“Tanrım, sadece kendilerini düşünenleri affet. Açgözlü ve bayağı olanları affet. Ve aldatan ve dolandıranları veya zavallı maaşlar ödeyerek zenginleşenleri affet. Rüşvet yiyenleri, sahtekârları, yalancıları ve ikiyüzlüleri… Yüce tanrım, affet onları, affet onları.
Ve tanrım, aşağılayanları ve hakaret edenleri affet. Affet işkence edenleri ve öldürenleri… Şehirleri, köyleri bombalayanları, yok edenleri… Gerçekleri halkından saklayan hükümetleri affet. Kalpsizleri, acımasızları, sağduyusuz davrananları ve çabuk hüküm verenleri affet.
Lütfen tanrım, onları affet. Çok ağır hükümler veren ya da masumu mahkûm eden mahkemeleri affet. Halkı yanlış yönlendiren gazete ve televizyonları affet. İnsanların dikkatini önemli şeylerden önemsiz şeylere yöneltenleri affet. Ey tanrım, onları affet. Onları affet…”
Duaları beddua gibi yaşamak
Bu dua, sinemasına, kara mizahına, pastel “fotoğraf albümü”ne, hatta oyuncularına, rol ayarına da bayıldığım İsveçli yönetmen Roy Andersson’un “Du Levande (Siz, yaşayanlar…)” filminden. Farzımuhal bu minvalde dua etseydim, gönlümden geçen dilekler -istihzasıyla bile- böyle olmazdı. Yaşlı şehirli kadının duasına mevzu olan her şeyi beddua gibi yaşadık bu ülkede. Hele İsveç ise filmin mekânı… Eksiği yok, fazlasından konuşalım.
O yüzden bu dua gönlüme sadece bir af tiradı olarak değil bağışlanması zor günahların, suçların listesi, -düzenlendiğinde- tasnifi gibi ilişiyor. Her cümlesinde -başkaları adına- yakarışı da onların affı güç suçlar, bağışlanması yücelik isteyen günahlar olduğunu hatırlatıyor bana.
Adresinde sıradan kullar yok
Zaten o kadın da affetme yetkisine haiz o yüce katın önünde, kilisede o günahkârlar adına diz çöküyor. Eşiyse “Hadi kalk, gidelim, herkes sana bakıyor…” tedirginliğinde. Filmlerde her “çılgın”a, aykırıya, hatta Örümcek Adam’a açık kilisede kalabalık -biraz merak, biraz yadırgama- uzaklaşıyor usulca. Belki o yalvarıştaki günahlardan, arızalardan payını almanın da rahatsızlığıyla…
Filmdeki kadının insanı allak bullak eden o yakarışındaki listede bağışlanması istenenler -çağrışımıyla- sıradan insanlar/kullar değil. Adresinde bir düzen; iktidarlar, krallar, diktatörler, arızalı “muktedir”ler, zorbalar da var. Büyük, ölümcül günahlar, ahlaksızlıklar, ağır suçlar da…
Bu yüzden kendileri adına edilen o duaya, o kadına şükran duymaları da zor. Alınma riski yüksek. Öyle alanlarda koşturan egoların üzerine alınmama kabuğu kalın da olsa alınma eşiğinin düşüklüğü de söz konusu.
Suç olmayan “suç”un affı
Benzer nedenle o duanın muhatabını, makamını değiştirmek, af merkezine tanrı yerine bir kralı, diktatörü filan koymak da müşkül. O liste onların kendi günahlarından, faili ya da ortağı olduğu suçlardan azade değil. Yüzleşmesi, o yolda kendinle de barışması gerekiyor ki, böyle örneklerde çoğu kez o baştan mevzu dışı.
Bağışla(n)manın kralın huzurundaki bildik af protokolünden, aslında suç olmayan ama öyle paketlenen “suç”larda tövbe talebinden uzak olmasını bekler insan. Hakkını teslim etmesini, meseleyi öyle kabullenmesini mesela… Ancak öyle “muktedir”i yakarışının makamı, istediğin affın muhatabı yaptığında yine aslına dönüp bütün suçlarından muafiyet sağlaması, hatta ondan kibir sağması da mümkün.
“Seni affettim”in psikolojisi
Zira “bağışlamak” da ego sepetinde yeni bir kibir, böbürlenme, o karakterini katmerlendirme fırsatı. “Seni affettim”in arızalı psikolojisi… Üstelik karşısındakinin de “(hüsnü)kabul”ünü, hatta minnetini aldığını, onun gücünü, hatta kibrini tanıdığını varsayarak. Özellikle saydığım otorite katlarında kolayca “bahşetmek”e dönüşmesi işten değil. Dudağının kıvrımına “Hakkın değildi ama sana ben verdim”in yerleşmesi de…
Bunun en çarpıcı örneklerinden birisini Steven Spielberg’in -muhtemelen sadece o sahnesiyle itibar ettiğim- “Schindler’s List” filminden hatırlıyorum. Filmdeki o siluet tanıdık biri gibi gözlerimin önünde… Zaten toplama kampının psikopat SS komutanı Amon Göth de gerçek bir karakter. Savaştan sonra sadece o ölüm kampının komutanlığından, emirleri yerine getirmekten değil bizzat işlediği cinayetlerden, yaptığı işkencelerden de ölüme mahkûm ediliyor.
Affı bahşedenin tarihi kibri
Ralph Fiennes onu, savaşlarda gemi azıya alan öyle “canavar”lardan birisini kusursuz canlandırıyor. Schlinder de onu biraz sakinleştirme ve kullanma niyetinde… Zulmüne, seri cinayetlerine birazcık ayar verme umuduyla onun hastalıklı, karanlık zihninden, “kibir” üzerinden yürüyor. Sohbet ederken usulca, dikkatle anlatıyor:
“Güç, öldürmek için her gerekçeye sahip olup da öldürmemektir. İmparatorların sahip olduğu buydu. Adamın biri bir şey çalar İmparator’un huzuruna çıkarılır. Ve yerlere kapanır, merhamet diler. Öleceğini bilir. Ama İmparator onu bağışlar, o değersiz adamı… Güç budur.” Komutan Amon ertesi gün böyle bir kibrin, yeni bir zevkin provasını yapsa da, aslına dönüyor kısa sürede.
Kendini bağışlama sanatı
Derviş Aydın Akkoç açığa çıktığında tiksindiren bu hazzı, her insana sızabilecek bu duyguyu damarından anlatıyor (¹): “Bir suç, bir günah, bir yanlış için -teolojik yahut seküler- daha yüksek bir makamdan af dilemek, o makamın hâkimiyetini yeniden üretmek, perçinlemektir. Bu fasılda, bağışlama edimini en yoğun iktidar anları arasında görür Elias Canetti.
(…) Bağışlama esnasında açığa çıkan örtülü yahut aşikâr haşmet ve soğuk yücelikler eşsiz hazlardandır… İlle büyük suçlar, kabahatler için değil, beşeri ilişkiler sahasında vuku bulan sıradan olaylar da dahil, bağışlanma talebinde bulunmak affetme konumundaki öznenin iktidarını teyit eder.
Kurbanından celladına istisnasız herkes bu konuma varmak, insandaki en tekinsiz zevklerden biri olan bağışlarken aşağılamanın hazzını yaşamak ister. (…) İnsan evvela kendini bağışlamayı bilmeli, öğrenmeli: insan kendini bağışlayabilir, pis sırıtışlarla, sorunsuz unutuşlarla değil, kendi uçurumuna bakarak, ve ancak kendini bağışlayabilen bir insan başkalarını bağışlama zevkinden, bu zevkteki kötü iktidar istencinden uzak durabilir…”
Affetmek ve helalleşmek…
İşte ülkemize, gündeme sanki gökten zembille inen “helalleşme” bundan daha farklı, karşılıklı, tanımı gereği tarafları ille de mutlu etmeyi vaatleri arasına, sözleşmesine alamayan
“uzlaşma”yı da şıklaştıran bir çözüm, dil gibi. Kuru kuruya değil; esasına erdiğinde yüzleşme imkânı…
Geçen yıl cumhurbaşkanı adayı Kemal Kılıçdaroğlu’nun “Ülkemizin iyileşmeye, helalleşmeye ihtiyacı var. Helalleşmek geçmişi değiştirmez ama geleceğimizi kurtarır” sözleri, “Hukuk başka, helalleşme başka” vurgusu bu nedenle de çok kıymetli. Hele öyle bir ortamda, “İyi”si ittifakın büyük ortağının adında/namında durma sallanan bir masada.
Helalleşme o sayede değişimci politikanın duygulu, aynı zamanda cesur ifadesi oldu. Lafta kalmadığında ve işleyişindeki, vicdanlardaki ayarıyla tabii. Geçmişi unutmayı, hatta affetmeyi şart koşmuyor; bu pek mümkün de değil. Yelpazesi de açılımına, ondan ne anladığına bağlı… Ama geçmişi sürekli açık bir hesap olarak masaya koymayı, ondan fayda sağlamayı, düşmanlıktan kutup başları üretmeyi önleyebilecek bir fırsat.
Hesaplaşmayı yok etmez
Ötesi… Tarihle ve helalleşmeyi asla kâle almayan ona ayarlı düzenle, hevesli-aktif temsilcileriyle yüzleşmeyi, öyle ya da böyle uzak-yakın geçmişle hesaplaşmayı gerektiriyor. Hakikatlerin ortaya çıkmasına, onun üzerinden yeni çözümler, düşünceler, zihniyetler üretilmesine kapılarını açan bir helalleşme.
Bazı suçlar, bedelini toplumun ağır ödediği pervasızlıklar için “zaman aşımı”na da teslim olmayan bir yüzleşme. Yani gönül öyle olmasını bekliyor. Aksi takdirde bazı aktörlerinin o suçların bedelinden/cezasından kurtulmasının “helali hoş” seyrine de zemin hazırlayabileceği endişesini besleyebilir. O da Kılıçdaroğlu’nun “Hukuk başka, helalleşme başka” vurgusuyla rahatlatıcı.
“Hakkını helal et” başka şey
Hele bu ortamda… İktidarın bazı aktörlerinin “Kimseye hesap vermek zorunda değilim” duygusuna, kibrine kapıldığı, bunu kolayca “test ettiği” bir toplumsal, siyasal ortamda gündelik hali, geleneğiyle kuru kuruya helalleşme o histeriyi doğrulayan, “bağışlayan” bir görünüme bürünebilir. Muhatabı helalleşmenin gerektirdiği esaslı bir “özür”ü bile zül sayabilir ya da bin deresinden bir fincan getirebilir.
O zaman hakkaniyetten söz etmek de zor, adaletten de… Helalleşmenin adaleti tahrip etmemesi, önemsizleştirmemesi gerekiyor. Evrensel ilkeleri, demokrasiyi, hakkı hukuku merkezine/menziline alan, o yolda bir helalleşme. Yoksa “Hakkını helal et” babından -geleneğimize de uzak olmayan- laf ola beri gele “helallik” başka bir şey.
Her şeye rağmen hayati fırsat
Barışı, adaleti, vicdanı, uzlaşmayı, konuşmayı, bir selamı bile “haram” ve o değerlere karşı neredeyse her şeyi, hatta suç işlemeyi “helal” kılan düşmanlık söyleminin atmosferinde helalleşme bir “fırsat”. Bir dil, söylem olarak bile hayati bir önem kazanıyor.
Böyle bir ülkede, siyaset arenasında pek aranmayan, bunca yıl sonra dillendirilen bir hazine değerinde. Gidişatı ölçüsüz bir ülke için “helalleşme” ya da o yolda bu türden çabalar, uygulamalar hassas bir terazinin kefesinde kuşkusuz. Ama adını ne koyarsak koyalım mutlaka gerekli.
Affetmek, helalleşmek, yüzleşmek, hesaplaşmak birbirine yabancı, hasım kavramlar değil. Lâkin tasavvurunun geçmişin de, var olan durumun da kafesinden azade seyredebildiğini söylemek zor. Yaralı, arızalı psikolojilerin en zorlu ama zorunlu sınavı da böyle süreçler belki. Öyle sınavları vermeden mezun olamıyorsun.
Ne sevgi, ne nefret…
Gezindiğim düşüncelerden, hayallerden ekrana dökülen yazım sadece böyle bir umudun mütevazı yansıması. Yolu, ayarı birlikte düşünmeyi, düşüncesiyle, gönlüyle barışa, birlikte yaşamaya niyetli, yapıcı tartışmaları gerektiriyor. Son yerine Akira Kurosawa’nın “Ağustosta Rapsodi” filminden bir sahne yazıma, meramıma tercüman olabilir belki. Çok sade zira, yürekten…
Japonya’ya atılan atom bombalarının üzerinden nesiller geçmiş. Filmde ölenlerin aileleri, torunları o anıtı ziyaretten dönüyorlar. Eve geldiklerinde ABD’nin “en büyük düşman” olduğundan dem vuruyorlar haklı olarak.
Velâkin o günleri bizzat yaşayan, savaşla da ihtiyar büyükannenin sözleri, onları (belki bizi de) şaşırtıyor: “Amerika ile ilgili kötü duygularım çok uzun zaman önceydi. Şimdi Amerika’yı ne seviyorum, ne nefret ediyorum. Hepsi savaş yüzündendi. Çok Japon öldü, çok Amerikalı da… İnsanlar ‘her şeyi’ sadece savaşta, kazanmak için yapar. Ve bu sınırsızlık (ölçüsüzlük), herkese zarar verir, yok eder…”
(¹) Derviş Aydın Akkoç, “Bağışlama Üzerine”, 30 Haziran 2020, Birikim.