Ana SayfaYazarlarElizaveta Zachariadou (1931-2018)

Elizaveta Zachariadou (1931-2018)

 

[29 Aralık 2018] Elizaveta’yı da kaybetmişiz meğer. Tam, Yunus’un kendisi için dilediği gibi oldu. “Bir garip öldü diyeler / Üç gün sonra duyalar…” 87 yaşında, düşüp kalçasını kırmışmış. Ameliyat etmişler; sonra birkaç hafta yoğun bakımda kalmış. Uyanamamış anlaşılan. Şu geçtiğimiz Salı, yani 25 Aralık’ta sizlere ömür. İçim yandı, ancak dün haberim olduğunda.

 

Bir, ünlü tarihçi, seçkin Erken Osmanlı uzmanı Elizabeth A. Zachariadou vardı, bir de aramızdaki yaş farkına rağmen bir yerden sonra sevgili arkadaşım olan o serçe kadar küçük, komik, icabında çelik yay kadar sert, ama her zaman olağanüstü zarif kadın. Doktorasını Londra’da, SOAS’ta (School of Oriental and African Studies) yapmış; ülkesine dönmüş ve 1966’de Bizans tarihçisi Nikolaos Oikonomides (1934-2000) ile evlenmiş; akademik mesleğin basamaklarını adım adım çıkmaya başlamışlardı. Derken, Soğuk Savaşın ve CIA’nin Yunanistan’a biçtiği rolün gereği diyebileceğimiz 1967 darbesi geldi; Albaylar Cuntası olarak da bilinen Yedi Yıllık Diktatörlük kuruldu (1967-1974); tarifsiz acılara yol açtı. Zulüm ve işkencenin yanısıra, absürd yasaklar da empoze edildi (Teodorakis, uzun saç ve Z harfi dahil). Genç Zachariadou – Oikonomides çifti ise hemen 67’de yurt dışına çıkmayı başarıp Kanada’ya sığındı. Yeri gelmişken belirtelim ki Türkiye’de bunun muadili 12 Mart 1971’dir. Fakat gün geldi; bütün o Papadopulos’lar, Papagos’lar, Pattakos’lar vb devriliverdi. Geçiş sürecini yönetmeye çağrılan merkez-sağ politikacı Karamanlis, çok akıllı bir şey yaptı: ülkesini geleceğin Avrupa Birliği’ne sokmayı başardı. AK Parti’nin 2002-2007 arasındaki Avrupacılığına kıyasla, çok daha kalıcı oldu bu mecra. Hızla sivilleşme ve demokratikleşen bir Yunanistan vücut buldu.

 

Sol demokrat kişilikleriyle ‘Veta ve Nikos da ancak bundan sonra memleketlerine dönebildiler ve akademik kariyerlerini kaldıkları yerden sürdürdüler. Elizabeth, Venedik egemenliğindeki Girit ile Ege kıyısındaki Menteşe ve Aydın beylikleri arasındaki karmaşık ilişkileri incelediği ünlü Trade and Crusade (yani hem ticaret, hem din savaşları; bkz yukarıda, en soldaki kitap kapağı) çalışmasının ardından, 1985’te profesörlüğünü aldı ve Girit Üniversitesi’nde Türkiye Çalışmaları’nın başına geçti. Taşra üniversitelerinde iş bulan pek çok Yunanlı öğretim üyesinin yaptığı gibi, o da Atina’nın Kifisia semtindeki evlerinin yanısıra (Seferis’in şiirleri geliyor aklıma), Girit’te de bir ikamet edindi. Emekli olduğu 1998 yılına kadar (ve sonrasında da), Atina ile Kandiye/İraklion arasında uçakla gidip gelmeye, haftanın dört günü orada üç günü burada yaşamaya devam etti. Rethymnon veya Osmanlı adıyla Resimo’da bir Akdeniz Araştırmaları Enstitüsü kurdu. Genç ve yetenekli Osmanlı tarihçilerini yanına aldı – Elias Kolovos, Marinos Sariyannis, Antonis Anastasopoulos. Üç yılda bir, Ocak ayının “güneşli günler”inde (güneş tanrısı Helios’tan mülhem Halcyon Days) büyük bir sempozyum düzenlemeye başladı.  

 

Bilimsel projelerde tutarlılık ve devamlılık büyük önem taşır. Hele bizde, Türkiye’de, birçok yayın veya dizi başlatılır da arkası gelmez. Halcyon Days örneğinde öyle olmadı. Onuncusu bu yılın başlarında, 12-14 Ocak 2018’de yapıldı. Biz bunların ikincisinde (Halcyon Days in Crete II), yani Osmanlı egemenliğinde Via Egnatia (1380-1699) konferansında tanıştık. Tülay Artan’ın bildirisi vardı, resmen dâvetliydi; ben de ona takıldım (sonuçta ortaya çıkan cilt, yukarıda ortada). Via Egnatia, Egnatius Yolu demek. Yani İÖ 2. yüzyılda, Roma’nın Makedonya prokonsülü Gnaeus Egnatius’un yapımını emrettiği yol. Adriyatik kıyısındaki Draç’tan (Durres, Dyrrachium) başlar; Balkanları enlemesine keserek Salonika/Selânik’e ve devamında Konstantinopolis/İstanbul’a uzanır. Bu hat sonradan Osmanlı fütuhatının “Sol Kol”u olacak. Altı yıl sonra, 7-9 Ocak 2000’de yapılan ve kitabı 2002’de yayınlanan The Kapudan Pasha – His Office and His Domain sempozyumuna (bkz yukarıda en soldaki kapak), bu sefer birlikte bir tebliğ sunduk (Selimian times: a reforming grand admiral, anxieties of re-possession, changing rites of power, 7-45). İlk taslağını gönderdiğimizde Elizaveta’nın hakikaten çok beğendim demesine — ve aynı zamanda, bir tablonun altındaki “9’uncu ay” diye kastedilenin Eylül değil Kasım (Novi-embre) olduğuna dikkat çekerek bizi bir hatâdan kurtarmasına — ne kadar sevindiğimizi hatırlıyorum.

 

Fakat bunlar, başta da dediğim gibi, işin profesyonel yanı kuşkusuz. Bir de arka planda gelişen dostluk var, tarifi kolay olmayan. Yıllar boyu ben Yunanistan’a gidip geldim, o İstanbul’a gidip geldi; nice yemekler ve sohbetlerde beraber olduk. Sabancı Üniversitesi’nin ilk yıllarında gelip iki kıymetli ders verdi, Tarih yüksek lisans ve doktora programlarımız yeni kurulurken. Sanırım 2006’da, Panteion Üniversitesi Tarih ve Siyaset Bilimi Bölümü’nce, Türk Milliyetçiliği ve Milliyetçi Tarihyazıcılığı konulu bir ders vermeye dâvet edildim. Rahmetli Tosun Terzioğlu rektördü; tam aynı kafadaydık; onun da çok hoşuna gitti bu iş. Bir sömestir boyunca, her Çarşamba sabah Atina’ya uçtum. Çarşamba ve Cuma akşamları 3’er saat ders verdim. Arada Perşembe günü bana tahsis edilen ofiste öğrencilerle görüştüm. Cumartesi sabah gene Olympic Airways ile İstanbul’a döndüm. Yedi hafta devam ettik bu şekilde; 7 x 6 = 42 saati, yani 14 haftalık normal bir sömestirin 14 x 3 = 42 kredilik ders yükünü aynen tutturduk. Elizaveta hep geldi, en ön sıraya oturdu amfitiyatroda. Sonra bazı akşamlar birlikte çıktık; bir yere gidip şarap içtik. Bir seferinde kızım Ada da geldi benimle, dört günlüğüne; bakın sizi nereye götüreceğim dedi; ilk o tanıştırdı beni (bizi), Kolokotronis Meydanı’nda, Ulusal Tarih Müzesi’nin arkasındaki Kentrikon lokantasının tencere yemekleriyle. 2011’de, 80. yaşgününü İstanbul’da birlikte kutladık.

 

Dünya görüşü bakımından, son derece normal ve sağlıklı bir demokratik solcuydu Elizaveta Zachariadou. 2002 sonrası Türkiye’ye bakışında Atatürkçülüğün de, İslâmofobinin de zerresi yoktu. Ortadoğu’ya bakışında ise hep İsrail’in karşısında ve Filistin halkının yanındaydı.

 

Yirmi küsur yıl oluyor; zengin bir Yunan vakfı, “Avrupa ve İslâm” konulu bir atölye çalışması düzenlemişti, bu konuya fevkalâde uygun bir yerde — İspanya’nın Toledo’su, Endülüs Araplarının Tuleytula’sında. Bütün Akdeniz çevresinden elli küsur katılımcısı olan, Chatham House kurallarına göre düzenlenmiş, yani kimin ne dediğinin orada kalması gereken bir toplantıydı. Sadık el-Azm ve John Esposito, iki önemli isim hatırımda kalan. Türkiye’den de beni çağırmışlardı; gittim ve daha girişte karşılaştım Elizaveta’yla. Sonraki üç gün hep yanyana oturduk, ister yemeklerde, ister o uzun, tartışmalı seanslarda. Bir akşam, 9/11 sonrasında Middle East Forum’un şahin kurucuları arasında yer alacak olan Amerikalı-İsrailli bir siyaset bilimciyle, Bernard Lewis’in gençlik aşklarından ve karısından boşanmasından söz edilmesine dahi tahammül edemiyor diye nasıl kavga ettiğini unutamam.

 

İlim insanları illâ ciddiyetle mi anılır? Gene aynı Toledo toplantısında cereyan ettiydi, şimdi anlatacağım olay. Son gün, öğleden sonra son oturum yapılacaktı. Hayli uzundu, öğle yemeği araları. Odama gittim, rastgele televizyonu açtım — ve sürpriz, karşıma İngiltere’den bir Southampton – Manchester United maçı çıktı. Tarih 26 Ekim 1996; internetten buldum. Kolay oldu, çünkü sonucu hatırlıyordum: 6-3. Hayır, Manchester United değil, Southampton’dı bu ezici skorla kazanan. “Man U”nun kalecisi, (Danimarkalı) Peter Schmeichel’dı o zamanlar (1991-1999 arasında). Halen Leicester City’de oynayan Kasper Schmeichel’ın babası. 1.96’lık bir dev; o yıllarda formunun doruğunda. Fakat o ne; Toledo’daki o yemek arasında, orta geliyor elinden kaçırıyor, korner atılıyor elinden kaçırıyor, şut çekiliyor elinden kaçırıyor – ve bütün seken toplar “Man U” ağlarına yapışıyor. Southampton’ın orta saha ustası Le Tissier de orkestra şefi rolünü oynuyor, bu gol yarışında.

 

Bitti, vakit de geldi, çıktım toplantı salonuna. Oturumu The Economist dergisinin editörlerinden biri yönetecek; tematik konuşmacı da, tesadüfe bakın, Jörgen Nielsen — Danimarka asıllı bir İslâmiyet uzmanı, o sırada Birmingham Üniversitesi’nde, daha sonra Kopenhag’da. Moderatör söze 8.-11. yüzyılların Viking Çağı (ve akınları) hakkında bir espriyle başladı: “… Jörgen Nielsen, who is one of those Danes whom we have welcomed in England over the centuries…” (yüzyıllar boyunca İngiltere’ye buyur ettiğimiz Danimarkalılardan biri olarak Jörgen Nielsen…) Demeye kalmadı; Nielsen’in kendisi zıpkın gibi girdi araya: “Except for Peter Schmeichel, who has overstayed his welcome” (Peter Schmeichel hariç, zira misafirlik süresini çoktan aşmış bulunuyor).

 

Beni bir gülme tuttu. Kimse özel esprinin, in-joke’un farkında değil; herkes uzun dikdörtgen masanın etrafında ciddi ciddi oturuyor. Bense kıkırdayıp duruyorum. Elizaveta da hemen sağımda.  Hafiften bana döndü; en serçe haliyle, heceleri uzata uzata sordu: “Whooo is Peter Schmeichel?” Manchester United’ın Danimarkalı kalecisi, dedim — ve on dakika öncesi itibariyle Southampton’dan altı gol yemiş bulunuyor. Durdu. “Oh…” dedi — yaa? Birkaç saniye geçti. Tekrar döndü; tepeden tırnağa bir süzdü beni ve kaşlarını kaldırıp serçe serçe devam etti: “And hooow do youuu knooow this?” Yani lâfzen “nereden biliyorsun?” diyor da, asıl söylemek istediği, “sen, Halil, saygın akademik tarihçi, nasıl olur da böyle şeylerle ilgileniyor olabilirsin?” gibi bir şey. Ezilip büzülüp “meğer bu iki centilmenle aynı maçı seyrediyormuşuz” dedim; “ona gülüyordum.”

 

Tekrar “Oh…” dedi ve önüne dönüp, zaten ciddiye dönmekte olan konuşmayı o hanım hanımcık zarafetiyle dinlemeye devam etti. Fakat “sen bunları nereden biliyorsun?” derken yüzünde beliren o komik ifade hiç gözümün önünden gitmeyecek; hep gülümsemeye devam edeceğim, her hatırlayışımda.

 

Neydi Yunus’un dizelerinin kalanı? Soğuk suyla yuyalar / Şöyle garip bencileyin. Her ölümde aynı şeyler mi geçiyor aklımdan?

  

 

- Advertisment -