Ana SayfaYazarlar‘Bu adam nasıl rektör oldu?’

‘Bu adam nasıl rektör oldu?’

 

Her nedense, yazmam gereken ya da yazmak istediğim konularla yazma zorunluluğu duyduklarım arasında her zaman büyük bir açık oluyor. Sonrasındaysa, içten içe hissettiğim bir çatışma masanın başına oturmamı geciktiriyor (Belki de bir yazar hastalığıdır!).

 

Melih Cevdet bir yerde -yaklaşık olarak- ‘eğer sizi kendiliğinden meşgul eden bir mesele varsa dünyanın en heyacanlı konusu da olsa o dururken başka şey yazmaya kalkmayın’ gibi bir şey söyler. Bir üstat tavsiyesi…Antropolojide de yine benzer bir söz vardır. Onu da çok sever, her yeni işe kalkıştığımda hatırlarım: ‘ne çalışırsak çalışalım hepimiz aslında kendimizi çalışırız.’

 

Hem sosyal bilimciler –ve evet- hem de gazeteciler için altın bir tavsiye. ‘Ben biliyorum da seyircilerimiz de bilsin diye soruyorum’ diye söze giren ya da ‘Diyorlar ki..edebiyatıyla’ lafı üzerinden atan gazeteci tartışmasız bir mesleki vasatlığa mahkumdur. Kötü gazetecidir. Hem korkak hem de güce göre iş yapma konusunda beceriklidir. İyi soru her zaman gerçek bir sorgulama içerir çünkü ve gerçek bir sorgulama için içiniz o meseleyi çalkalayıp durmalı, sorunun cevabını gerçek anlamda bilmiyor olmalı, soruyu gerçekten sormalıdır yani. Ancak böyle gerçeğe ulaşılır. BBC’nin mottosunun ‘We don’t only report, we live it’ olması boşuna değil; uzun yılların gazetecilik birikiminin özeti bir cümle.

 

Geçtiğimiz haftalarda yine bu sütunda ‘Bir Liyakatsizin Portresi’ diye bir yazı yazdım. Yazının başlığını da önce ‘Bir Zübüğün Portresi’ koymayı düşündüğümü ama sonra bir şekilde bunu, nasıl denir, nahoş bularak vazgeçtiğimi belirtmiştim. Bugüne kadar yazdıklarıma hiç bu kadar çok tepki almamıştım. Olumlu ve olumsuz anlamda pek çok kişi iletişim bilgilerimi bulmaya, tanıyanlara sormaya ve yazıdaki ismin kim olduğunu bilmeye çalıştı. Bu arada, yazıya konu olan kişinin çalıştığı kurumda fısıltıyla okumayan kalmadığını da öğrendim.

 

Yazıda, özetle, giderek iliklerimize kadar hissettiğimiz liyakatsizliğin geldiği son noktanın ürettiği bir tip üzerinden devletin içindeki çürümenin boyutlarını vermeye çalıştım. Epeyce kabul gördü belli ki. Fakat yine her nedense –belki de bu kabul görme yüzünden!- bu kişi yakın zamandaki atamalarda (yani, hukuki sorumluluk doğurmayacak müphemlikteki bir zaman önce!) rektör oluverdi. Şimdi tanıdığım mahfillerde ‘iyi de bu adam nasıl rektör oldu?’ sorusu o kadar dilden dile dolaşıyor ki etkisine kapılmamak neredeyse mümkün değil. Çünkü bu ima yollu ya da ironiyle hükümetin veya Cumhurbaşkanı’nın kararlarını eleştiren ya da ti’ye alan sorulardan değil. Çok gerçek bir soru. Gerçekten içinden çıkılamayan, insanın kafasını alalk bullak eden türden samimiyetle sorulan bir soru. Bana kalsa ben bu defa, biraz bildiğimi sandığım İsveç’e ya da teknoloji fetişizmimize dair yazmak istiyordum -fakat hayır. Burada çok gerçek ve yakıcı bir soru var.

 

Söz konusu bu zatı ucundan kıyısından tanıyan, bir şekilde on-onbeş dakika geçiren hemen herkesin anlaşılmaz gözlerle sorduğu bu soru peşimi bırakmadı. Cevabı biliyor muyum peki? Hem evet hem hayır. Yani, günler öncesinden üzerine yazı yazıp işin böyle olacağını, bu kişinin üst bir göreve kolaylıkla atanacağını bilecek kadar bu kişinin hangi yollarla nasıl yükseldiğini biliyorum ama buna rağmen soruyu herkes kadar anlayamayan bir bakışla sormak zorunda hissediyorum: ‘bu adam nasıl rektör oldu?’ İçimde baskı kuran ses, eğer bu soruyu layıkıyla cevaplarsan devletteki çürümeyi ayan beyan insanların gözü önüne serebilirsin diyip duruyor.

 

Yeri gelmişken okura duyduğum büyük saygıya rağmen adını vermekten neden imtina ettiğimi de bir iki cümleyle açıklayayım. Birincisi, kişilerle ilgili yazı yazmayı oldum olası hiç ama hiç sevmedim. Karşı tarafın kişiliğine asgari saygımı hep korudum. Diğer yandan, bu tür yazıları, genellikle ironik ve yer yer istihzaya kayan bir dille yazdığım için elimdeki bu imkanın kendiliğinden yok olmasını istemedim. Bir diğer neden, bizzat bu konu üzerine yazdığım ve bu vaka’dan hareketle devletteki çürümeyi konu alan –ve çoksatarlara aday olmasını istediğim- monografik kitabın heyecanı kaçsın istemedim! Ne çok neden varmış meğer. Ne bileyim, şu aşamada cevap hakkı doğsun istemedim. Söz konusu bu kişi hakkında yürütülen soruşturmalara halel gelsin istemedim. Son olarak bir de bu kişinin birlikte çalıştığı üstlerine ‘onları görmeden güne başladığında güneşin doğuşunu tam olarak hissedemediğini’ söyleyecek kadar küçülebildiğini bizzat bildiğim için adını verirsem bu beni de küçültür aşağı çeker mi acaba diye de düşünmeden edemedim. Ha pardon bir de zaten herkesin bildiğini düşündüm (her yanda bu zübüklerden bolca yok mu yani!)

 

Etnografik çalışma biçimini fazla benimsemiş olmakla da ilgili olabilir. Aklıma hemen Mahmut Makal’ın Bizim Köy’ü geldi. Makal, bu kitapta öğretmen olarak çalıştığı köyün ve köylünün halini kaleme alıp tüm Türkiye’nin bilmesini sağlamıştı. Ne var ki bir antropolog olmadığı için bilgi kaynağıyla olan ilişkisi etik kodlara yeterince bağlı değildi. Sonrasında köylüler, ‘sus sus! adam bizi gazatada irezil etmiş’ dediler eser için. Bu nedenle Makal’ın çalışması antropolojik birikimin içinde değerlendirilir ama sorunlu bir etnografidir.

 

Sonuç olarak, üzerine yazdığınız kişiye her koşulda saygı duymak gerekir. Kimbilir bu kişi de belki akşam evine vardığında eşine bulaşıkları yerleştirmede yardım ediyordur. Mutfak camının önün egelen kuşlara kalan ekmek kırıntılarını veriyordur. Ya da çocuklarıyla kırtasiye alışverişine çıkıyor, silgi beğenmek için dakikalar harcıyordur. Yoldan geçerken el açan bir dilenciyi boş geçmiyordur. Belki gizliden gizliye bir öğrenci okutuyor, ara ara hayır yapıyordur.

 

Tam bu noktada da aklıma, çalışma alanımın başucu kitapların sayılan, Violence and the Police’in yazarı Westley geldi. Kitabın bütün başarısının sırrı Westley’in kafasını sürekli kurcalayan bir çelişkidir. Şöyle der Westley:

 

Polisler, yaşamlarındaki şiddetin tuttuğu yeri anlatırken kendilerini dinlemeye zorladıklarında bundan korkan fakat mesleklerinin ve toplumun içinde var olan tüm bu dinamiklerin onların insanlığını nasıl şekillendirdiğini anlayabilmek için şiddetin içindeki insanlığı kavramaya çok büyük ihtiyaç duyan birini…şiddeti yapan bu adamların [polislerin] namuslu, mütevazı, medeni, çoğunlukla evli, çocukları olan ve küçük evlerde geçen yaşamları ile polis olarak toplumla kurdukları bu düşmanca ilişki arasındaki uyuşmazlığın onu içine düşürdüğü çelişkiyi tarif etmek zor. Benim çalışmamın ana analitik problemi, bu çelişkiden kurtulmaya çalışmaktı. Kişisel olarak bu insanların nasıl olup da aynı anda her iki tarafta yer alabildiklerini anlamalıydım.                 

 

Dolayısıyla denebilir ki benim de ana analitik problemim böylesi bir çelişkiden kurtulmak. Bağcı dövmek değil. Soru ve sorunum çok basit aslında: Bu kişi, her şeye rağmen nasıl rektör oldu?

 

Bir önceki yazıdan sonra arama nezaketi gösteren gazeteciler de oldu bu arada ve onlara da pek bir şey söylemedim (Araştırmacı gazetecilik büsbütün ölmesin diye arayıp kendileri bulsun istedim!)

 

Yine cevabı veremeyeceğim belki (öyle olsa kitap yazmaya kalkmazdım!) ama konunun üzerine gitmek isteyenlere en azından ipuçları vermek niyetindeyim.

 

Bu kişiyle ilgili ne biliyoruz? Sıralayalım. Bir, çok uzun yıllar FETÖ okullarında okuduğunu ve 17/25’ten sonra bile toplantılarına katıldığını biliyoruz. Vatan millet sevgisinin yalnızca kendisinde olduğunu zannettiğini biliyoruz. Devleti her gün yeniden kurtardığını ama bu arada da bütün zihnini devletin işleyişine uydurmaktan kaynaklı bir konuşma yetisi kaybına uğradığını biliyoruz. Nereden mi? Ankara’ya ilk geldiği zamanlarda konuşmalarına mutlaka sıkıştırdığı ve gelirken yanında bohçasıyla getirdiği hissi veren, buram buram yerellik kokan, o aksanlı nüktelerin yerini her geçen gün yerli ve milli konuşmalara bırakmasından anlayabiliyoruz. Donuk bakışlarından ve yaşadığı zihni teşevvüş hallerinden…Devletin içine girdikçe her konuda kendisine gizem kattığını ve böylelikle eksiklerini çok kolayca kapattığını biliyoruz. Karanlık geçmişini aklamak için insanlara kolaylıkla iftiralar attığını, sürekli yalan söylediğini, genç kadınlar hakkında dedikodular yayarak bulundukları kurumdan sürgün edilmelerini sağlayabildiğini, hakkında FETÖ’den açılan soruşturmaları daha başlamadan bitirebildiğini biliyoruz (vav!)

 

O halde, böyle bir adam nasıl rektör oldu? Nasıl oldu da anlı sanlı eski bakanlar plaketi kapıp hayırlı olsuna koştu. Sosyal medyada bile tebrik için insanlar sıraya girdi. Vaktiyle bir nedenle birlikte çektirdikleri fotoğrafı bulan altın bulmuş gibi sevindi? (Soruyu sorunca bi çelişki yaşamadım değil. Bunları yapabilen bir adam için rektör olmak çocuk oyuncağı olmaz mı dediğinizi duyar gibiyim..) Yine de bir kez de biz kendimizce cevaplandırmaya çalışalım. İlk ihtimal olarak bu kişi –bunca yeteneğiyle- herkesi olduğu gibi Sayın Cumhurbaşkanı’nı da yanıltmış olabilir ki böyle olduysa bu epeyce ürkütücü bir durum demektir. Cumhurbaşkanı bu kişi hakkındaki onca ağır iddiadan ve soruşturma dosyalarından haberdar değil veya haberdar ama umursamıyor anlamına gelir. Veya Cumhurbaşkanı, bu kişinin çalışmalarını uzaktan uzağa biliyor ve takip ediyor, başarılı buluyor ve bu nedenle böyle bir atama yapıyor olabilir ama öyle olmadığını biliyoruz çünkü aksi olsa biz de bilir ve görürdük.

 

Ama muhtemelen bunların hiçbiri değil. Aklıma yine Melih Cevdet geldi. Bir yazısında Nobel edebiyat ödülünün ne kadar subjektif olabileceğini anlatırken basit bir hesaba başvurur. Dünya üzerinde her yıl onbinlerce yeni edebiyat eseri yayınlanmaktadır ve önceki yılllardan olanlarla birlikte Nobel komitesinin hiçbir şekilde hepsini bilmesi, okuması ya da gerçek bir değerlendirmeye gitmesi teknik olarak mümkün değildir. Bütün günlerini geceli gündüzlü sürekli bu işe ayırdıklarında dahi inceleyebilecekleri eser sayısı devede kulak kalmaktadır. O nedenle pek çok alt komite kurulmuştur ama bu durum da oldukça mahzurludur. Birincisi, bir sanat yapıtı farklı beğenilere farklı şekilde görünecektir ve alt komitelerin Nobel üst komitesine oluşturduğu kısa listeler kim bilir neleri silecek ya da yok edecektir. Ötekilerde bu durum tam olarak böyle olmamakla birlikte verilmesi en zor ödül olarak Nobel edebiyat ödülleri bu nedenle siyasi ödüllerdir. Komite listeyi kısaltırken çeşitli tercihlerde bulunur ve bu durum onu gerçek bir edebiyat ödülü olmaktan çıkarır.

 

Aynı şey burada da geçerli. Cumhurbaşkanı binlerce üst düzey atama yapıyor. Bu insanların her birini tek tek bilmesi mümkün değil. Bir kısmını tanıyordur elbette ama genel durum açısından bu teknik olarak mümkün değil. Çağırıp mülakat yapması için ayıracak vakti olduğunu da hiç sanmıyorum. Ne oluyor peki? Olan şey, zaman içerisinde kendiliğinden oluşan ekiplerin, grupların, hiziplerin yaptıkları alt çalışmalar sonucunda önerilen isimlere kimlerin nasıl referans olduğu belirleyici oluyor. Külliye’de hangi gruba dahil olduğunuz, kime yakın ya da kimin adamı olduğunuz kısa listeye girmenizi sağlıyor. Ve bu alt komite gibi çalışan gruplaşmalar, elde ettiği güç alanını korumak, sınırları genişletmek için bir biçimde hattına girenleri ne olduğuna bakmaksızın büyütmeye ve kabul ettirmeye çalışıyor, yeterince bilmediği birileri için bile güçlü bir lobi faaliyetine girişiyor (Zübükler için ne bulunmaz bir fırsatlar dünyası!) Böyle yapıyorlar çünkü atanacak kişi yetersiz ya da liyakatsiz de olsa –ki böylesi bir sistemde böyle olması zorunlu- kendi ekibine tam bir bağlılık göstereceği açık olduğundan esas önemli olanın söz konusu o ekibin toplamdaki likayatinin esas olduğu gibi bir meşrulaştırma yolu bulunuyor.

 

Ama bu yazının konusu örnekte durumun böyle olduğunu da sanmıyorum. Çünkü bu kişinin en güçlü yanı ailesi (zübüklük için aile desteği her zaman gereklidir!). AK Parti döneminde ailenin bütün fertleri –dayı da dahil olmak üzere-  şu ya da bu şekilde istediklerini almış gözüküyorlar. Dolayısıyla Cumhurbaşkanı bu kişiyi atarken aile ilişkilerinden gelen güçlü referansları dikkate almış olmalı. Adıyla değil soya adıyla ilgilenmiş, böyle bir ailedense doğal bir hizmet-eri gibi görmüş olmalı. Bu kadar basit yani, bu kadar kolay. Diğer bir deyişle, soyadınızdan daha önce başarıya ulaşan biri yoksa ne yapsanız nafile. En fazla belki malum alt-komitler bu durumu gördülerse kendilerine de yakın gibi göstermek için ilave destek vermiş olabilirler. Ne yazmış ne çalışmış ne önemi var. Soyadı var ya yetmez mi. (İslam öncesi Araplardaki soy ve akrabalık üzerinden yaşanan trajediye doğru sürüklenmesek bari!)

 

Şimdi dönüp güce göre samanlıktaki gerçeği avluda bulabilen günün acar gazetecilerine basit bir soru soruyoruz? Şu basit, kanlı canlı, etine dolgun soruyu cevaplayın söz ondan sonra biz de bu işleri bırakıp ‘İdlib denkleminde Türkiye’nin jeostratejik konumununun darbeci Sisi hükümet ve İsrail ilişkileri üzerinden Suriye’nin kuzeyinde oluşturulacak bir güvenli bölgede konuşlandırılacak Türk askerinin diplomatik anlamının Rusya’yla olan ilişkilerimizdeki kazan-kazan formülü üzerinde İran’ın da masaya dahil edildiği yeni bir masanın bu kez Şam hükümetininin de..’ filan gibi yazılar yazalım (bu arada birden bize geçtiğimi farkettim. İnsan yazının sonuna geldiğinde arkasında epey bir kalabalık toplandı hissine kapılıyor. Yazar yalnızlığı!)

 

Kısacası sorunun cevabı basit. Bu adam nasıl rektör oldu? Çünkü mevcut sistemde başka türlüsü olamazdı.

 

 

 

  

 

- Advertisment -