Lana Wachowski ve Lilly Wachowski’nin yazıp yönettiği The Matrix, 1999 yılında vizyona girdiğinde sinema dünyasını tâbir câiz ise sallamıştı. “Gerçek nedir?” sorusunu sinema dili aracılığıyla bir külçe gibi üzerimize bırakan, içimize kuşku tohumları serpen, zihnimizi bulandıran filmde Eflatun’un mağara alegorisinden Jean Baudrilliard’ın simülasyon kuramına, Hegel’in efendi köle diyalektiğinden “mutsuz bilinç” kavramına, Descartes’ın “kötü cin”ine kadar uzanabilecek referanslar ağı eşlik ediyordu. İmgelerin vasıta kılındığı bu tefekkür tecrübesine görkemli bir görsellik ve kendi ekolünü yaratan aksiyon sahnelerinin de eklenmesi ile seri farklı beğenilere sahip izleyiciyi kitlesini bir şekilde bağımlısı kıldı. Gişe başarısı ile bu takdir onaylanınca 2003 yılında The Matrix Reloaded ve The Matrix Revolutions peş peşe vizyona girdi. Serinin diğer iki filmi de en az birincisi kadar yoğun felsefi donanıma sahipti. Son filmin üzerinden 18 yıl geçti. Seriyi devam ettirmeye pek niyeti olmayan Lana Wachowski’nin yönettiği The Matrix Resurrections’ın bir yerinde dördüncü filmin neden çekildiğini ima eden bir diyalog geçer. Seneler önce tasarladığı Matrix oyunuyla ödüllerle taltif edilen bitkin ve mutsuz Thomas A. Anderson’a (Keanu Reeves) patronu, Warner Bros’un üçlemeyi devam ettirmek istediğini söyler. Bu teklifi kabul etseler de etmeseler de seri devam edecektir. Bu mecburiyet Anderson’ı yeniden harekete geçirir, günlük hayatını ele geçiren tasarladığı bu kurmaca evren, Matrix böylece yeniden onu ve dolayısıyla izleyiciyi içine çekmeye başlar. Gerçek ile kurgu, akıllık ile delilik arasında salınan Anderson’un sanrıları hortlar. Matrix evreni, serinin dördüncü filminde Anderson’un geçirdiği sinir krizlerine evrilmiştir.
The Matrix Resurrections’da filmin içerisine kendi yapım sürecine dair küçük işaretlerin yanı sıra diğer üç film de ustaca yerleştirilmiş. İzlerken sık sık duymuş olduğumuz “döngü” sözcüğü filmin ve belki de yeni serinin de izleğine dair işaret sunmakta. The Matrix Resurrections’ın başlangıç sahnesi zihnimize The Matrix’in ilk sahnesini çağırır. Trinity’nin karanlık bir odada sırtı dönük bekleyişi, odaya girenlerin üzerinden bir dozer gibi geçişi, hatta “küçük bir kızla başedebiliriz.” diyaloğu… The Matrix Resurrections’ın bakışları da serinin diğer üç filmi üzerine, başka bir ifadeyle geçmişe kilitlenmiş vaziyette. Yeniden Matrix’e dönmek zorunda kalan Aderson karakteri gibi film de sürekli geçmişini sayıklamakta, kurcalamakta, yer yer mizahını yapmakta, bir yandan ondan bağımsızlaşmak, kurtulmak isterken bir tarafan da bu nostaljiden haz duymakta.
The Matrix Revolutions, Neo’nun ölümü ile hitâma eriyordu. The Matrix Resurrections’da herkes Neo’nun öldüğüne inanmaktadır. Yönetmen kahramanını diriltmenin yolunu onu gerçek dünyada sinik bir karakter olarak sunmakta bulmuş. İlk filmde ofiste bir başına gördüğümüz Thomas Anderson, sınıf atlamış, tasarladığı oyun ile şöhret kazanmıştır. Hemen her gün gittiği kafenin diğer müdavimi Tiffany (Carrie-Anne Moss) ise bir türlü açılamadığı hayatının aşkıdır. Anderson, hergünkülük içerisinde başedemediği duyguları, tasarladığı Matrix oyununda farklı karakterler olarak hayal etmiştir. Evli ve iki çocuklu Tiffany’nin Matrix oyunundaki karşılığı elbette Trinity’dir. Oyundaki Trinity ile hayattaki Tiffany’nin fiziksel görünümü ve motorlara tutkusunun benzerliği ile bu saplantılı aşk kendini açık eder. Anderson hayatından kurguyu ayırma yeteneğini yitirmişdir.
Yazdığı romanın ya da çektiği filmin karakterine dönüşen yaratıcının hikâyesini anlatan pek çok film izledik. The Matrix Resurrections bunu gerçekleştirirken yine felsefenin pek çok sorusu etrafında dönmeye devam eder. Başta daha önceki filmlerinden transfer ettiği “gerçek nedir?”, “uyanık mısın yoksa rüyada mı?” gibi soruların yanı sıra metaverse, transhümanizm, dijital bilinç, bilinç transferi gibi kavramlara dijital kaygılar, dijital aşklar, dijital hayaletler gibi farklı meseleleri de katar. Fakat serinin ilk üç filmindeki ağır felsefi ton burada büyük oranda kendini drama bırakmış. Neo’nun ve Trinity’nin 50’sini devirmiş yüz çizgileri, geç kalınmış bir aşk hikâyesi bu filmdeki bütün felsefi soruların üzerinde kabuk bağlamakta. Filmin tamamına bu yaş alma hüznünün çöktüğünü söyleyebiliriz.
The Matrix Resurrections’da Morpheus ve Ajan Smith’den vazgeçilmemiş. Fakat her ikisinin de suretleri değişmiş. Morhpheus rolündeki Laurence Fishburne yerine genç Yahya Abdul-Mateen II, Ajan Smith rolündeki Hugo Weaving yerine ise Jonathan Groff rol almakta. Anderson’un günlük hayatının üzerindeki en büyük basınç, patronu ve psikanalistidir. İkisi de kahramanımızı günümüz modern dünyasının zincirlerine vuran kişiliklerdir. Patron çalışanına dayattığı bitmeyen meşguliyetlerle, analist ise sürekli Anderson’un duygularını hizaya sokmak adına verdiği sakinleştirici mavi haplarla zihnini uyuşturur. Tasarladığı Matrix oyun evreninde gerçek hayatta öfke duyduğu patronu Ajan Smith’e evrilir, Anderson’un sık sık karşısına geçip “ben delirdim mi?” sorusunu sorduğu psikanalisti ise bir başka antagonisttir. Patron ve analist ikiliğinin karşısına Neo ile Trinity’nin birlikteliği çıkarılmakta. Neo ile Trinty’yi güçlü kılan bir aradalıklarıdır. Bu filmde güç dengesinin Neo’dan büyük oranda Trinity’ye kaymış oluşu dikkat çekici, bunu zamanın ruhuyla ya da yönetmenin kişisel hayatının bir izdüşümü olarak açıklayabiliriz. Analistin odasında ve filmin farklı sahnelerinde karşımıza çıkan siyah kedi ise her defasında Neo’ya déjà vu dedirtmekte, biz ona Schrödinger’in kedisi de diyebiliriz. Tıpkı Alice’in beyaz tavşanı gibi bu kara kedi de Neo’yu kendi döngüsünden çıkarmaya, derin uykusundan uyanmaya davet etmekte. The Matrix Resurrections’ın geçmiş filmlerle kurduğu en muzip bağlardan biri de Fransız’ın varlığında tecessüm eder. Fransız Merovingian ikinci filmde Neo’ya “hepimiz nedenlerin kurbanıyız” demişti. Bu filmde de aslında seçim denilen şeyin bir ilüzyon olduğu fikrinin altı kalınca çizilmekte. Fransız, deli bir ihtiyar olarak perdeye yansıyor ve Matrix’e teslim olmuş günümüz insanına dair en net eleştirileri o yapıyor.
Beyindeki Kıymık
The Matrix Resurrections’da daha önceki filmlerde mücadelesi verilen savaş bitmiştir, makineler ile insanlar arasında bir ittifak söz konusudur. Diğer filmlerde yüksek tonda seslendirilen zihnin özgürleşmesi, özgür irade-kader sorunsalı burada daha cılız bir şekilde dile gelmekte. Bir zamanlar özgür olmak isteyen, bunu kendine mesele eden insanlıktan eser kalmamıştır. Filmin diyaloglarında ifade edildiği üzere, Matrix kazanmış görünüyor. Neo da bir sahnede artık gerçeği aramaktan vazgeçtiğinden dem vurmakta. Morpheus’un Neo’ya cevabı başka bir sahnede dillendiriliyor: “Seni kendi dünyalarına inandırmışlar.” Morpheus, Neo’ya ilk filmde Matrix nedir anlatırken şu cümleleri kurmuştu: “Dünyada ters giden bir şey var, ne olduğunu bilmiyorsun ama orada. Beynindeki kıymık gibi… Matrix ise her yerde. Etrafımızda. İçinde bulunduğumuz odada. Gerçeği görmememiz için dünya bir perde gibi önüne çekilmiş vaziyette.” Neo sorar: “Ne gerçeği?” El-cevap: “Köle olduğun gerçeği. Herkes gibi bir kalıba doğdun. Tadını alamadığın, dokunamadığın, koklayamadığın bir hapse. Aklın için bir hapis.” Morpheus meşhur kırmızı ve mavi hapı bu sahnede Neo’ya uzatır. Mavi hapı içerse eğer hikâye bitecektir, yatağında uyanıp “herkesler” sürüsüne katılacaktır. Kırmızı hapı aldığında ise tavşan deliğinin ne kadar derin olduğuna şahit olacaktır.
Matrix’in insan doğasına dair sorgulamaları en çok Friedrich Nietzsche’nin Böyle Buyurdu Zerdüşt kitabında öngördüğü “son insan”ı hatırlatır. Metni hatırlayalım:
“İnsan içinde kaos barındırmalı ki, dans eden bir yıldız doğurabilsin. Yazık! Zaman gelecek, insan artık hiçbir yıldız doğuramayacak. Yazık! Artık kendini aşağılamayan en aşağılık insanın zamanı gelmekte…
Bakın! Ben size son insan’ı gösteriyorum.
Sevgi nedir? Yaradılış nedir? Özlem nedir? Yıldız nedir? Böyle soruyor son insan ve gözlerini kırpıştırıyor.
O zaman yeryüzü küçülmüş ve her şeyi küçülten son insan, onun üstünde sıçrayıp duruyor. Soyunun kökünün kurutulabilmesi olanaksız, pireler gibi; en uzun yaşayan, son insan.
‘Biz mutluluğu icat ettik.’ diyor son insanlar ve gözlerini kırpıştırıyorlar.
Onlar yaşamın zor olduğu bölgeleri terk ettiler; çünkü insan sıcaklığı gereksinir. İnsan hâlâ komşularını seviyor ve onlara sokuluyor; çünkü insan sıcaklığı gereksinir.
Hastalanmayı ve kuşkulanmayı günah sayıyorlar; dikkatle ilerliyorlar. Ayağı hâlâ taşlara veya insanlara takılan ancak bir budala olabilir.”[1]
The Matrix Resurrections’da da diğer Matrix filmlerindeki gibi “son insan”ın kıvranışları nazara verilir. Bilinçsiz ve yalnız insanlığın kontrolü ve kesinliği sevdiği vurgulanır. Umut, çaresizlik ve korku arasında salınan insanın en belirgin özelliği ise gerçeğe direnç göstemektir. Matrix, insanlığın içinden çıkamadığı kötü bir düştür ve görünen o ki The Matrix Resurrections’ın yaratıcıları da artık bu kabusu delip geçmenin pek mümkün olmadığı fikrine teslim olmuştur. “Son insan”ın modern dünyanın düşüne daldığını teslim eder film fakat yine de Morpheus’un ifade ettiği o kıymığı yerinden oynatmanın umuduna dair bir inanç taşır.
Not: Yazıda filmle ilgili sürpriz gelişmelere yer verilmiştir.
[1]Friedrich Nietzsche, İşte Böyle Buyurdu Zerdüşt, çev. Ahmet Cemal (İstanbul: Kabalcı Yayınları, 2007), s.18.