Bizim oralarda boldur rüzgâr. Hemen öğle üzeri essin, üfürsün diye camı çerçeveyi açık bırakırsınız. Bir camdan girer; şöyle bir tavâf eder salonu; diğer camdan sızmaya çalışanla, “sen önden çık; hayır efendim, zât-ı âliniz buyursun girsin önce” muhabbetine takılır. Karar veremezler; daha ceberrut olanı defetmek için kapı çarpar. Kalkar kapıya ayar verirsiniz; “tamam; biraz açıldım” der. Bu senaryo bayağı bir tekrar eder; bazen bir camın kafası daha önce bozulur, kapatır kendisini; bazen diğerinin. Sınırları çizenler, camlar, çerçeveler rüzgâr sevmez. Fakat akşamüzerine doğru, neredeyse hep aynı zamanda kesilir rüzgâr. Birden bire ne oldu, dersiniz. Muhtemelen başka bir işle iştigâl ettiğiniz içindir; etrafa biraz fazla saçılan ilgi yumağınız size ansızın olmuş hissi verir. Muhitimin havasında fark yaratan ne varsa kaybolmuştur. Fark kalmayınca hareket de olmaz, rüzgâr da. Sorunsuz, ama bir o kadar sevimsiz bir dinginlik hali peydâh olur. Sınır sevenler, kapılar, duvarlar rahat eder. Nüanslarından arındırılmış, tek tür, çabuk bayatlayan bir hava solunur etrafta. İlk önce veled rahatsız olur bu durumdan. Uyanır. Boncuk boncuk bakar gözlerinize; “eee, ne oynuyoruz?”
Masanın dayandığı duvarda asılı tabloya bakıyorum birkaç dakikadır. Gözümü tablodan ayırmıyorum. Diğer bütün duyularım hemen sağımda, uyanır uyanmaz sandalyesine kurulmuş ufaklığa yoğunlaşmış durumda. Yapageldiği şeyden dikkatini bana doğru çevirir çevirmez konuşacağım. Cümlelerimi birkaç kere tekrar ettim içimden. Hiç prova yapamam. Bunu bildiğim için cümlelerimi aynı kelimelerden oluşturmuyorum; hattâ bazen deviriyorum. Devrilmiş cümleleri başka bir türlü dinliyor gibi geliyor bana. Gözleri hafif ışıldıyor; güldü diyorum. Yok, tam değil. Sanki devirdiğim cümleler için, “beceremedi bu konuşmayı” diyor; mütebessim hâli bu nedenle. Resme bakmayı sürdürüyorum. Hareketleri sıklığını yitirdi; biraz daha seyrek kaldırıyor kollarını. Duyularım artık sağ yan gözüm oldu. Şimdi daha da dikkatle izliyorum.
Ufaklığın önünde çok hafif tahta levhalar var. Değişik biçimlerde kesilmiş; uçlarının, kenarlarının sivri olmamasına özen gösterilmiş parçalar. Herhangi iki tanesini birleştirdiğinizde, eğer birbirine uyuyorsa, biraz uzaktan baktığınızda neredeyse bir tane sanabilirsiniz. İnce, hafif büyükçe bir plâkayı, herhalde ince iş seven bir zanaatkâra vermişler. Muhterem, plâkayı eline aldığında zamanı kaybetmiş. Usul usul, küçüklü büyüklü, kıvrımlarından kıvrım beğendiği bir düzine parçayı, düz çizgileri de unutmadan bu levhadan çıkarmış. Birleşme yerlerini en incesinden zımparalamış, cilalamış. Bırakın herhangi iki uyumlu parçayı, hepsini tekrar bir araya getirdiğinizde, hiç kesilmemiş bir levhaya bakıyorsunuz.
Kuşların cıvıltısı arttı. Arkadaşlar alışverişten döndü dönecek. Gecikseler de olur. Hattâ bu akşam bende kalsın veled. Sizinle konuşmaya başladığımızdan beri, plâkayı tamamlamak için masanın üzerinde kalan en son parçayı, levhada kalan tek boş yere yerleştirmeye çalışıyor. Biraz baktım önce ne yaptığına. Elindeki parçayı evirdi, çevirdi; önünü arkasına, tersini düzüne getirdi. Her bir defa, biraz daha zorladı otursun diye boş yere. Olmadı. Tek parçası eksik plâkayı eline aldı. Onu biraz inceledi. İnanamadı. Her şey gayet güzel birleşmiş; bütün parçalar yerli yerinde görünüyordu. Daha sonraları dikdörtgen diyeceği şekle varmak için sadece bir boşluk kalmış; elinde de bir parça. Nasıl olur da o parça, o boşluğa uymuyordu?
Elde uymayan birkaç parça kalmış olsa, levhada da bir sürü boşluk; bu daha kolay bir durum, değil mi? Eldekiler, boşluğa oturacak gibi değil. O zaman, bayağı birleşmiş gibi görünen plâka, aslında doğru birleşmemiş. O zaman, evet o zaman, yeniden başlanabilir. Yani, birleşmiş parçalar ayrılır; bir daha baştan başlanır. Ama, bu kadar sonuna gelinmişse, sadece bir parça kalmışsa, yazık değil mi, baştan başlanır mı? Acaba ufaklık ne düşünüyor? “Bu daha çocuk” diyorum kendi kendime; “hattâ bebek.” Hafızası ne kadar? Kaç defa bu kadar sonuna geldi meşakkâtli bir işin. Bıkmak, yılgınlık kelimeleri lügâtında olmamalı. Neredeyse sonuna gelinmiş bir işin, tamamlanamadan terkedildiğini görmemiştir. “Gel birtanem, devir şu levhayı; baştan başla” diyeceğim; hayır demeyeceğim. Kendimle mücadele ediyorum. Müdahil olmayacağım. O kadar hazırlık yaptım; ama konuşmayacağım.
Peki, ya “bitti bu” der ve bana göstermeye kalkarsa ne yaparım? “Hımm, tam bitmemiş,” mi derim? Ne demek canım şimdi bu? Ya bitmiştir, ya da bitmemiş. “Eksik bitmiş” diye bir şey biliyor musunuz? Güzel de görünüyor eksik parçaya rağmen; albenisi var. Meselâ, bitmemiş hâliyle bana verdiği levhayı alsam; gitsem acayip görünüşlü bir kutunun içinde tam bu levha kadar açılmış bir yarığın içine yerleştirsem; kutunun sağına soluna yerleştirilmiş düğmelerle oynasam; bu sürecin sonunda kutunun üst tarafındaki şeffaf renk kırmızıya dönüşüp, “biip, peep, baap” gibi sesler çıkarsa; ben de dönsem ufaklığa, “bak, işte bitmemiş” desem. Büyük olasılıkla her adımını beraber yapar, olağanüstü eğlenirdik. İkna edebilir miydim acaba bitmediğine? Ama eğer bitmiş bir levhayı aynı yarığa yerleştirsem ve işlem silsilesinin sonunda, şeffaf ekran gökkuşağına dönse ve kutudan “tozar Elif, Elif diye…” diye bir nâme duysa ufaklık, sanırım iki sonuç arasındaki farka bakarak, ilkinin bitmediğini düşünebilirdi.
Eminim radyo veya benzeri cihazların tamirine meraklı olan arkadaşlar vardır aramızda. Şahit olmuşsunuzdur; itina ile lime lime ederler cihazı. Bütün parçaları teker teker sökerler, bir kazağı dikiş yerlerinden ayırır gibi; sonra sere serpe bir örtünün üzerine yayarlar. Bazı şeyler çok parçalanmaz; daha bir blok halinde kalır. Sorarsınız. “Yok,” derler; “bu böyle gelir.” Sonra örtünün üzerindekilerin hepsini tekrar bir araya getirirler. Evet, tahmin ediyorsunuz; bir şeyler artar! Dağıtıp, tekrar toplayacak diye aklınızdan geçirirsiniz. Hayır, gayet bilgece örtüyü silkeler; ellerinde toz birikmiş gibi birbirleri üzerinde kaydırır, sürter, temizlerler. Alaycı bir şekilde beklersiniz çalışmayacak radyo diye. Vallahi de, billahi de çalışır!
Aynıyla vâki. “Tamir işi” biten eski usûl bir radyoydu; kadranı, radyonun en sağındaki bir düğme ile sağa sola gider gelirdi. Bir sürü bir şey artmıştı ya, gitmiştim ben de, mahsus kadranını en sağda ve en solda uzun uzun gezdirmiştim. Çünkü parça artmışsa, radyo en çok lalettâyin çalışacağı bir yerde, yani kadranı ortalarda seyrederken çalışırdı; ama daha az kullanılacak yerde, kadranın uçlarında çalışmazdı. Heyhat! Sesler âhenkle gelmeye devam etmişti. Bozuntuya vermemiştim. Beklemiştim sabırla. Bir gün, iki gün değil; bir ay, bir yıl beklemiştim. Artan parçalar radyonun ömründen yemeliydi o zaman. Olmadı; çalışmaya devam etti. Elde kalanlar gözümün görmediği, aklımın almadığı bir işe yarıyor olmalıydı o zaman. Şimdiki cep telefonlarında başıma gelse aynısı, “yok yazılımdır, yazılım!” diyeceğim ve takmayacağım. Ama bizim radyoda yazılım ne arar? Utanmasam Tahir’in evine gidip bakacağım hâlâ çalışıyor mu radyo diye.
Küçükken de böyle takılır kalırdım. Bir yere giderdim. Bir dala ayrılırdı hafızamdaki resimler. Aynı yerden geri gelemediğim gibi, bayağı bir vakit geçerdi. Anne babası zile basınca göz göze geldik. Gözüm levhaya takıldı. Tamamlamış. İnanamadım. Ne zaman bozdu da, baştan başladı? Belki gördüğüm son, fakat bitmemiş hâli tamamen bozması gerekmiyordu. Belki sadece birkaç adım geri gidip, o adımlarda konan parçalarla yeniden düşünmesi veya ötede beride uygunmuş gibi duran birkaç parçanın yerini değiştirmesi gerekiyordu. Geri gidebilecek miyiz birkaç adım? Rüzgârı bol bir sonbahar olsa; ardından kar ince ince yağabilir.