İkinci bir darbe olasılığının engellenmesi için uygulanan yöntem, sert savaşların simgeleşmiş “önce ateş et, sonra kimlik sor” mottosunu hatırlatıyor.
Geniş gözaltılar, tutuklamalar, görevden almalar uygulanıyor ve bu koşullarda bunun normal olduğunu düşünüyoruz.
15 Temmuz’un, bu sefer emir-komuta zincirinin etkili biçimde kullanılacağı bir askeri darbeye evrilmeyeceğinin, Mısır’da olanın bir benzerinin Türkiye’de gerçekleşmeyeceğinin hiçbir garantisi yok.
Toplumda TSK’ya duyulan güvenin yitirilmesi, belki de bu darbenin en sert sonuçlarından biri.
Yine de 15 ve 16 Temmuz sonrasında darbe operasyonlarının iç yüzü, çoğunlukla darbecilerin itiraflarıyla ortaya çıktıkça, etkin bir kandırma taktiğinin uygulandığı, asıl darbenin TSK’ya yapıldığı ortaya çıkıyor.
Konu edilen, detayları açıklanan hemen her olayda, tuğ-tüm general rütbelerinde enlemesine yayılmış bir çekirdek tarafından yönetilen darbenin ana hedefinin emir-komuta zinciri, ana silâhının da bu emir-komuta zincirinin by-pass edilmesi olduğu anlaşılıyor.
Kullanılan ikinci yöntem de, görev tanımını tedricen açıklamak; muhatap subay ve/ya astsubayların gerçek görevi yolun geri dönüşsüz bir noktasında, itirazın en zor olduğu anda (ya da en azından bu psikolojiye en yakın pozisyondayken) öğrenmesini sağlamak.
Yola terör operasyonu diye çıkılıyor; genelkurmay emri deniyor — ve artık harekât başlamış, belli bir evreyi geride bırakmışken asıl hedef söyleniyor.
İlk aşamalarda kandırılan asker, örneğin bir helikopterin içinde, diğer arkadaşlarıyla yanyana ve silahları hazır beklerken, operasyon başlamadan dakikalar önce bir darbenin içine itildiğini farkediyor.
Zaman geçtikçe ortaya çıkan detaylar, TSK içinde de darbeye ciddi bir karşı-duruşun olduğunu gösteriyor.
Özel Kuvvetlerde Tümgeneral Aksakallı’nın başlattığı direniş; aynı olayda bir feda eylemi emrini alıp oldukça kritik bir noktada darbeci general Semih Terzi’yi vurarak olayların seyrini değiştiren astsubay Ömer Halisdemir; darbeden biraz da yaverinin uyanıklığıyla kurtulan ve kuvvet komutanlarının bu işin içinde olmadığı açıklamasıyla sahte emir-komuta zincirim görüntüsünü kıran Deniz Kuvvetleri Komutanı Bülent Bostanoğlu; darbeciler tarafından tutsak alındıkları halde işbirliğine yanaşmayan diğer komutanlar, vur emirlerini dinlemeyen askerler, darbecilerin kullandığı hava araçlarını sabote eden, yakıt vermeyen teknisyenler ve burada sayılamayacak kadar çeşitli diğer durumlar, TSK içinde kendiliğinden gerçekleşen bir “darbeye karşı savunma refleksi”nin örnekleri.
Buna karşılık yine darbe ile ilişkisi olmayan binlerce TSK mensubu halen şüphe altında ve önemli bir kısmı da tutuklanmış bulunuyor.
Aşağıda, bir okuyucumun bana gönderdiği, kendisine eski bir silâh arkadaşından gelen mektubu okuyacaksınız. Bir haksızlık çığlığı olan mektubu, kimlik kısımlarını örterek olduğu gibi aktarıyorum:
Kardeşim ….. ……’ya. 26/7/2016
Kardeşim ben iyiyim ilk öncelikle. Yalnız senden bir ricam olacak. Bizim durumumuzla ilgili hiçbir haber geçmiyor. Sana yazdıklarımı büyük Tv kanallarıyla paylaşman, sesimizi duyurmak.
Biz Çakırsöğüt Jandarma Komando Tugay Komutanlığında görev yapan uzman jandarma ve uzman çavuşlarız.
15/7/2016’da karanlık güçlerin yaptığı kalkışma hareketine görev diye kandırılarak götürmeye çalıştılar. Olayı ben sana şimdi anlatacağım, sesimizi duyur.
15/7/2016’da saat 22:00’da bize 15 dk içinde toplanmamızı, acil görev olduğunu söylediler. Biz de hemen hazırlanmaya başladık. Bir emir daha geldi, operasyon kıyafetiyle değil normal kamuflajla çıkılacak dediler. Toplandık içtimaya lakin görevin ne olduğunu sorsak dahi bilmiyoruz dediler.
Birlik komutanları cep telefonlarınızı bırakın, telefon getirenler hakkında yasal işlem başlatıp, meslekten atacaklarını söylediler. Telefonları almadık yanımıza. Araca bindik nereye gittiğimizi bilmeden. Bi baktık Cizre Çevik Kuvvet önünde durduk. Kimse bişi söylemiyordu. Araçtan indirmediler. Konvoy geri döndü. 23. Sınır Tümen Komutanlığına götürüldük. Orada bizim silahlarımızı bıraktırdılar. Sultan denilen araçlara bindik polisleri gördük. Gözaltına alındığımızı, darbe yapılmaya çalışıldığını orada öğrendik.
Anlatacaklarım bu kadar.
Biz suçsuz yere kapalı cezaevinde yatıyoruz.
Ailemi ziyaret edip benim iyi olduğumu söylersen sevinirim.
Yeğenim ….. …. ile ………’ı öp. Allaha emanet.
Belli ki bu türden, olayla hiçbir ilgisi olmayan yüzlerce, belki binlerce TSK mensubu henüz aklanamadıkları şüpheler yüzünden tutuklular ve bu yüzden gün geçtikçe büyüyen bir mağduriyet silsilesi oluşuyor.
Tekrarlamak gerekir ki, oldukça haklı bir ikinci darbe riskinin olduğu bu gibi olağanüstü durumlarda, bu tip önleyici hareketler kabul edilebilir ve zaten OHAL de bunun için mevcut.
Ancak, geciken adaletin adalet olmayacağını hatırlatmak ve kovuşturmaların ivedilikle sonlandırılıp suçsuzların serbest bırakılmasını talep etmek de gerekiyor.
Darbenin kullandığı şiddet ve FETÖ’nün üzerine çektiği haklı toplumsal tepki atmosferinde gözden kaçan bir diğer olgu, tüm Cemaat üyelerinin sonu başarısız bir şiddet eylemiyle biten bu hengâmede aynı torbaya doldurulması.
Şimdiden bilmek ve arada hatırlamak gerekiyor ki bu insanların çoğu askerî bir kalkışmadan habersizdi.
Evet, Cemaat içinde çıkar-himmet ilişkilerine girmiş, emir alıp vermiş, soru çalmış ya da çalıntı sorulardan faydalanmış, çeşitli tuzak ve kumpasların uygulanmasında görev almış ve FETÖ’nün bütünsel yapısına paralel yükselen kademeli bir suçlar silsilesine katılmış olabilirler. Ama herhalde çoğu darbenin bir parçası değildi.
Önümüzdeki günlerde bu konuda “örgütlü suç” ve “suçun şahsîliği” kavramlarını sıklıkla kullanacağımız bir tartışmanın başlayacağı kesin gözüküyor. Bu da belli ki Yeni Türkiye’nin geçmesi gereken bir başka sınav olacak.
Darbe sonrası şoklara bir diğer örnek de, FETÖ’nün Türkiye’yi hedef almış diğer terör örgütleriyle ilişkilendirilmesinde gözleniyor.
Ortaya beklenmedik şekilde tanklar, uçaklar ve savaş gemileriyle çıkan örgütün gücü, şimdilik fazlasıyla abartılmakta.
Hileli bir askeri operasyonla, doğrudan etkisi altında olanların yüzlerce katı denebilecek bir TSK gücünü mobilize edip saldırdı ve doğal olarak sapla samanın henüz ayrışmadığı bu aşamada abartılı bir güç algısı oluştu.
Bu algı şimdilik hoşgörüyü haketse de bir an önce düzeltilmesi, normale döndürülmesi gerekiyor.
FETÖ’nün Güneydoğu Anadolu bölgesindeki operasyonları, Hizbullah-PKK çatışması günlerine kadar izlenebilir durumda.
Bunun dışında Ekrem Dumanlı’nın 2015 Mayıs ortalarında Diyarbakır HDP’ye yaptığı ziyaret de oldukça şaibeli ve en kötü çağrışımlara kaynak oluşturuyor.
Ancak yine de, darbe öncesindeki argüman servisiyle tüm muhalefeti olduğu gibi başta Eşbaşkan Demirtaş’ın dilinden HDP’yi de besleyen FETÖ’nün, taktik bazda HDP/PKK ile sürekli ilişki içinde olduğu hayli kuşkulu.
Bir takım stratejik konularda (örneğin örgüte sızmış polis ajanlarına dair bilgilerin PKK’ya sızdırılmasında) suç ortaklığı yapmış da olsalar, her iki grubun sürekli işbirliği içinde olduğu iddiası, hem örgütlerin temel ideo-politik duruşu, hem yapıları, hem de hedefleri ve eylem tarzları açısından uyuşmuyor.
FETÖ’nün diğer terör örgütleriyle ortaklığına ilişkin bir diğer iddia ise IŞİD üzerinden dile getirildi.
Bilindiği ve sıkça sorgulandığı gibi IŞİD, Türkiye’de gerçekleştirdiği eylemleri üstlenmiyor.
Ancak bu bilgi tam doğru değil. Bir istisnası var: 12 Ocak 2016 tarihinde İstanbul Sultanahmet’te sekizi Alman on turistin hayatını kaybettiği saldırı, IŞİD tarafından üstlenildi.
Bunun dışında, başta Mart ortalarındaki İstiklal Caddesi saldırısında olduğu gibi, üstlenilmese de okların kuvvetle IŞİD’ı gösterdiği eylemler söz konusu. Ne ki, bugünlerde ünlü “askeri uzman”larımızdan biri, “üstlenmeme”yi adı geçen eylemlerin IŞİD tarafından değil FETÖ tarafından gerçekleştirildiğinin yeterli kanıtı olarak sunuyor.
Bu iddia da örgütlerin yapısı, yetenekleri, stratejileri ile eylemlerin özellikleri gibi açılardan, ancak saçma diye nitelendirilebilir. Gene de, darbenin artçı şokları arasında yer alıyor.
Özellikle hükümet yanlısı medyanın, durumu mesnetsiz iddialar, masabaşı uydurma haberler ve seri çarpıtmalarla sömürmeye âcilen son vermesi gerekiyor.
Not: IŞİD, Türkiye eylemleri ve “üstlenme” sorunsalı hakkında, şu yazılar aydınlatıcı olabilir: (1) Haldun Yalçınkaya, IŞİD’in Türkiye’deki saldırılarının analizi ve Türkiye’nin mücadelesi (http://www.aljazeera.com.tr/gorus/isidin-turkiyedeki-saldirilarinin-analizi-ve-turkiyenin-mucadelesi); (2) Ayşe Karabat, IŞİD neden saldırıları üstlenmiyor? (http://www.aljazeera.com.tr/al-jazeera-ozel/isid-neden-saldirilari-ustlenmiyor).