Bir maç ortası hatırlamıyorum şimdi; Necip’i yanına çağırıyor ya da Necip attıkları bir gol sonrası teknik direktörünün yanına yanaşmış su yudumluyor. Biliç yanağını gösterip kendisini öpmesini istiyor Necip’in. Necip de öpücük konduruyor yanağına Bilic’in. Sonra sahaya doğru koşuyor. Ben de futbol oynadım. Bir kez teknik direktörüme-gol sonrası-gidip sarıldığımı hatırlamıyorum. Böyle yapan teknik adamlar vardı; golden sonra bana gelin! Nedir anlamadım hiç. Anladım da anlam veremedim. Başka ülkelerde böyle mi oluyor bilemiyorum. Ama sahne tartışılmaya değer.
Benzer şeyleri Mircea Lucescu yapmıştı yıllar önce. Bir maçta dışarı aldığı oyuncusu terliyken kenarda sıkıntı yaşamasın diye paltosunu çıkarıp futbolcusunun üzerine sarmıştı. Bir baba, abi yapar dii mi böyle şeyleri. Belki kardeşi…
Baba yarısı gibiydi Lucescu. Bilic de bir bakıma öyle.. Yaptığı açıklamaların ardından-hani şu aşçıya malzemeciye kadar herkese emeğini teslim ettiği konuşma-‘’sosyalist Bilic’’ demişti taraftarlar… Özellikle Beşiktaş taraftarının ve hele de Çarşı’nın ruhunu okşamıştı tutumu. Havasız, kasılmaktan uzak, emekçi bir görüntüsü vardı; kendisinden önceki bilgisiz, ilgisiz, ukala, kasap teknik adamlara benzemiyordu. Yalnız BJK Başkanı Fikret Orman’ın, ‘’bu tür durumlarda aşırı heyecan yapmayacak bir teknik adam arıyoruz!’’ deyiminin muhatabıydı. Her kötü durumda yıkılıyor gerçekten fazla heyecan yapıp istifa etmeye takımdan ayrılma sinyalleri veriyordu.
Oysa diğer teknik adamlar okyanus ise Bilic bir iç deniz ve hatta Beşiktaş-Kadıköy vapur iskelesi gibiydi. Otomobil olsa Wos-Wos olurdu en çok. ‘’Üç arkadaş’’ filminin Halit Akçatepesi gibiydi Bilic. Selvi Boylum Al Yazmalım’ın Ahmet Mekin’i. Hep bir emekten yana olmak duygusu/dürtüsü/zorlamasıydı hayatında BJK Yönetim Kurulu’nun. Takım için de böyle belki; ne baba ne abi ne arkadaş ne mahalleden ama ne dışarıdan. Nereye koyacağını bilemedi oyuncular da onu. Ama altı stoperli bir takımdan şampiyonluk kovalayan bir ekip yaratmak da hanesindeki en büyük artı idi Bilic’in.
Şiir olsa Bu Memleket Bizim’ine benziyordu Nazım’ın. Sürekli dışarıda oynuyordu maçlarını ve stadyumu bile olmayan bir antrenörün talihsizliğini yenmeye çalışıyordu. O nedenle rakipten çok kendisiyle uğraşan bir ‘ortama’ düşmüştü.
Onu bir organla anlatmaya çalışsak; evet evet en çok yüreğe benziyordu Bilic. Açıklamalarını dinlerken hallerini Alkadraz Kuşçusu’na benzetmedim değil. Ama bu kadar bilgelik ve durgunluk yaramazdı bizim aleme. Mektup olsa digital ortamda yazmaya utanırsın. Derbileri kaybettiğinde kederden geberen babama benzetiyordum onu en çok.- Bu sıkıntıydı işte; derbi kaybetmeyeceksin.-
Onun ekibinde bu telaş ve panik seziliyordu işte. Elinde Almeida, Q7 tipi adamlar yoktu yaş ve tecrübe eksiği ama yüreğini ortaya koyan ‘gençler’ vardı. Kanatları eserek geçecek bekleri yoktu, lider oyuncusu yoktu, son vuruşlarda tek adam üzerine kalıyordu takım ve o da kilitlenince kilitli bir santrafordan gol çıkmıyordu çıkamıyordu. Bölge geçişleri zayıf, bloklar arasındaki bağlantıyı bir akışkanlıkla sağlayacak!!! Oyuncusu yoktu Bilic’in. Ve kalecisi yoktu her şeyden önce. Yaşanan sakatlıklar sonrası takımın en çok etkilenen yeri diğer büyüklerin neredeyse en sağlam yerleriydi; Muslera, Volkan, Hakan'a karşı BJK’nin yedek kalecileri…
Yine de hep dışarıda oynayarak ekibini ‘kafada’ tutmayı başardı Bilic. Talihsiz bi açıklama; ‘’Şampiyon olsa Bilic ile çalışmaya devam ederdik!’ BJK Başkanı söylüyor bunu. Hem de stadyum tadilatı bitmemişken.
Bu arada; bu seneki ligin adı; Süleyman Seba Ligi. Beşiktaş İnönü Stadyumu’nu 1947’de İsveç AEK takımıyla yaptığı maçla açmış, maç 3-2 Beşiktaş’ın galibiyetiyle bitmiş gollerden birini de o dönemdeki ekibin acar açığı Süleyman Seba atmıştı. Adıyla anılan lig sürecinde stadyum açılmalı ve Beşiktaş şampiyon olmalıydı. Olmadı/olamadı…
Süper Lig A.Ş. kurulma çalışması için de düğmeye basıldı.
Hayırlı olsun.
Bu işler yürek işi değil şirket işi ne de olsa!
Oysa; Aya benzerdi yüreğim…