığım bölgenin tarımını, ürününü, üretimini markalaştırmak. Bunu bir vatandaşlık görevi olarak görüyorum. 5 yıldır bazen sonuçsuz kalan gezilerimizin sebebi de bu. İnatla devam edeceğiz gezmeye buraları. Umarım sonraki gezilerimizde kötüye giden gidişatı değil, bize miras bırakılan doğanın korunduğunu, ecdadın kıyamadığı kuşların, otların canlılığına şahit oluruz. Bu bölgenin doğasını, tarımını, kadınını daha ileriye taşımayı bir sorumluluk olarak görüyoruz. Oryantalist bir edayla değil, borçlu olmanın mahcubiyetiyle…