spot_img
Ana SayfaManşet“Arzu sosyolojisi”nde kahve

“Arzu sosyolojisi”nde kahve

Erkek tavana kilitli bakışlarını yavaşça kadına indiriyor, “Ne içersiniz?” sorusunu garsondan devralıp yineliyor. İşte tanışmada en kritik an… “Ne içeriz?” yahut “Ne içelim?” derse başka nüans, söze “Ne içsem?” diye başlarsa başka kalınlık. Hiç sormadan, “Burası kahvesiyle meşhur, kahve içeceğiz”i buyuruyorsa, huyu “Ben bilirimci”den despotluğa kadar uzanabilir.

Güne çayla ya da kahveyle başlamak, farklı ülkelerin, kültürlerin yanında, yaşam biçimlerini, hatta kuşakları da çağrıştıran bir alışkanlık… Yani “Bana sabah ne içtiğini söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim”, şıpınişi karakter testlerinin, kes-yapıştır astrolojilerin yanında daha makul ve açılımlı olabilir.

Kahve alışkanlığının alışılmadık örnekleri de var elbette. “Kont Christopher Schwerin’in anılarına göre, Thomas Mann’ın ev işlerine katkısı, eşi Katia’nın getirdiği sabah kahvesini yatağında içtikten sonra kahvaltı için çay demlemekten ibaretti. Şaşıran genç Schwerin ona yatakta neden kahve içtiğini sorduğunda, Nobel ödüllü yazar, ‘Sabah tuvaletinin sıkıntısının üstesinden gelmek için’ yanıtını vermişti. Birçok yetişkin sabahları uyanmak, akşamları coşmak, aradaki zamanda ise sıkıcı bir gündelik yaşamda uyanık kalmak için kahveye gereksinim duyar.” (¹)

Kahvenin cazibesinde, “Alman Afrodizyağı” olma özelliği, rivayeti de etkiliymiş. Aynı kitaba göre kahve, Almanların “erotik, arzu sosyolojisi”nde önemli bir rol oynuyor: “Bir kadın bir buluşma sonrasında gecenin devam etmesini istiyorsa kendisini eve bırakan erkeğe ‘Bir kahve içmeye yukarı çıkar mısın?’ diye soruyor. Burada kahve şifredir. Evli alman çiftlerin çoğu ilk buluşmalarını kahve fincanı başında gerçekleştirmiştir.” (Kitabın ilk basım tarihi 1998, hey gidi hey)

Çay kahve gibi “meşajlı” değil

Kahveyle ilgili çaya pek nasip olmayan böyle harcıâlem “şifre”ler, genellemeler şüphesiz Almanlara ve kitabî ezberiyle kadına özgü değil. “Gönül ne kahve ister, ne kahvehane, gönül ahbap ister, kahve bahane” meselesi… “Arzu sosyolojisi”nde her şey şifre, “meşaj” olabilir.

Ama çay bizde de kahve kadar meşajlı değil pek… İzdivaç programlarındaki “Madem öyle bari bir çay içelim” tuluâtı o yüzden de sırıtıyor. Belki de çay, hem hazırda tutması daha kolay olduğu,  hem de programların pespâyeliğini masum, “ailevî” bir sembolle rötuşladığı için daha uygun.

Aslında “görücü kahvesi” dışında eskiden kahve de bu anlamda mesaj taşımıyordu herhalde. Ya da yeşillenmenin cümlesi o değildi. Lâkin müstakbel damada kahvenin tuz ya da biberle acı verilmesi ise hem mesaj, hem de testti bir zamanlar. Mesaj… Zira gelin damat adayını beğenirse şekerli, beğenmezse acı kahve yapabilir, teoride. Ona söz düşüyorsa, o buyurgan çağlarda…

Test… Bakalım damat müstakbel eşini o acı kahveyi yüzünü buruşturmadan içecek kadar seviyor mu? Aslında bu minvalde söz edilmeyen örtülü mesajı önemli… Tuzlu-biberli kahve, insanlara evliliği, ömür boyu hazırlansa da hayatındaki o radikal “sürpriz”i önceden hatırlatmak açısından ideal. Acısıyla, tatlısıyla denir ya… Bol pul biberli, isotlu kahve, izdivacın menüsüne, damaktaki tadına-tatsızlığına elverişli bir erken uyarı sistemi olabilir.

Kahve o dönemde, böyle tefsirler dışında günümüzdeki mesajını henüz taşımıyor. Kuşkusuz fal meselesini ayrı tutarak… Yoksa o fincandan ne hayaller, ne görüntüler, semboller, “seviyor-sevmiyor”lar, iki vakte kadar ne yeni sevgililer geçiyor. Bir gölge roman olarak kahve falı, Cep Fotoroman’ın fincandaki atasıdır.

“Hava kurşun gibi ağır…”

“Aynıyla vâki” anlatıyorum yahut eşanlamıyla hayal ediyorum. Belki de çocukluğumda kulak misafiri olduğum hatıralar… Yahut eski bir film. O eski, “nezih” ve sanıyorum oldukça sıkıcı zamanlarda, bir kadın-bir erkek pastanede boş, kuytu bir masaya oturuyorlar. Lafın gelişi, başbaşa…

İlk buluşma… Bir şekilde tanışmışlar. O zamanlar tanışmanın bir ya da bilemediniz iki şekli olmalı zaten. Masa bomboş ya, o her koşulda konuşkan eller masanın altında, dizlerin üzerinde… Sessizlik, masanın havası, kurşun gibi ağır… Lanet olsun, garson da yok ortada… Saniyeler dakika, dakikalar sanki saat o suskunlukta.

“Suyun sessiz akanından kork”… Hafifçe öksürerek sesini ayarlayan erkek, bir mavzer gibi patlıyor sonunda: “Garson!” Narayla, o standart “Ne içersiniz?” sorusu, “müessesede maraza çıkmasın” duygusuyla “Ne emredersiniz?”e dönüşüyor. Bağıran çağıran, büyüklenen her müşteriyle uğraşsa, “seri katil” olur, İlkler Tarihi’ne geçer bu ülkede. Öyle ya da böyle, o iki kelime masadaki sessizliği, suskunluğu bir anda bozuyor. İlaç gibi iki kelime…

“Ne içersiniz”in ehemmiyeti

Erkek tavana kilitli bakışlarını yavaşça kadına indiriyor, o soruyu garsondan devralıp yineliyor: “Ne içersiniz?”… İşte tanışmada en kritik an… “Ne içeriz?” yahut “Ne içelim?” derse başka nüans, söze “Ne içsem?” diye başlarsa başka kalınlık. Hiç sormadan, “Burası kahvesiyle meşhur, kahve içeceğiz”i buyuruyorsa, huyu “Ben bilirimci”den despotluğa kadar uzanabilir. 

O “film”deki kadını da ilk açık görüşte uyumluluk refleksiyle, “Siz ne içeceksiniz?”, hatta “Siz ne içerseniz…” ile menüyü zarifçe önüne çekmek arasında gezinen ikilem sarıyor belki. Buluşma, aile, çevre zoruyla bir itelemeyse “Hiç, böyle iyi…” de olabilir. Israr gelirse de, “Bir bardak soğuk su lütfen”e bağlayabilir meseleyi. Aferin ona.

Hiç ama hiç önemli değil aslında. Hepsi fantezi…  O devirde, “Ne içersiniz”miş miş de muş muş muş…  Büyük bir şehrin Büyük Pastahane’sinde değilseniz… O zamanlar -varsa- menüde, “Çay, kahve, gazoz” belki bir de “limonata” yazıyor muhtemelen. Kadınla erkek oturur oturmaz çayları önlerine koyan, o konuyu kapadığı için masadaki suskunluğa kördüğüm atan işletmeler de çok.

İlk buluşmada çay biraz zayıf, gazoz da biraz çocukça, hafif kaldığı için kahve daha uygun. Ondan sonra mevzu bitmiyor. Kahveyi nasıl içersin(iz); sadesi, azı, ortası, şekerlisi… Siz nasıl içersiniz, biz nasıl içeriz, onlar nasıl içerler… Hepsi, onunla “ruh eşi”, ailesi-çevresiyle “kul eşiti” olup olmadığınıza dair sağlam mevzular.

Fal ve astroloji çapkınlığı

Koyulaşıyor sohbet; “Şeker de Bütün Dünya Mecmuası’na göre zararlıymış galiba…” “Kahveyi kim keşfetmiş biliyor musunuz? Bu haftaki sayısında…” “Bakın size aynı mecmuadan bir dize okuyayım”. (O eser de umumi itibarını çoktan yitirdi. Her şeyi kafasına göre özetleyen, her şeye o mecmuada yer veren Bütün Dünya’nın yerini, Bütün Google aldı.)  

Aynı derginin testini, bulmacasını birlikte çözdükten sonra… Ortam böyle mevzularla ısınınca… Gidişat içgüveysi kadar dört başı mamur olmasa da, halliceyse… Nihayet kahve falı. Kahve falı ve astroloji, en etkili “flört müessesesi” esasen. Bir dönem flört esnafının yarısı astrolog, yarısı medyum… Lâkin o devirde, gizli işsizlik de tavan. Bulduğu izdivaca giriyor insan.

“Siz bana bakınız, yok ölümü görünüz siz…” (“Ölümü öpünüz” henüz erken) İlk tatlı ısrarlar, “reca”lar… Falın gidişatıyla birlikte ilk “sen”ler, “ben”ler… “Falınızda koca bir horoz çıkmış, kısmet mi desem…”ler… Sonra burçlar, balıklar, aslanlar…

Ama “Bakalım burçlarımızın ten uyumu nasılmış”lar filan henüz yok. Onu Güzin Abla o yöndeki -yayınlanabilir- sorunlardan, asparagas sorulardan bunalınca icat edecekler. Yerine de Haydar Dümen oturacak. O buluşmadan sonra da, o sağlam ipuçlarının kılavuzunda ya anlaşıyorsun, ya anlaşamıyorsun. O kadar…

Ne verelim yengeme…

Anlattığım “film sahnesi”yle biraz haksızlık ettiğimin farkındayım. Ama “film” önünde sonunda birine haksızlıktır zaten. Yoksa tansiyonu düşer, seyircinin empatisi dağılır. Yavaş yavaş “Bir kahve içelim” dönemi de yaklaşıyor. “İçen İnsan”dan “Huylu İnsan”a geçiş sürecinde bugünün ipuçlarına rastlıyoruz.

Bizim kuşakta “Politik Huylu İnsan, pastaneyi fazla muhallebici, o yıllardaki birkaç “cafe”yi  tuzlu ve burjuva bulduğu için sadece çay-kahve içilen mekân arayışına giriyor. Ancak o yıllarda “cafe”, tesis, altyapı ve malzeme yokluğu, “kahve” kısmını -tek istikamet- kıraathaneye sürüklüyor.

Başlangıçta kız arkadaşını, yoldaşını alıp gittiği kıraathanede karşılaştığı, “Ne verelim yengeme…”, “Sen sade iç delikanlı, yengeye şekerli yapalım” klişesi zorluyor gençleri. Ama yılmıyor, yorulmuyor o kuşak… Kısa sürede birçok kıraathaneyi, “kızlı-erkekli kahve”ye dönüştürerek, kamulaştırıyor. Üniversitelerin dibindeki, mesela SBF’nin yanındaki “Maç” gibi kıraathaneler ideal. Tabii silahla taranana kadar…

Masumiyete menü engeli

Yine de o çapkın “Bir kahve içelim” söylemine yıllar var. Flörtün girizgâhlarından olan “Bir kahve içelim”, şeklen, nesnesindeki kahveden ibaret, o zamanlardaki masumiyet ve sınır dâhilinde, “gündüz gözüyle” bir buluşma çağrısı aslında. Ama artık 1001 çeşit içecek, 101 çeşit kahve var işin ucunda. Gidilecek yerdeki “içecek menüsü” çay-kahve-gazozdan, konuşma mevzusu da o nispeten tehlikesiz alandan ibaret değil ki. Adaçayının dalından hop “Papatya gibisin” çayına…

“Sosyete manavı”nın bile altından kalkamayacağı çeşitlerde meyveli gazozu-sodası, her aromadan meyve suları, alkolsüz kokteylleri, soğuk çayları, sıcak bitki-meyve çayları, her tür kahve… Bu çeşitliliğin yukarıdaki mantıkla artık hiç bitmeyen sohbetlere vesile olmasını bekliyorsunuz. Oysa ilk randevunun yarı zamanı, o bitmek bilmez menülere göz atmakla geçti gitti zaten. Okuma oranına menüler katılsa, altın madalya çocuk oyuncağı…

İçecekten karakter tahlili

Sonrasında mecbur içecek konusu gündeme gelecek. Gelecek de… O kadar çeşidin arasında ruh eşine-ikizine, “tadı tadıma, huyu huyuma”ya rastlamak, artık asla seyran olmayan samanlıkta cep telefonunun bataryasını açma iğnesini aramak gibi… Seçilen içecek üzerinden ilk zıtlaşmayı, münakaşayı, burun bükmeyi başlatmaması da imkânsız.

İki laf edemedin işte; menüsü, servisi, töreni, seremonisinden… Karman çorman siparişler, spesiyaller nedeniyle onca işle uğraşan garson her an başında… Ya espressona küçük parmağıyla kalp çiziyor, ya da yanar-döner kokteyline maytabını, şemsiyesini yerleştiriyor. Ne desen, “aileden” bakışlarıyla seni onaylayacak ya da ayıplayacak.

“İdrardan Karakter Tahlili” Enis Batur’un denemesidir de, günün yelpazesinde seçilen içecekten karakter tahlili yapamayan, ikinci randevuya filan gitmesin. Haftaya “Mırın kırın tarihi”yle ve “sıkılan insan”la devam edeceğim.

BİR ŞİİR/BİR DİZE

“Ayrılık masanın üstündeydi cıgara paketinde /gözlüklü garson getirdi onu ama sen ısmarladın /kıvrılan bir dumandı gözlerinin içinde senin /cıgaranın ucunda senin /ve hoşça kal demeğe hazır olan avucunda /ayrılık masanın üstünde dirseğini dayadığın yerdeydi /aklından geçenlerdeydi ayrılık /benden gizlediklerinde gizlemediklerinde /ayrılık rahatlığındaydı senin /senin güvenindeydi bana /büyük korkundaydı ayrılık.” (Saman Sarısı, Nazım Hikmet)

(¹) Çayın Kültür Tarihi, Stephan Reimertz. Reimertz, Paris’te yaşıyor, 59 yaşında. 44 yıldır her gün çay içiyor. Havasındaysa, günde üç çaydanlık… Son yıllarda favorisi yeşil Darjeeling çayıymış.

- Advertisment -