Ana SayfaGÜNÜN YAZILARIKraliçeyi reddeden şövalyeler

Kraliçeyi reddeden şövalyeler

Ekranımdaki filmatik kraliyetleri en çok o tahtlara kurulan kralla kraliçenin huzuruna çıkanları “Çekilebilirsiniz”, “Alın götürün bunu…” gibi birçok anlama gelen, kulu farklı akıbetlere sürükleyebilen baş ve orta parmak işaretiyle hatırlıyorum. Dışarıya doğru hafifçe kıpırdatılan, her kıvamda “Çek git” diyen iki parmak, kibrin, yeninden gözüken zulmün, tehdidin tarihi sembolü… O yüzden krallık ihtirasını, otoriteyi ellerinden, el dilinden, hatta kaldırdığı tek parmağından bile tanıyoruz.

Geçen pazar Kraliçe II. Elizabethsiz hayat babından değindiğim krallıklar, “söylem”iyle de yer etmiş belleğimde. Tarihini düşününce, her türden Kraliyet Lugatı’nda “Evet, peki, olur, tamam” kelimeleri pek olmaz gibime geliyor. Koca hükümdarın, kralın, kraliçenin kirpiklerini kırpıştırarak “Peki” deyişini canlandıramıyorum gözümde.

Lâkin “Bu dünya ne sana, ne de bana kalmaz / Sultan Süleyman’a kalmadı / Böyle hiçbir kitap yazmaz” şarkısıyla hatırladığımız gibi, krallık sarsılan, çöken, yıkılan bir şey. O minvalde elbet kerhen “Evet”ler, mecburen “Çok ısrar ediyorsunuz, peki madem”ler de var tarihte, ama zihnimdeki, güdümlü hayalimdeki krallık imajına hiç yakıştıramıyorum. Şık da değil…

Kralla kraliçenin parmakları

“Hayır, bu ne cüret, haddini bil” ise bence krallıkların temel dil bilgisi, o ihtişamı dille süsleme, pekiştirme sanatı. Hükümdar için bazen “Hayır” demek bile gereksiz, yorucu, tenezzül dışı. Biraz avam ve gösterişsiz de…

Ekranımdaki filmatik kraliyetleri en önce, en çok o tahtlara kurulan kralla kraliçenin huzuruna çıkanları “Çekilebilirsiniz”, “Alın götürün bunu…” gibi birçok anlama gelen, kulu farklı akıbetlere sürükleyebilen baş ve orta parmak işaretiyle hatırlıyorum mesela. Resimli, Filmli Tarih birikimim öyle.

Dışarıya doğru hafifçe kıpırdatılan, her kıvamda, dilde-deyişte “Çek git” diyen iki parmak, kibrin, yeninden gözüken zulmün, tehdidin tarihi sembolü… Gözlerine zaten bakamıyorsunuz. O yüzden saltanat ihtirasını, otoriteyi ellerinden, el dilinden, hatta kaldırdığı tek parmağından bile tanıyoruz, veciz söylemem gerekirse.

Kraliçe’ye “Yılın Yaşlısı” hadsizliği

Otoriteyi kral-kraliçe yapan işaret dillerinden en etkilisi de belki her koşulda, mevzuda “ret imtiyazı”. Gerçi Kraliçe II. Elizabeth başka. Masallardan, masalları kıskandıran tarihten bildiğimiz “Kraliçe”lere oranla değişik, mecburen ve fazlasıyla “light”tı doğrusu. Şaşaalı, tumturaklı bir ret imtiyazına kuşkusuz sahip değildi.  

Ama önceki yazımda değindiğim gibi yeri yine de ayrı. Ahir zaman kraliçelerin biriciğiydi. Maiyetindekilere, elinin ulaşabildiği yerlerdekilere yönelik usturuplu, imâen “ret”leri, o mânâya çekilecek jestleri, mimikleri bile magazinel dedikodulara konu oldu. Asıl ilgimi çekeni, yazımı tetikleyeni ise geçen yıl hedef kitlesi yaşlılar olan The Oldie dergisinin geleneksel “Yılın Yaşlısı” ödülünü tereddütsüz, net bir ifadeyle reddetmesi…

Ruhi Mücerret’i hatırlamak

Sekreterinin dergiye gönderdiği ret mektubu gayet kral(içe) bir açıklama:  “Majesteleri insanın hissettiği yaşta olduğuna inanıyor. Bu nedenle Kraliçe ödülü kabul etmesi için gerekli kriteri karşılamadığını düşünüyor ve ödüle daha layık olan birini bulmanızı umuyor.” Bak bak bak, demek fırsatını bulunca “o ödüle daha layık olan birini” diyerek, kimbilir kime inceden laf yetiştiriyor.

Dikkat ettim, sekreteri zarif cevabî mektubunun sonuna gülücük emojisi de koymamış. Ciddi yani… Oysa “Hissettiğim yaştayım” cümlesini o günlerde 95 yaşındaki bir kraliçeden duymak, bence Murat Menteş’in 100 yaşındaki “Ruhi Mücerret”i anlattığı romanı kadar esprili, şahane. Esprinin devamını bilemiyoruz; Kraliçe’nin kendini hangi yaşta hissettiği meselesine açıklık getirilmemiş.

İnsanların dört yaşı var

Yaş meselesi zaten kendinde parodi. Zira üç yıl önce Serbestiyet’teki “Yaşlanmak ve gibi hissetmek” yazımda da değindiğim gibi insanın yaş muamması en az üç ayrı yaşa tekabül ediyor esasında. Olduğu yaş, gösterdiği yaş, hissettiği yaş.

Buna olduğu yaşla, hissettiği yaş arasındaki şarampolde, bazen o yüksekten düşme hisli rüyaların uçurumunda yaşayanları katarsak… Buyurun dördüncüsü. Hepsi de mizaha açık, hatta bazen onu -durduk yere- teşvik eden, kışkırtan alanlar.

Küresel klişeler arasında self-terapiye, espriye en teşne olanı da İnsan hissettiği yaştadır vecizesi muhtemelen. Hemen her vecize gibi, daha çok uyduranın işine geliyor böyle kıssalar. “Ayağını yorganına göre uzat” diyenin önce yorganına bakın misal.

Heyhat ruhla beden, kimyayla biyoloji, havsalayla mafsallar itişiyor bu mevzuda. Yaşlılığı, yavaştan ihtiyarladığını da en çok ve doğrudan oralardan hissediyorsun zaten. Hal böyle olunca “Hissettiğim yaştayım” meselesi, yetkililerin ekonomideki eveleme geveleme teorilerini andırıyor. Hayır, hissedilen o dediğiniz değil öbürü.

İnsan tarifine göre ihtiyarlamıyor

Çok da eleştirmemek lazım, insanlık hâli kotasından normal bir şey… İnsan hislerini, ruhunu, hayâllerini yaşına uygun büyütemiyor, kocatamıyor genelde. Bu nedenle kimse tüm varlığıyla öyle tamı tamına, tarifi tarifine ihtiyarlamıyor. İnsanın kendisini hissettiği yaşta görmesi devrelerini yakmıyorsa fazla sorun da sayılmaz yani.

Fakat ikide bir, yersiz-zamansız “Kendimi 20 yaşında hissediyorum” derseniz, biri çıkar “E, bi koşu gel o zaman” diyebilir. Abartılı, bünyeye alınamamış böyle durumlar, insanın kendini bir an örnekteki gibi Kraliçe hissetmesini, masallardaki Kraliçe Aynası’nda öyle görmesini sağlar belki de, “vezir etmesi” pek beklenemez fikrimce.

Kuralla, teşrifle geçen ömür

Kontra yanıtı da Murat Menteş’den geliyor: “Elli yaşındaki bir adam kendini otuz yaşında hissediyorsa, yirmi yılını boşa harcamıştır.” Ki -o gönlünce- yaşamamışlık Kraliçe II. Elizabeth’in hayatına, tahtına dair kurulacak cümleler arasında da başa güreşir gibi geliyor bana. Yani benim hasır taburemden öyle gözüküyor.

Bildiğimiz kadarcığıyla kurallardan, protokollerden, her yere, her “an”a,  duşa, kahvaltıya, TV’deki The Crown dizisinin karşısında patlamış mısır yemeye teşrif etmekten, teşrifattan ibaret bir ömür… Her şeyin yaldızlı, varaklı, kurallı. İşin acele, günlük alışverişe, görümcene beş çayına filan gideceksin, “kraliyet geleneği, simgesi” diye seni faytona, olmadı Nuh Nebî’den kalma Rolls Royce’a bindiriyorlar.

Koyduğun bi tanecik kuralın yok

Üstelik doğuştan tâbi olduğun binlerce kural varken, “Hayatım kural”ın altın kitabını su gibi ezberlemiş,  yazmış, hatta 32 kısım tekmili birden filmini çevirmişken, aklına esip, gönlünden geçip de kullarına koyduğun bi tanecik kuralın yok! Bir tane de olsa kulunu-kölesini bulduğunda herkesin var oysa…

Haddim olmadan empati yapıp üzülüyorum. O donanıma, disipline, ömrünü verdiğin kariyere, ayrıcalığa, o tarihi ezberle çıktığın tahta sahip olmana rağmen kuralları sen koyamıyorsan olur mu hiç öyle kraliçelik, krallık! Olmaz ki, saltanat öyle de yaşanmaz ki… Taht mı denir ona, baht mı denir öyle hayata.

Bakınız unvanıyla, o tahta seçimle teşrifiyle tanım gereği kral, kraliçe, hükümdar, sultan filan olmasa da kuralları her fırsatta kendi koyan ya da kuralları öyle, keyfince, kendi bildiği gibi uygulayan birçok örnek var günümüzde. İnsan kıskanmaz biraz örnek alır.

Bazımız gençliğinden de genç

Bu münazarayı daha da uzatmayayım… Bu paragrafı hiçbir “yaşlı”nın okumayacağını, üzerine alınmayacağını biliyorum üstelik. Çünkü hepimiz aşağı-yukarı hissettiğimiz yaştayız. Bazılarımız gençliğinden bile genç hatta. Çocukken “Erkeğe kırmızı yakışmaz” diye Yavrukurt flamasını bile kızların üzerine sallayanlar, şahsımla birlikte kırmızı çorap arıyor şimdi.

Derdim, meramım, kendi hâllerine, monarşlarına, hayathanelerindeki saltanatlara ve delik deşik demokrasilerine filan bakmadan Kraliçe’nin ölümüyle alay edenlere katılmak, ölümde-dirimde pusuya yatan o kervanın kendinden haşmetli gölgesinde kalmak da değil elbette.

Tamam, kraliçe örneğinde “insanın hissettiği yaş” meselesinin kendinde ironik bir yönü var. Belki giderayak makaraya aldı bizi, İngiliz esprisi olduğu için anlamadık. Ayrıca “… gibi hissetmek” yaşlanınca bize de oluyor ama ağlanacak hâlimize ayan beyan gülmüyor, alay ederken aynaya yakalanmıyor, el âleme ulu orta homurdanmıyoruz.

Reddetmeyle gelen madalya

“Reddetme imtiyazı”na dönersek, Kraliçe II. Elizabeth hem ona sahip değil, hem de aklına esen onu reddedebiliyor. Bir bedeli, anında geri dönüşü de yok birçok ülkedeki gibi. Üstüne üstlük o mevzunun tarihe altın harflerle yazıldığı şık cümleler arasında “kraliçeyi reddetmek” de var. Kraliçeyi bile reddetmek…

İnsanı anında, kendi kendine şövalye yapan bir durum düşünürsen. Öyle ki bazen tarih kraliçeyi kenara koyuyor, onu reddedeni destanına yerleştiriyor. İnsan fırsatını, imkânını bulsa, kendisine vurulan bir kraliçeye, o yoldaki prensese zil zurna âşık olsa, bağrına taş madalyasını basar, altın tepside sunduğu o gönül tahtını reddetmenin saklı, kontrollü kibriyle, o ağır abi malzemesiyle ömür boyu kral gibi yaşar neredeyse.

Aklıma Ahmet Altan’ın nefis yazısına (“Ten ve Hüzün”) vesile olan Schiller’in “Eldiven” şiiri geliyor mesela: “Arenada, bütün şövalyelerin âşık olduğu ve evlenmek istediği harikulade güzel prenses kral babasıyla birlikte oturuyor, çevreleri genç ve yakışıklı şövalyelerle dolu, hepsi bir küçük tebessüm için bekliyorlar.

Prensesin eldiveniyle imtihan

Borazanlar çalıyor ve aslanlar çıkıyor arenaya, kocaman yeleleri, gergin belleri, iri pençeleriyle kükreyerek dolaşıyorlar. Prenses zarif ellerini saklayan uzun eldivenlerden birini çıkartıp aslanların arasına atıyor. – Kim eldivenimi alıp bana getirirse onunla evleneceğim. Müthiş bir sessizlik oluyor, bir anda herkes susuyor. Bir şövalye diğerinden ayrılıyor, taş merdivenlerden ağır ağır inmeye başlıyor, parlak çizmelerinin çıkardığı adım sesleri tek tek duyuluyor.

Arenaya giriyor, aslanlar hareketsiz ve şaşkın, bu cesur şövalyeye bakıyorlar, o hiçbirine aldırmadan eldiveni alıyor, gene adım sesleriyle taş merdivenleri çınlatarak çıkıyor. Eldiveni prensesin kucağına bıraktıktan sonra, kendisine hayranlıkla dönen prensese bir kez bile bakmadan yürüyüp gidiyor.” Şiirde erkeklik ve ona has şövalyelik ruhu elbette bağırıyor ama bir an düşünüyorum; “Oraya gitseydim hangi ayakkabılarımı giyerdim acaba?”

Alkışlamayın mücevherlerinizi şıkırdatın

Gerçeğine gelirsek, Büyük Britanya Kraliçesi Victoria, matematikçi, yazar Lewis Caroll’un “romanlarından birisinikendisine ithaf etmesini istiyor. Caroll da tarihin en güçlü kraliçelerinden Victoria’ya pek bayıldığı “Alice Harikalar Diyarı” romanı yerine asi, keskin, muzır bir ironiyle daha önce yazdığı bir matematik kitabını gönderiyor. “Edebiyat için daha çoook çalışması gerek”, demeye de getiriyor hınzırca…

Kraliçe II. Elizabeth de refüze edilmekten kurtulamıyor. The Beatles’ın konserini en ön sırada izleyenler arasında o da var. John Lennon şarkısını bitirdikten sonra salona dönüyor, mikrofondan söyleniyor: “Ucuz koltuklarda oturanlar alkışlayabilirler, ön koltuktakiler sadece mücevherlerini şıngırdatsınlar.” Lennon İngiltere’nin Vietnam savaşına verdiği destek nedeniyle de kraliçeye tepkili.

Aynı tavrı 1969’da Britanya İmparatorluk Nişanı’nı (MBE) iade ederek de gösteriyor. “İnsanın sınırsız ret hakkı” en hüzünlü haliyle yine Lennon’ın öldürülmeden önce yazdığı şarkıyla da (God) kayıtta aslında. Lennon “Hiç birine inanmıyorum” diyerek İncil’i, İsa’yı, Buda’yı, Yoga’yı, Hitler’i, Kennedy’yi, büyüyü, Tarot’u, Elvis’i, Kralları reddediyor, hatta en sonunda yutkunuyor, hüzünlü, kırık sesiyle “Beatles’a inanmıyorum” diyerek finali getiriyor: “Sadece kendime inanıyorum ve gerçeğe /Rüya bitti, ne diyebilirim…”

Majesteleri Mick Jagger

Teoride Rock’n roll, Rock zaten kraliçelere, krallara karşı olmalı da herkes retçiler kadar cesur ya da kararlı davranamıyor. Kraliyet Nişanı/Onuru/Ödülü filan deyince ayağa kalkıyor kuytularında oturan, bekleyen hükümdar. Ama “Ret hakkı”nı Kraliçe’ye, Kraliyet’e karşı kullanan sadece Lennon da değil elbet.

 Mick Jagger 2003’de şövalye, “Sir” yapılınca grubun kurucularından, yakın arkadaşı Keith Richards “Bari sen yapma!” figanıyla isyan ediyor misal. O “lanet olası, gülünç ödülü” almanın bir çılgınlık olduğunu, The Rolling Stones’la monarşi arasında bir bağ olmamasının/kurulmamasının gerektiğini belki biraz da abartarak savunuyor: “Bizleri hapse atmak, öldürmek için elinden geleni yapan aynı kuruluşun verdiği onur komik.” Richards destekçileri de Jagger’ı o günden sonra “Majesteleri” diye anıyor bir süre.

Bowie almadı kuaförüne verdik

David Bowie’ye de 2000’de CBE unvanı teklifi ediliyor ama hiç oralı olmuyor. Üç yıl sonraki şövalyelik unvanını da “Asla” diyerek reddediyor: “Ben hayatımı bunun için çalışarak geçirmedim.” Buckingham Sarayı da ne yapsın nişanı Bowie’nin de saçlarını yapan ünlü filmlerin kuaförü Martin Samuel’e veriyor. Monarşiyle arasında bir bağ kurulmasından kaçınan Bowie kuaförünü değiştirip, saçlarındaki o bağdan da kurtuluyor mu bilemiyorum ama… Samuel kıymetini biliyor, hemen fotoğraf çektiriyor.

“Kraliçe öldü, yaşasın kral” yok

İşçi sınıfının hayatını şarkılarına alan, hatta düzen karşıtı marşların “arkasındaki beyin” olarak anılan The Jam grubunun solisti Paul Weller da o mevzuda ünlü retçilerden. Kraliyet Ailesi’nin CBE teklifine çok şaşıranlardan: “Bu benim tarzım değil. Kraliyet Ailesi’ni sevmiyorum, kurumu sevmiyorum.”

Seversiniz, sevmezsiniz yahut öyle makamlara, motiflere, insanlara gözünüzü öyle, benzer duygularla karartmadan, aklınızı bulandırmadan bakarsınız. Elizabeth de öyle ya da böyle upuzun, simgesel, hemen her insanın hayatına, ekranına sızan “başka” bir devir, müstesna bir tarihsel fotoğraf, vesikalıktı. Bitti… Ve kimsenin o tarihsel gelenekteki gibi “Kraliçe öldü, yaşasın Kral” dediğini duymadım.

YAZI FOTOĞRAFI: Kraliçe II. Elizabeth 17 Temmuz 2020’de, 94 yaşındayken İkinci Dünya Savaşı gazisi 100 yaşındaki Tom Moore’u şövalye ilan ederken. Moore koronavirüs salgınında Birleşik Krallık Ulusal Sağlık Servisi’ne (NHS) 32 milyon sterlin kazandıran kampanyanın öncüsü. Fotoğraf The Economic Times’da “Yaş engel değil. Diz çökmek gerekmiyor” başlığıyla yayınlanıyor.

FAYDALI BİLGİLER ANSİKLOPEDİSİ

HALKIN KRALİÇEYİ BENİMSEMESİ İÇİN NELER YAPILABİLİR?

Peki… Kraliçeleri halkın, kolonilerin reddetmemesi, onu içselleştirmesi, kabullenmesi için neler yapılabilir? Belki şaşırtıcı ama kaynaklarda tarihiyle, her ayrıntısıyla, uzun uzun var. Öyle ki mesele “Halkın yeni kraliçeyi kabul edip etmeyeceğini nasıl anlayabilirsiniz?” sorusuyla, yoklamasıyla başlıyor.

Öncelikle yetişmesi önemli… İyi kraliçeler yetiştirmek de çok fazla çalışma, özel ekipman ve detaylara dikkat gerektiriyor. Ama böyle kraliçelerin maliyeti pahalı, büyük özen, emek istiyor. Ardından o koloniye “girişinin iyi gitmesi” lâzım. Eğer kabul etmeye hazır değillerse dışlanması-yalıtılması, sürülmesi, hatta öldürülmesi, linç edilmesi bile mümkün. Kaynaklara göre onu ısıranlar bile sık görülüyor. Tehlikeli…

Eğer ilk girişte böyle bir ret, direniş havası, tavrı sezilirse,  müstakbel kraliçeyi yerine alıp 12 ila 24 saat sonra tekrar denemek gerekiyor. Kraliçenin biraz irice, şişman olması makbul, göğsünde ben olması da geleceğine dair önemli bir ipucu.

Kraliçe makamına oturunca da ilk görevi maiyetindeki “kraliçe hücreleri”ni bulmak, onlarla ölümüne savaşmak ve yok etmek. O süreçte yeni vezirlerini de seçiyor, onlar da seleflerini öldürüyor veya sürüyor kovandan.

Evet, kovandan; zira kopyaladığım bu metin Arı Bilimi’nde “Kraliçe Arı”ya dair faydalı bilgiler. Arı halkının ayrıntılarıyla yönetimi, ıslahı, korunması, nüfusu, ırkı, çoğalması vs. tam takım. Gün gelir başka alanlarda da lâzım olursa diye aktardım. Mevzu insanlar olunca mesele, krallar, kraliçeler filan biraz değişiyor tabii. Yine de tarihte tıpkısını vızır vızır örneklerle gördüğümüz gibi onlardan, tüm canlılardan öğrenilecek, yeri geldiğinde o bilgi, tecrübeyle sakınılacak çok şey var.

- Advertisment -