Vakit tamam!

Kötü bir tabloydu bu; ipler Hoca’nın elinde kaçmıştı, Güneş, kontrolünü yitirmiş ve motivasyonunu kaybetmişti. Bir bütün olarak takımın hali de haraptı; özgüven yerlerde, moraller sıfıra inmiş düzeyde, cesaret ise kayıplardaydı. Güneş’in mevcut ruh hali düşünüldüğünde, bu durumu düzeltmek ve suyu tersine akıtmak imkânsızdı.

Şenol Güneş, çok sevdiğim bir teknik direktördür. Elbette bu sevgide, onun bir Trabzonspor efsanesi olmasının payı vardır. İnkâr etmem bunu. Ama sevgiyi temellendiren asıl sebepler farklı. Üç tanesini söyleyeyim:

Bir: Güneş, bir öğretmen; futbolun temel bilgilerini sabırla futbolcularına öğretiyor ve böylelikle onların kişisel gelişimine katkı sunuyor. Çok kıymetli bir özellik bu; ıskartaya çıkmış birçok oyuncu, Ahmet Çiğdem’in tabiriyle, Güneş’in bu “öğretmen aydınlanmacılığı” sayesinde kendine geldi, şifa buldu.

İki: Oynattığı ya da oynatmaya çalıştığı oyun benim futbol anlayışıma uyuyor. Oyunu rakip sahaya yığmak ve baskıyla topu kapıp süratle rakip kaleye gitmek düşüncesi üzerine kurulu oyun, göze hoş geliyor. Trabzonspor’da, Bursaspor’da ve Beşiktaş’ta futbol zevkimizi okşayan, taraflı tarafsız herkesin seyretmekten hoşlandığı takımlar yarattı. Her takıma kendi oyun karakterini yansıtmak ve başarılı olmak, az buz bir iş sayılmaz.

Ve üç: Medeni bir insan Şenol Hoca; afra tafra yapmıyor, racon kesmiyor, mafyatik pozlara bürünmüyor, çevresine birkaç adam toplayıp gidip sağı solu basmıyor. Âlemin kendi etrafında döndüğü fikrinden uzak uzak, dünyayı kendine borçlu saymıyor ve herkesin kendine göre hizalanmasını buyurmuyor. Kurtlar Vadisi triplerinin geçer akçe olduğu bir futbol camiasında insan nefes aldıran bir tarafı var Güneş’in.

Senin maçta atacağın deparı onlar ısınma sırasında atıyor”

Güneş, 2002’de Türkiye’yi Dünya Kupası’nda üçüncü yaptı. Henüz bu başarı aşılamadı. 2019’da Lucescu’nun ayrılmasından sonra yine Milli Takım’ın dümenine geçtiğinde arkasında büyük bir destek vardı. Neredeyse ulusal bir mutabakatla Güneş’in milli patronluğuna onay verildi.

Başlangıçta işler yolunda gitti. Milli Takım, Avrupa Şampiyonası’na katılma hakkını elde etti. Dünya Kupası elemelerine, grupta önümüzü kesmeye aday rakiplerden Hollanda’ya dört, Norveç’e üç gol atılarak kazanılan galibiyetlerle muhteşem bir giriş yapıldı. Güneş’in kredisine diyecek yoktu.

Dillendirmesem de şampiyona öncesinde ben de çok ümitvardım; Güneş ve talebelerinin, İtalya, Galler ve İsviçre’nin bulunduğu gruptan çıkacağını ve sonuna kadar gidemeseler de turnuva da epey bir mesafe kat edeceklerini düşünüyordum. Çünkü iyi bir hocamız ve genç bir takımımız vardı. Futbolcularımız üst düzey liglerde oynuyorlardı, bir “altın jenerasyon” yakaladığımıza dair kanaatler yaygındı.

Fakat şampiyonada topun dönmesiyle birlikte umutlar yerle yeksan oldu. Mili Takım her üç maçta da, hem de ezilerek, yenildi. Uzak ara turnuvanın en kötü takımı olduk. Hoca, takımı ne fiziki ne de zihni olarak bu yarışa hazırlayabilmişti. Türkiye, futbolu futbol yapan ne varsa hepsinde rakiplerinin tozunu yuttu. Güneş’in 3-0 kaybedilen İtalya maçının ardından yaptığı “Ben hayatımda İtalya’nın ısınması gibi bir ısınma görmedim. Senin maçta atacağın deparı onlar ısınma sırasında atıyor” iki ülke futbolu arasındaki farkın dile gelmesiydi.          

Yolgeçen hanına dönen Türk duvarı

Avrupa Şampiyonası’ndan hezimetle döndü Milli Takım. Artık şapkayı önüne koyup serinkanlı bir düşünmenin zamanıydı. Tabii ki felaketin tek sorumlusu Güneş değildi ama onun da bu felaketin meydana gelmesinde dahli az değildi. Bir kere, özeleştiri sürecini işletmedi. Takımının hangi noktalarda yetersiz kalındığını tespitten ziyade şikâyet etmekle vaktini harcadı.

Hocanın bariz bir form sorunu var. Haziran’dan sonra dağılan zihnini toparlayamadı ve dolayısıyla üstüne yapışan formsuzluğundan kurtulamadı.  Eldeki malzemeden iyi yararlanamadı. Kadro seçimi sıkıntılıydı. Takımda bir rekabet duygusu yaratamadı. Burak gibi bazı oyunculara bir “dokunulmazlık” zırhı ördü.

Tarihte ilk defa Avrupa’nın beş büyük liginde ter döken futbolculardan müteşekkil bir kadro oluştu. Ama zorlu liglerinde dişe dişe mücadele eden ve başarılı bir sezon geçiren oyuncular, milli takımda tel tel döküldüler. Kalecilerin ortalamanın üzerinde olduğunda şüphe yok ama her üçü de maç sonunda sahayı başları önde terk etiler. “Türk duvarı” diye övünülen savunma hattı, yolgeçen hanına döndü.      

Su tersine akmaz

Güneş, kendine iyi bir ekip oluşturmadı. Rakipleri analiz edemedi. Ve hepsinden mühimi, bir oyun inşa edemedi. Avrupa Şampiyonası’ndan beri Milli Takım’ı seyredenler resmen işkence çektiler. Çünkü takımın bir kurgusu yoktu, taktiğin ne olduğunu ve oyuncuların ne yaptığını kimsenin bilmiyordu. Kurgu olmayınca sahaya bir şey yansıtılamadı. Takımın ne oynadığını kimse anlamadı.

Kötü bir tabloydu bu; ipler Hoca’nın elinde kaçmıştı, Güneş, kontrolünü yitirmiş ve motivasyonunu kaybetmişti. Bir bütün olarak takımın hali de haraptı; özgüven yerlerde, moraller sıfıra inmiş düzeyde, cesaret ise kayıplardaydı. Güneş’in mevcut ruh hali düşünüldüğünde, bu durumu düzeltmek ve suyu tersine akıtmak imkânsızdı.

Hülasa, Güneş için artık vakit tamamdı!

Yolların ayrılması hem kendisi hem de takım için iyi ve doğru oldu.

- Advertisment -