Benim sosyalist olmam, hatta herhangi bir siyasete ilgi duymam beklenemezdi. Ben dahil, bekleyen de yoktu zaten. Hâli vakti yerinde, orta sınıf ailelerin ortaokulu Nişantaşı İngiliz mektebinde, liseyi Robert Kolej’de okuyan, sonra da İngiltere’ye üniversiteye giden oğulları sosyalist olamaz diye bir şey yok elbet. Olabilirler, herkes olabilir. Ama benim olmam uzak ihtimaldi doğrusu. Liseyi 1969-72 yıllarında okudum, 12 Mart darbesi gerçekleştiğinde darbenin ne demek olduğunu anlayacak yaştaydım, okulda çok az sayıda da olsa solcu çocuklar vardı, ama ben ve yakın arkadaşlarım ne darbeyle ilgilendik ne de solcu çocuklarla herhangi bir ilişkimiz oldu. O yakın arkadaşlarım hâlâ yakın arkadaşlarım ve hiçbiri sosyalist değil.
Orta sınıf olmasının yanı sıra, ailemin Yahudi olması da konuyla ilgisiz değildi. Yahudiler Türkiye’de siyasete bulaşmaz. Cemaatin genel yaklaşımı görünmez ve duyulmaz olarak devlet tarafından unutulmayı ummak olduğu için, kamusal alanların hepsinden uzak durulur. Bu, bugün de büyük ölçüde geçerlidir, ama 1960’larda iyice öyleydi. Bu nedenle, ailede siyasete ilgi duyan hiç kimse yoktu, çocukluğumda, gençliğimde aile meclislerinde herhangi bir siyasî konuşma, tartışma duyduğumu hatırlamam. Polonya’daki ailesinin önemli bir kısmını toplama kamplarında kaybeden Margulies dedemin Siyonist olduğunu ve İkinci Dünya Savaşı yıllarında Avrupalı Yahudileri Türkiye üzerinden Filistin’e kaçırmaya çalışan örgütlere yardım ettiği için Türkiye devletiyle sorun yaşadığını yıllar sonra öğrenecektim, ama İsrail meselesi bile aile meclislerinde konu olmazdı. Meseleyi dedemle konuşmaya başladığım yıllarda ise sosyalist ve dolayısıyla anti-Siyonist olmuştum artık, beni ikna etme şansı kalmamıştı. Hakkını teslim etmem gerek, ikna etmek isterdi kuşkusuz, ama edemeyeceğini anladığında çok da fazla çabalamadı, beni gereksiz yere uğraştırmadı.
Sosyalist olması beklenemez olan ve beklenmeyen ben, Marksizm ile grev çadırında veya keskin bir mücadelenin saflarında değil, Ekonomi Politik dersinde tanıştım ve birkaç aylık kısa ama zahmetli ve acılı bir flört sürecinden sonra çok fena tavlandım.
Oysa o dersi almıyor olmam gerekirdi. İngiltere’ye edebiyat okumaya gitmiştim çünkü. Ama “edebiyat” derken benim kastettiğim ve istediğim Kolej’de okumaya başladığımız Camus, Kafka, Sartre gibi yazarlardı, yirminci yüzyıl Avrupa edebiyatıydı. Bir de baktım ki, bunlara ulaşabilmek için önce Chaucer, Shakespeare ve arkadaşları gibi çok yüksek barikatları aşmak gerekiyordu. Aşmayı denemeye bile hiç niyetim yoktu. Edebiyat okumaktan vazgeçtim ve çok kolayıma gittiği için ekonomi okudum. İktisatçı olmayı, iktisatla uzun boylu ilgilenmeyi hiç düşünmüyordum elbet, ama üniversite okumamak da düşünülemezdi. İktisat okuduğum içindir ki o Ekonomi Politik dersine girdim ve Marx’la tanıştım. Marksist olmamı beni edebiyat derslerinden kaçıran Shakespeare’e borçluyum desem tamamen yanlış olmayacak yani!
Ekonomi Politik, Adam Smith, David Ricardo ve Marx demektir. Bu dersi almamın nedeni bu adamlara ilgi duyuyor olmam değil, belli sayıda ders alma gerekliliği ve benim tüm matematiksel, istatistiksel derslerden kaçıyor olmamdı. İlk derste Geoff Kay, metanın ne olduğunu anlattı, insanın ürettiği şeylerin bir kullanım değeri olduğunu, ama satılmak amacıyla üretilen metaların bir de değişim değeri olduğunu anlatarak devam etti. Gariptir, hâlâ çok garip bulurum, bu anlattıkları fena hâlde ilgimi çekti. Tamamen mantık düzeyinde, tamamen apolitik bir temelde, üretilen şeylerin para kazanmak için değil, insanların ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla üretilmesi gerektiğini düşündüm, çok da üzerinde durmadan. Bu masum düşüncenin hayatım boyunca aklımdan geçen en önemli düşünce olacağını, ömrümün geri kalanında düşündüğüm hiçbir şeyin hayatımın akışını bu kadar çarpıcı ve kalıcı bir şekilde etkilemeyeceğini bilemezdim o zaman.
Geoff dört ay boyunca Smith’le Ricardo’yu yok sayıp bize Marx’ın Kapital’inin ilk dört bölümünü okuttu, ne okuttuğunu bize çaktırmadan! Sınıf arkadaşlarımdan durumu anlayan olmuş mudur, bilmem, ama benim ruhum bile duymadı. Nasıl duysun ki, ruhum da ben de Marx hakkında hiçbir şey bilmiyor, bilmek de istemiyorduk. Ama Geoff’in hemen her söylediği tüm diğer derslerde anlatılanlardan farklıydı ve ilgimi çekiyordu. En önemlisi, ekonomi hocalarımın anlattığı ve okuttuğu hiçbir şeyi gerçek dünyada mevcut olan hiçbir şeyle ilişkilendiremezken, Geoff’in her dersinde insan toplumunun örgütleniş biçimiyle ilgili bir şeyi aniden anladığımı hissediyor, o güne kadar aklıma bile gelmemiş bir şeyi göz kamaştırıcı bir parlaklık ve netlikle görüveriyordum. Hayatımda bir daha zihinsel, entelektüel anlamda bu kadar heyecan verici, sarsıcı, doyurucu bir deneyim yaşamadım. Belki epey yıl sonra Darwin’in Türlerin Kökeni’ni okumak benzer bir deneyimdi, ama o zaman yaşım biraz ilerlemişti, biraz daha zor heyecanlanıyordum artık.
Geoff’in bize Marx okuttuğunu bilmiyordum ama, niyedir bilmem, işin içinde bir bit yeniği olduğunu fark etmişim gibi direndiğimi hatırlıyorum. Her derste adamın açığını yakalamaya, attığı teorik adımları çelmelemeye çalışıyor, tartışıyor, tartışıyor ve her seferinde yenilgiyi kabullenip yerime oturuyordum. Son derse kadar bu böyle sürdü ve o dersin sonunda, yaz tatili için vedalaşırken, Geoff bize Kapital’in ilk cildinin yarısını okuttuğunu itiraf etti. Daha fazla yumruk yemeye hâli kalmamış bir boksör gibi, kanlar içinde yattığım yerde teslim oldum. Geoff’in yanıldığını kanıtlamak için o kadar çabalamıştım ki, Marx’a ait olduğunu ansızın öğrendiğim teorileri gerçekten anlamış, her bir kelimesine gerçekten ikna olmuştum.
Ve 1975 yazında Marx’ın Kapital’den çok daha kolay anlaşılan, çok daha kısa ama eşit ölçüde zevkli kitapçıklarını arka arkaya okudum: Önce tabii Komünist Manifesto, sonra Ücretli Emek ve Sermaye, arkasından Ücret Fiyat ve Kâr…
Kendimle epey zamandır beraberim, artık iyi biliyorum ki haklı veya haksız olmaktan, yanılıyor veya yanılmıyor olmaktan tamamen bağımsız olarak, acımasızca mantıklı ve tümüyle tutarlı bir şekilde davranan bir beynim var. Bence haksız değil haklı, yanılıyor değil yanılmıyor, ama böyle bir iddiayla herkesi gıcık etmenin anlamı yok; şu kadarını iddia edeyim, anlaşalım: Beynim bir ipin bir ucunu tuttuğunda, doğru ip de olsa, yanlış ip de olsa, hatta hiç ip olmayıp ip kılığına girmiş bir saplantı da olsa, o ipin ucuna kadar gider, sonuna gelene kadar da bırakmaz. Bunu ben bilerek seçmedim, ama durum bu. Ve bu beyin o yaz aylarının sonunda artık marksist olduğumuza karar verdi, bu kararını bana bildirdi ve “teorik marksist” diye bir şey olamayacağını, örgütlü olmamız gerektiğini ilan etti.
Beynim karşısında boynum kıldan incedir. O gün de öyleydi, bugün de öyle. Kaldı ki, hak verdim zaten kendisine, örgütlü olmak gerekiyordu. Ve o günden beri örgütlüyüz.