Her sene rüzgârın önüne kattığı, gündeme oturan birkaç film oluyor. Bu yılın filmlerinden biri İskoç yönetmen Charlotte Wells’in ilk uzun metrajı Aftersun. 2000’lerin başında Türkiye’ye tatile gelen bir baba ile kızın dokunaklı hikâyesine odaklanıyor. Wells’in ödüllü kısaları Blue Christmas ve Laps’in ardından çektiği ilk uzun metrajlı filmi Cannes Film Festivali’nde Jüri Ödülü’nü almıştı. Festival izleyicilerinin yaz aylarından bu yana tükettiği film, MUBI’deki gösteriminin ardından yeniden gündeme geldi. Kimileri Aftersun’ı göklere çıkardı, sinema tarihinin başyapıtları arasına aldı kimileri ise yarısına kadar izleme sabrı gösteremediklerini ifade edip eleştirilere boğdu.
Yönetmenin kendi hikâyesinden izler taşıyan Aftersun, bir nevi yetişkin Sophie’nin (Celia Rowlson Hall) zihninde geçiyor, onun babası Calum (Paul Mescal) ile yıllar önce yaptığı tatil anılarını hatırlama çabası. Fakat filmde biz daha çok çocuk Sophie (Frankie Corio) ile henüz otuzlu yaşlarının başındaki babasını (Paul Mescal) izliyoruz. Film, bir el kamerasının görüntüleri ile açılıyor. Baba ile kızın hatıralarına bu analog, karıncalı görüntüler üzerinden şahitlik ediyoruz. Sık sık kesintiye uğrayan, kararan, babayı bir türlü kadraja sığdıramayan bu görüntüler Sophie’nin geçmişle ve babasıyla kurmuş olduğu “aksak” ilişkiye dair de bize pek çok şey fısıldıyor. Baba ile kızı arasında güçlü bir bağ, sevgi olduğunu görebiliyoruz fakat bir taraftan da bu ilişkide tanımlanamayan, “olmamış” bir hal var. İkisi de o zamana kadar tam kurulamamış baba kız ilişkisinde ıskaladıkları anları yakalamak ister gibi fakat bir taraftan da dikişler hep patlıyor, babanın çocuksu ve buhranlı ruh halleri arasındaki salınışları, meteliksizliği, bir baltaya sap olamamışlığı ve Sophie’nin çocuk bakışına rağmen onu tüm şeffaflığı ile kavrıyor, görüyor oluşu ikisi arasındaki duvarları her defasında tekrar örüyor.
Aftersun başı sonu belli, konvansiyonel sinema anlatısına sahip bir film değil. Sophie’nin geçmişten çağırdığı ya da daha doğru bir ifadeyle çağırabildiği anlara, durumlara yaslanıyor. Geçmişe dair anılarımız bizden, an’dan uzaklaştıkça birbiri içerisinde eriyerek adeta bir yekûne dönüşüyor. Birbiri içerisinde eriyerek yok olan anlardan geriye kalan ise imgelerden ziyade tortulaşmış duygular. Hatırlamak istedikçe onları cisimlere, imgelere tutturan, her anımsadığımızda yeniden kuran yine biziz. Filmin nihayetinde de Sophie’nin hatıralarından izleyicide kalan içe oturan ağır bir duygu. Aftersun izleyici için bittiği andan itibaren başlıyor, duygusu yoğun bir rüyadan uyanmışız da ne gördüğümüzü hatırlayamadığımız, rüyadaki seçemediğimiz cisimleri, yüzleri zihnimize çağırmaya çalışmamız gibi. Küçük bir kız çocuğunun babasıyla yaşamak istediği hatıralar, konuşmak istediği sözcükler hepsi adeta bu seyir deneyimi içerisinde somutlaşamadan buharlaşıyor, kadrajlardaki boş alanlar, kurgudaki siyaha düşüşler, kurulamayan cümleler ile hep bir “olamama” hali, bu “uçuculuk” hissi üzerine kurulu film. Tıpkı Sophie’nin zihninde olduğu gibi seyirde de hiçbir hatıra diğerine bağlanamıyor, hiçbir sözcük diğerine eklemlenemiyor. Filmin en çarpıcı diyaloglarında dahi karakterler hep bir monolog içerisinde. Babası otel odasında dişlerini fırçalarken Sophie’nin yoğun bir günün gecesinde yatağın kendisini içine çektiğinden bahsedişi; bir başka sahnede küçük kızın, aynı gökyüzü altında yaşadığımız için bir nevi beraberiz derken her ikisinin de farklı yönlere bakıyor oluşu; babanın insanın doğup büyüdüğü yerden bir kez ayrılınca bir daha oraya ait hissedemediğine dair cümlelerinin ardından ufaklığın kucağında uykuya dalışı… En yoğun paylaşımlar bir yandan hep diğerini teğet geçiyor gibi fakat bir yandan da babanın muhtemel sonu ve Sophie’nin yetişkinlik döneminde bu anlardan bir türlü çıkamamış olması öyle olmadığını bize gösteriyor. Sophie’nin babasına ulaşabildiği en canlı, neşeli anlar hep kameranın bakacı ardından. Ellerindeki kamera onlar için elzem bir iletişim aracına dönüşüyor. Filmde bu iletişimi mümkün kılan diğer bir araç ise güneş kremi. Kimi sahnelerde küçük kız babasına krem vasıtasıyla şefkatle temas ediyor kimi anlarda da baba kızına. Birbirlerini hayata karşı, Queen ve David Bowie’nin filmde de yer alan muhteşem şarkısı Under Pressure sözlerindeki gibi “bu dünyayı bilmenin dehşeti”nden korumak ister gibiler. Seyrin sonunda izlediğimiz Under Pressure sahnesi, bütün söylenemeyenleri dile getiren, toparlayıcı bir etkiye ve güce sahip, filmin ağırlık merkezi. Bizi bu sahneye adım adım taşıyan, Calum’un filmin başındaki alçılı kolu ile cisimleşen yaralı hali seyrin ikinci yarısında daha da görünür kılınıyor. İçinde büyüttüğü karanlıktan başını çıkarıp kızına tebessüm etmeye çalışsa da yaralarının iyileşemeyecek kadar derin olduğu, hayat ile kurmuş olduğu sallantılı ilişki, sınırdaki durumu Sophie gibi izleyiciye de bütün ağırlığıyla hissettiriliyor.
Baba ile kızın bu tekinsiz ilişkisinde karaoke sahnesinde, filmin orta yerlerinde, adeta bir yırtık açılıyor. Sophie’nin babasına sarf ettiği çok kısa ama ağır cümle ile seyir ikiye bölünüyor, roller değişiyor. Bu noktadan sonra Tai Chi yaparak kendine gelmeye çalışan babanın daha depresif anlarına şahitlik ediyoruz. Belki de Sophie’nin bir günah çıkarma ayini bu film. Babasının denizin karanlığına doğru hızla koşarken, pervazlara çıkmış düştü düşecek hallerinde, hayata tutunmaktan ziyade savrulmaya yatkın tabiatı, içinden çıkamadığı bu acısında kendisinin de katkısının olduğuna dair çocukca bir şüphe, öyle ki yetişkinlikte dahi yakasını bırakmamış. Filmin sonlarındaki dans sahnesi, genç Sophie’nin babasını kucaklama arzusu da yıllar önceki itişinin telafisi, çocuk yaşlarda erişemediği yaralarını sarma çabası.
Aftersun’ı pek çok sinema başyapıtı ile ilişkilendiren var. Film, hafızanın işleyiş biçimine yakın bir sinema dili kurması, bu derece öznel bir hikâyeyi anlatıyor oluşu ile Andrey Tarkovski’nin Ayna filmi ile de irtibatlandırılabilir. Aftersun’ın durağan anlatısı ve anlara odaklı ilerleyen yapısına rağmen izleyicide güçlü bir tesir bırakmasının ardında ise bu yalınlığa işlemiş olan, görmediğimiz ama hissettiğimiz güçlü hikâyeler yatıyor. Başı sonu belirsiz bu uçucu anların ardındaki duyguyu, bize anlatılmayan ama orada olduğunu bildiğimiz öykülerin gücü yine izleyiciye aktarıyor. Konuşurken iki sözcüğün arasına yerleşen iç çekmeler, yutkunmalar gibi filmdeki es’ler, kesmeler, bu tanımsız alanlar da hep çerçevenin dışında bırakılanları bize îmâ ediyor. Filmin içerisinde önemli bir yer işgal eden Türk kilimi de biraz böyle değil mi? Calum’un bir terapi gibi başını yaslayıp adeta dinlediği, maddi imkânlarını zorlamasına rağmen satın aldığı kilim ile ilgili ağzından duyduğumuz tek cümle, satıcıdan öğrendiği, her birinin ardında farklı bir hikâyenin olması. Kilimlerin dokusunda sabitlenenin ardındaki mühürlenmiş zaman, görmesek de o motiflere işlemiş olan hikâye, duygular…
Aftersun, ilk film olmasına rağmen sade ve güçlü diyalogları, müzik kullanımı, kurgusu ile oldukça başarılı. Çocuk Sophie rolünde Frankie Corio gerçekten ışıldıyor. Baba karakterini canlandıran Paul Mescal ise çocukluktan çıkamamış fakat yetişkin de olamamışlığın verdiği sıkışıklığı, neşe ile hüzün, gülmek ile ağlamak arasındaki güçlü ifadeleriyle, beden diliyle ete kemiğe büründürüyor.
Yazının başında Aftersun ile ilgili seyirci cenâhında bir cepheleşmeden bahsetmiştik. Aftersun yılın en güzel ikramlarından biri, filmi bütün duyduklarınızı, okuduklarınızı paranteze alarak, sabır göstererek, hissederek izlemeye çalışın derim. Yönetmen çok içeriden, özel bir paylaşımda bulunuyor, bütün sadeliğine rağmen izleyiciyi bu derece kavramasının ardında da bu samimiyet yatıyor.