Ana SayfaGÜNÜN YAZILARIPeki bu hikayedeki kötü adamlar kim?

Peki bu hikayedeki kötü adamlar kim?

David Brooks'un Amerika için yaptığı cesur özeleştirileri Türkiye için de yapmamız gerek. Nasıl oluyor da ekonomik krize, enflasyona, iktidar tarafından sürekli hırpalanmalarına, Devlet Tiyatroları’nda bile iktidarı kaybetmelerine rağmen hala şehirli seküler kesimlerin kültürel üst sınıf kibri, dindar iktidar çevrelerinin ekonomik üst sınıf kibrinden daha fazla insanlara batıyor, bir çeşit sınıf kinine, öfkeye neden oluyor?

Seçim sonuçlarını tanımadı, taraftarlarını Kongre’yi basmaya teşvik etti, bütün sosyal medya platformlarından kovuldu, devir teslim sürecinde bir suçlu muamelesi gördü, hakkında şimdiye kadar üç iddianame hazırlandı, biri ABD devletine karşı komplo kurmak gibi ciddi bir suçlama, iki kez gözaltına alınıp mahkemeye çıkarıldı, önümüzdeki günlerde üçüncü kez gözaltına alınıp mahkemeye çıkarılacak, Cumhuriyetçilerin Fox News, WSJ gibi medyaları onun aleyhine yayın yapıyor, ünlü Cumhuriyetçilerin neredeyse tamamı ona karşı…

Ama bütün tuhaflıklarına, engellilerle bile dalga geçebilecek kötü kalpliliğine, fahişeleri susturmak için rüşvet verme skandallarına rağmen Donald Trump, 2024 seçimlerinde ABD tarihinde benzeri ender olan bir mucizeyi gerçekleştirip, yeniden başkan seçilebilir.

En azından anketler bunun artık yüzde 50 ihtimal olduğunu söylüyor.

Yakında başlayacak Cumhuriyetçi Parti ön seçimlerinde Trump, arkasına Cumhuriyetçilerin anaakım medyası ve sermayesinin desteğini almış Florida Valisi Desantis’in 40 puan önünde. Desantis’i destekleyen Fox News’in son anketine göre Trump yüzde 53, Desantis yüzde 16.

Yani Cumhuriyetçilerin adayı eğer ayağına bir hukuki engel dolanmazsa Trump olacak.

Ama esas bütün Amerikan elitlerini ve medyasının tüylerini diken diken eden 2024 Başkanlık seçimleri anketleri.

Bu anketlere göre Biden-Trump karşılaşmasında durum başa baş. Biden yüzde 47 Trump 46. Sadece Fox anketinde Biden 44, Trump 41 görünüyor.

Peki nasıl olabiliyor bu?

Cehalet, dini yobazlık gibi bizde her kapıyı açmak için zorlanan açıklama anahtarları ABD örneğine pek uymuyor. Trump seçmenin tek bir kimliği yok.

O yüzden bela okumaktan, insanları aşağılamaktan yorulan cesur Amerikalı entelektüeller bu soruya cevap arıyorlar bir süredir.

Onlardan en cesuru, Obama’nın da en favori köşe yazarı olan, Amerikan Demokratlarının entelektüel yol göstericilerinden New York Times yazarı David Brooks oldu.

Brooks, geçen hafta New York Times’da “Peki ya bu hikayedeki kötü adam bizsek?” başlıklı çok cesur bir yazı yazdı.

Serbestiyet’in çevirdiği yazıdan bazı yerleri aktaracağım:

“Biz Trump karşıtları iyi adamlar oluyoruz. İlerlemenin ve aydınlanmanın güçleri olan ‘iyi adamlar’. Trumpçılar ise gerici yobazlar ve otoriterleri temsil ediyorlar. Bu argümana kısmen katılıyorum diyebilirim, fakat argüman aynı zamanda elitlerin kendi kendini tatmin etmesi sağlayan bir anlatı. 2020’de Biden yalnızca 500 kadar ilçede seçimleri kazandı, fakat bu 500 ilçe Amerikan ekonomisinin yüzde 71’ini oluşturuyor. Trump ise 2.500’den fazla ilçede kazanmıştı fakat bu ilçeler toplam ekonominin yalnızca yüzde 29’unu oluşturuyordu. Daha az eğitimli sınıflardaki insanların neden ekonomik, siyasi, kültürel ve ahlaki saldırı altında oldukları sonucuna vardıklarını ve neden eğitimli sınıfa karşı en iyi savaşçıları olarak Trump’ın etrafında toplandıklarını anlamak zor değil. Trump, işçiler için en tehditkâr görünen insan setinin girişimciler değil, uzmanlaşmış sınıf olduğunu çok iyi anladı. Yani biz. Sosyolog E. Digby Baltzell’in on yıllar önce yazdığı gibi, “Tarih, kast ayrıcalıklarını önderliğe tercih eden sınıfların mezarlığıdır.” Bizim sınıfımızın şu anda flört ettiği kader tam olarak budur.”


“Hepimizin bu işte birlikte olduğu idealinin yerini, eğitimli sınıfın burada ayrı bir dünyada yaşadığı ve diğer herkesin aşağıda farklı bir dünyaya zorlandığı gerçeği aldı. Üye olduğumuz toplumsal sınıfın üyeleri her zaman ötekileştirilenler için cesurca konuşur, ancak bir şekilde her zaman kendimize hizmet eden sistemler inşa eder.

Bu sistemlerden en önemlisi modern meritokrasi olmuştur. İnsanları en çok sahip olduğu niteliğe göre ayıran ve/veya dışlayan bir sosyal düzen inşa ettik. Akademik başarı üzerine kurulu bir düzen… Yüksek eğitimli ebeveynler seçkin okullara gidiyor, birbirleriyle evleniyor, yüksek ücretli profesyonel işlerde çalışıyor ve aynı seçkin okullara giren, birbirleriyle evlenen ve seçkin sınıf ayrıcalıklarını nesilden nesile aktaran çocuklarına muazzam kaynaklar aktarıyorlar.

Daniel Markovits “Meritokrasi Tuzağı” adlı kitabında yıllar süren araştırmaları şöyle özetlemişti: “Bugün orta sınıf çocukları okulda zengin çocuklarına, orta sınıf yetişkinleri de iş yerinde elit mezunlara yeniliyorlar. Meritokrasi orta sınıfı fırsatlardan mahrum bırakıyor. Aynı meritrokrasi, herkes kuralına göre oynasa bile sadece zenginlerin kazanabileceği bir gelir ve statü rekabetinde yalnızca kaybedenleri suçluyor.”
Meritokrasi sadece bir dışlama sistemi değil, aynı zamanda bir ahlak anlayışıdır. Barack Obama, başkanlığı sırasında politikaları bağlamında 900’den fazla kez “akıllı” kelimesini kullandı. Bunun anlamı, onun politikalarına katılmayan (ve belki de Harvard Hukuk Fakültesi’ne gitmeyen) herkesin aptal olması gerektiğidir.”

Yazıdaki bazı argümanlar bize tanıdık, bazıları bize yabancı hatta bizde tam tersleri yaşanıyor.
Ama temel duygu aynı.

Gelişen kapitalizm, profesyonelleşme, şehirlerdeki kast hayatı, eğitim, bilim, teknolojide nesilleri ve insanları birbirinden uzaklaştıran gelişmeler, partilerin, siyasetin, şirketlerin, medyanın, bürokrasinin, akademinin, bilimin karmaşık, aşırı uzmanlaşmış, kopuk, ulaşılmaz, değiştirilmez kibirli dünyası karşısında sıradan insanlar kendilerini zayıf hissediyor, kendini temsil etmeyen, dışlayan, hor gören elitlere karşı öfke, kin bir sınıfsal direniş duygusuyla siyasette sesini duyuran sesler arıyor. Popülist siyasetçiler bu duyguya karşılık geliyorlar.

Bu duygu küresel.

Türkiye’de AK Parti ve Erdoğan, 20 yıldır ama özellikle son 10 yıldır bu öfkenin sesi olarak girdiği her seçimi kazanıyor. Yani Türkiye’de durum Amerika’dan farklı. Elitler neredeyse artık ezilen, dayak yiyen statüsünde. Elitlere öfkeliler güçlüler, her yerdeler ya da her yere girmeye çalışıyorlar, iktidarı hınç duygularını tatmin etmek için kullanıyorlar.

Ama bir taraftan bu sınıfsal zorlamalar kabul etmeliyiz ki bir eşitlenme hali de yaratıyor. Bu her alanda eşit olmaya başlama duygusu büyük bir tatmin yaratıyor. “Eskiden doktorlar azarlardı, şimdi biz doktor dövüyoruz” diyen kadın kaba saba bir şekilde bu tatmin duygusunu tarif etmişti aslında.

Bu eşitliği onlar adına kavga ederek, elitleri hırpalayarak, buldozer gibi alan açarak sağlayan da hala Erdoğan.

Alper Görmüş, Serbestiyet’te David Brooks’un yazısı üzerine yazdığı yazıda bu öfkenin sesi olan popülist liderlerin yarattığı plasebo etkisini çok iyi tarif etti:

“Popülist liderlerin de mağduriyet duyguları ve korku düzeyleri yüksek kitlelerde plasebo etkisi yarattığını söyleyebiliriz. (Hele hele, liderleri, öfke biriktirdikleri yüksek kültürel mertebe sahiplerini küçümser tarzda konuştuğunda.)

Popülist liderlere oy veren kitlelerin ‘çağdaş-modern’ ölçülere uymayan ‘ilkel’ davranışları var evet, fakat bunlar onların içinde doğal olarak bulunan kötülükten gelmiyor, gerçek ve insani duygulardan (eziklik ve korku gibi) kaynaklanıyor.”

Amerikalılar için bütün bu konuları cesurca konuşmak için zaman az. Seçimler 2024 Kasım’ında.
Ama yeni seçimden çıkmış bizim için ise önümüzde koca bir beş yıl var. Bu beş yılı CHP içindeki hizip mücadelesi, Altılı Masa polemikleriyle geçirmenin kimseye bir faydası yok.

Çünkü mesele o değil.

İktidar elitlerinin gözle görünen ekonomik zenginleşmesine, üçer beşer adımlarla sınıf atlamasına, kurulan müteahhitler düzenine, yarattığı kendi nomenklatura sınıfına, debdebeye rağmen AK Parti’nin hala elitlere karşı ezilenlerin, beyaz Türklere karşı alttan gelenlerin sesi ve itirazı olarak görünmesi üzerine de yeni kavramlarla yeniden düşünmek gerek.

Nasıl oluyor da ekonomik krize, enflasyona, iktidar tarafından sürekli hırpalanmalarına, Devlet Tiyatroları’nda bile iktidarı kaybetmelerine rağmen hala şehirli seküler kesimlerin kültürel üst sınıf kibri, dindar iktidar çevrelerinin ekonomik üst sınıf kibrinden daha fazla insanlara batıyor, bir çeşit sınıf kinine, öfkeye neden oluyor?

Neden DEVA ve Gelecek’teki donanımlı, ehliyet sahibi dindar siyasetçiler iktidarın kültürel ve sosyal habitusunda yaşayan büyük kitleye ulaşamıyor, kapılar onlara bu kadar kapalı? Acaba bunun sebeplerinden biri onların da fazla eğitimli, profesyonel, ulaşılmaz ve bu yüzden kibirli görünmesi mi?

CHP’deki iktidar mücadelesinin de kültürel, sınıfsal boyutları yok mu? CHP’yi geleneksel CHP elitlerinden teslim alan Dersimli, orta sınıf bir bürokrat olan Kılıçdaroğlu, uzun yıllar sonra elde edilmiş bu mevziyi bu yüzden terk etmek istemiyor olabilir mi? Dışarıya doğru ittifak kurma çabaları, biraz da geleneksel CHP’liliğe karşı müttefik bulma çabası değil miydi?

İstanbul sermayesi ve medyasının desteklediği, mesajlarını Oksijen gazetesi üzerinden vermeyi tercih eden, Rolex saatli, orta üst sınıf bir aileden gelen İmamoğlu da bir bakıma geleneksel CHP elitlerinin geri dönüşünü temsil etmiyor mu?

Muhafazakarlara doğru açılımlardan rahatsız seküler şehirli elitlerin, eğitimli gençlerin, profesyonellerin “adamı” olması, İmamoğlu’nun ortak kültürel bağları olan büyük muhafazakar kitlelerle ilişkilerinin derinleşmesini, “halkın adamı” etkisi yaratmasını engellemiyor mu?

Hepsi üzerinde düşünülmeyi hakkediyor.

Neden böyle oldu sorusunun cevabı çok kolay değil.

Belki herkes cesurca şu soruyu sorarak işe başlayabilir:

Peki bizim hikayemizdeki kötü adamlar kimler?

Sadece karşıdakiler mi?

Emin miyiz?

- Advertisment -