Ana SayfaGÜNÜN YAZILARIEmekli Askerler-2 / Muğlalı sendromu, rezonans ve kopuş

Emekli Askerler-2 / Muğlalı sendromu, rezonans ve kopuş

Şaşırtıcı derecede eksik ve çarpık bir hukuk, sosyoloji ve siyaset yaklaşımıyla harmanlanmış bir misyon duygusundan türeyen ve kendini mütemadiyen yeniden-üreten bir “tutsaklığın kültürel taassubu” içinde askerler bir yanda Muğlalı Sendromu olarak bilinen ve “bugün hukuksuz bir iş yaparsan yarın sahip çıkan olmaz” ile özetlenebilecek bir temkinlilik, öte yanda da “bir şey yapmalı!” ile özetlenebilecek bir tarihsel/kültürel misyon duygusunun yarattığı gerilim arasında rezonans halinde kaldılar.

Geçtiğimiz Pazartesi günü, Ankara Cumhuriyet Başsavcılığının, Amiraller Bildirisine imza atan emekli amiraller hakkında “devletin güvenliğine veya anayasal düzene karşı suç işlemek için anlaşma” suçundan 12 yıla kadar hapis cezası istemiyle iddianame hazırladığı haberi geldi.

Geçen haftaki yazımda bahsini açtığım “yeni bir siyasal özne olarak emekli askerler”den söz ederken bu Amiraller Bildirisi olayına değinmiş ve şunu söylemiştim:

“Bu bildiri içeriği itibarıyla emekli askerlerin kendilerini sadece TSK’nın kimi yeni uygulama ve ilkelerine karşı değil, aynı zamanda hükümetin bazı iç ve dış politikalarına karşı da bir denge-denetleme unsuru olarak konumlandırma çabasında olduğuna işaret ediyor.”

Savcılığın söz konusu iddianamesi, siyasi iktidarın da böyle düşünmüş ve bu konumlanma girişimini en azından bu biçimiyle ve bu andan itibaren reddetmiş olduğunu düşündürtüyor.

Aralarında hükümetin de sahip çıktığı Mavi Vatan konseptinin mimarlarının da olduğu bu emekli askerler, görünen o ki, zamanın ruhunun pek hızlı değişiminden paylarına düşeni almış bulunuyorlar.

Siyasal tarihimizde “33 Kurşun” adıyla bilinen, 1943’te Van-Özalp’te, sınır kaçakçılığı yaptıkları gerekçesiyle 33 yurttaşın yargı kararı olmaksızın öldürülmesi olayında öldürme emrini veren Orgeneral Mustafa Muğlalı’nın başına gelenler de, böylesi bir “zamanın ruhunun değişimi”nin sonucu idi.

Bu olay siyasi tarihimizde pek çok kez ele alındı ve farklı biçimlerde yorumlandı.

Yorumcuların bir kısmı bunu CHP’nin, bir kısmı ceberrut devletin halkına, bir kısmı da hassaten Kürt halkına yönelik bir zulmü olarak okuyageldi.

Ben bu okumaları tartışmadan, bu olayı bir de “rutin dışına çıkabileceği konusunda bir ‘işmar’ alan ve sonra da ortada bırakılan bir ‘görev insanının’ akıbeti” olarak okumak ve bu hikâyeyi, bir önceki yazımda gündeme getirdiğim emekli subaylar bahsindeki soruların cevaplarına girizgâh yapmayı denemek istiyorum.

Zira buradaki olaylar silsilesi ve bu silsilenin günümüze kadar sarkan hukuksal, siyasal ve bürokratik çağrışımları, emekli asker sosyo-psikolojisini ve dünya görüşünü analiz etmek için bize bir anahtar sunuyor.

Mustafa Muğlalı kimdir?

Ahmet Arif’in 33 Kurşun adlı ünlü şiirindeki “Şifre buyurmuş bir paşa / Vurulmuşum hiç sorgusuz, yargısız” mısralarında geçen paşa, Orgeneral Mustafa Muğlalı’dır ve 1943 yılında 3. Ordu Komutanıdır.

Muğlalı, dönemin cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün “kara aslanım” diye iltifat ettiği ve “Muğlalı Doğu’nun kralıdır. Ben onun burada bulunması sayesinde rahat uyuyorum” diyecek kadar güven duyduğu bir generaldir.

Kubilay hadisesinde 34 kişinin idamına karar veren askerî mahkemenin başkanı olan Muğlalı, genç bir subayken de Karakol Cemiyeti’nin Üsküdar şubesi reisidir.

Muğlalı ismi 1926 tarihli “Dersim tedibi”nde de geçmektedir. Planlanan “tedip harekâtı”nın başına “cebbar (zorlu, kudretli), gayur (gayretli) ve bilhassa çok sert bir kumandan” olarak tarif edilen ve o sırada Elazığ’da bulunan Kurmay Albay Muğlalı getirilmiştir.

33 Kurşun olayı

1943 Temmuz’unda hududu geçerek vatandaşların hayvanlarını gasp edenlerin işbirlikçisi olduğu iddiasıyla bazı kişiler mahkemeye sevk edilir, ancak delil yetersizliğinden serbest bırakılırlar.

Hikâye kısaca böyle bilinir ama bu hikâyenin arkasında bir miktar daha derin bir hikâye vardır:

II. Dünya Savaşı’nın devam ettiği, askerî olanakların Trakya ve Erzurum-Kars bölgesine yığıldığı yıllardır. Türkiye’nin askeri imkânları Van civarındaki hududu tam kontrol etmeye izin vermemektedir.

Bölgedeki askerî ve mülki yetkililer, sınır güvenliğini sağlamak için başka bir yola başvurur ve kendilerine sadık bazı çetelerle işbirliğine gider.

Olayın bam tellerinden biri burasıdır:

Amacın/görevin gerçekleştirilmesi için gereken olanakların yetersizliğinin üstesinden gelmek için, hukuk dışı ama sonuç alıcı bir yola başvurulmuştur.

İşbirliğine gidilen çetelerden biri, her nedense, 1943 yılının Temmuz ayında, İran’da yaşayan Milşan aşiretinin reisi Mehmedi Misto’nun hayvanlarını kaçırıp Türkiye’ye getirir. Misto, zaman zaman Türkiye makamlarına istihbarat da veren bir aşiret reisidir.

Olayın bam tellerinden bir diğeri de burasıdır:

Amacın/görevin gerçekleştirilmesi için gereken olanakların yetersizliğinin üstesinden gelmek için hukuk dışı ama sonuç alıcı girişimler bir noktada çuvallamaktadır!

Misto, kaymakama haber gönderir: “Hayvanları bana iyilikle iade edin. Ben gelip alırsam Türk devleti rencide olur.”

Kaymakam bu uyarıya kulak asmayınca, Misto huduttan 1.5 kilometre içeri girip Özalp halkına ait 400 büyükbaş hayvanı alıp gider.

Misto, kendi şanını kurtarma adına Türkiye güvenlik makamlarını alt etmiştir.  

Şimdi vaziyeti ve devletin gururunu kurtarmak gerekmektedir. Sınırı ihlal edenlere yardım ettikleri gerekçesiyle ilçeden 40 kişi gözaltına alınır.

Ancak delil yokluğu nedeniyle 35 kişi salıverilir, beş kişi savcılığa gönderilir.

Tam bu noktada devreye Muğlalı Paşa girer.

İsmail Beşikçi’nin “33 Kurşun” adlı kitabında yer verdiği resmi raporlarda belirtildiğine göre, söz konusu kişilerin savcılıkça serbest bırakıldıkları akşam Orgeneral Mustafa Muğlalı bazı askeri yetkililerle birlikte Van Valisi’nin evinde toplanır.

Toplananların ortak kararı, söz konusu kişilerin öldürülmesidir.

33 kişi tekrar gözaltına alınır ve ilçedeki hudut taburuna teslim edilir. Ardından Kutul Deresi’ne götürülen 33 kişi, burada askerlerce öldürülür.

Ancak, hudut tabur komutanının olaydan sonra yazdığı ve TBMM tutanaklarına 1949 yılında geçecek raporda daha farklı bir anlatım söz konusudur:

“Bu 33 kişi de kısmen bizim süvarilerimizin hayvanlarına binerek, kısmen de yaya olarak öbür tarafa kaçmak istediler. Bu sırada gerek öbür taraftan açılan ateş ve gerekse bizim kıtalarımız tarafından açılan ateş arasında kaldılar ve bir süre sonra kamilen imha oldular.”

Mustafa Muğlalı da Genelkurmay Başkanlığı’na gönderdiği yazı ile tabur komutanının bu ifadelerini doğrular.

Olayın 1948 yılında Meclis’e yansıyıp etraflıca incelenmeye başlamasına kadar bilinenler bunlardır.

Ancak, aslında, Kutul Deresi’ne götürülen 33 kişiden biri, İbrahim Özay, sağ kurtulmayı başarıp İran’a kaçmıştır.

Yani rakam 33 değil, 32’dir.

Özay, o sırada Van Cezaevi’nde tutuklu bulunan kardeşi İsmail Özay’a durumu iletir. İsmail Özay da Eylül 1943’te cezaevinden Meclis’e bir telgraf yazar ve yaşananları aktarır. Ancak Meclis’ten bir ses çıkmaz.

Bu arada Orgeneral Muğlalı 1947’de emekli olur.

Üzerinden geçen beş yılın ardından bir DP milletvekili 1948’de olayla ilgili bir soru önergesi verir. Önergede Mustafa Muğlalı’nın adı geçmemektedir. DP’nin birincil amacı CHP’yi sıkıştırmaktır.

Ancak olay biraz kurcalanınca Muğlalı ismi de gündeme gelir ve 1949’da Muğlalı Genelkurmay Askeri Mahkemesinde yargılanmaya başlar.

Muğlalı mahkemedeki savunmasında son söz olarak olaydaki sorumluluğu yüklenen ve astlarını koruyan şu ifadeyi verir:  

“Devletin ve güvenlik kuvvetleri ile ordunun haysiyetini korumak, bölgeye huzur ve emniyet getirmek için, her çeşit ihtarlara rağmen casusluk ve talanlarına devam edenlere karşı bu tedbirleri almak zorunda idik. Ben emir verdim, memur ve subayların bir suçu yoktur, bunlar suç ise suçlu benim, başka bir şey söylemek istemiyorum.”

Muğlalı’nın bu beyanı üzerine, yargılanan diğer görevliler mahkûm olmaktan kurtulurlar.

Muğlalı’ya ise idam cezası verilir.

Bu ceza, yaşı nedeniyle 20 yıl hapse dönüştürülür. “İstiklal Harbi Komutanları”ndan biri olan bu general, TSK’dan ihraç da edilir.

TSK mensupları açısından bakıldığında, çok şaşırtıcı bir olaydır bu. Muğlalı’nın arkasında kimse durmamıştır.

Muğlalı idamla yargılanırken, dönemin cumhurbaşkanı İsmet İnönü ve emekliye ayrılmış olan genelkurmay başkanı Mareşal Çakmak mahkemeye veya kamuoyuna bir açıklama yapma gereği duymazlar.

Prof. Hasip Saygılı’nın söylediği gibi, zamanın ruhunun sessiz kalmalarını gerektirdiğini düşünmüş olmaları muhtemeldir.

Muğlalı’nın avukatları kararı temyize gönderirler. Gülhane Askerî Hastanesi’nden aklî yetersizlik (bunaklık) raporu alınır ve Muğlalı 27 Eylül 1950’de tahliye edilir.

Ancak DP olayın peşini bırakmaz. Bir DP Milletvekili, Muğlalı’nın “deliyse tımarhaneye, aciz ise Darülaceze’ye, sağlam ise hapishaneye gönderilmesi” gerektiğini söyler.

Muğlalı’nın ömrü bu tartışmaların sonucunu görmeye etmez. 11 Aralık 1951’de, yatmakta olduğu askeri hastanede vefat eder.

DP olayın peşini yine bırakmaz.

Olay esnasında Van’da savcı olan Kemal Yörükoğlu 1956’da DP milletvekilidir. Meclis’e yeniden bir önerge verir ve olay tarihinde görevde olan milli savunma ve içişleri bakanları ile genelkurmay başkanı hakkında da soruşturma açılmasını ister. Ancak buradan bir sonuç çıkmaz.

Neredeyse 20 yıl sonra, 1974’te, bu kez de olay sırasında askerî tabip olarak bölgede bulunan Reşit Ersezer’in bir gazeteye verdiği söyleşi ile konu tekrar canlanır.

Ersezer’in söylediğine göre olaydan bir gece önce Muğlalı, Ankara’daki bir şahısla telefonla konuşmuş, ardından da, vatandaşları öldürme kararına karşı çıkan Diyarbakır’daki Müfettiş Avni Doğan’a, “Sen bu işe karışma, ben emri yüksek yerden aldım, icap ederse seni bile yok ederim!” diye bağırmıştır.

Muğlalı’nın “yüksek yer” dediği yerin neresi olduğu hiçbir zaman bilinemeyecektir.

İade-i itibar

Tüm bu hukuksal ve siyasal gel-gitler sonunda, devlet katında bir karar verilmiş olacak ki 1988’de Muğlalı’nın Edirnekapı Şehitliği’ndeki naaşı devlet töreniyle Ankara’daki Devlet Kabristanı’na nakledilir.

Bundan on yıl sonra, 1998’de Muğlalı’nın büstü, Harp Akademileri’ndeki Kahramanlar Geçidi’nde yerini alır.

2004’te Kara Kuvvetleri Komutanlığı, Van Özalp’te bulunan hudut taburu kışlasına Orgeneral Mustafa Muğlalı Kışlası adını verir.

Muğlalı’ya bir iade-i itibar yapılmıştır.

Ancak kararsız gel-gitler burada da bitmez.

Ağustos 2010’da yaptığı Van mitinginde CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, “Muğlalı Kışlası’nın adı değiştirilmeli” önerisinde bulunur. Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül, bu öneriye “Öyle bir şey düşünmüyoruz” cevabını verir.

Aslında Kılıçdaroğlu’ndan üç ay önce kışlanın adının değiştirilmesini BDP Milletvekili Fatma Kurtulan da talep etmiştir. Milli Savunma Bakanlığı’nın bu talebe yanıtı “Söz konusu kışlaya, Orgeneral Mustafa Muğlalı ismi, MY-76-1 (A) Türk Silahlı Kuvvetleri İsim Verme Yönergesi kapsamında verilmiştir” şeklinde olur.

Ancak, bir sene sonra, 2011 yılında, dönemin başbakan yardımcısı Beşir Atalay’ın “Tarihten acı hatıraları olan bir isim bu. Başbakanımız da buradaki tepkiler doğrultusunda, bu konunun düzeltileceği yönünde söz vermişti” açıklamasıyla birlikte, Mustafa Muğlalı kışlasının ismi Şehit Astsubay Erkan Durukan olarak tekrar değiştirilir.

Muğlalı’nın itibarı, zamanın ruhuna göre itibarileşmektedir.

Rezonans ve kopuş

Zamanın ruhunun değişimini askerler o zaman da bugün de muhtemelen şaşkınlıkla izlemektedir.

Şaşkınlığın en büyük nedeni ise, şaşırtıcı derecede eksik ve çarpık bir hukuk, sosyoloji ve siyaset yaklaşımıyla harmanlanmış bir misyon duygusundan türeyen ve kendini mütemadiyen yeniden-üreten bir “tutsaklığın kültürel taassubu”dur (bu enfes kavramsallaştırmayı Prof. Ümit Cizre’ye borçluyuz).

Bu taassup içinde askerler, bir yanda Muğlalı Sendromu olarak bilinen ve “bugün hukuksuz bir iş yaparsan yarın sahip çıkan olmaz” ile özetlenebilecek bir temkinlilik, öte yanda da “bir şey yapmalı!” ile özetlenebilecek bir tarihsel/kültürel misyon duygusunun yarattığı gerilim arasında rezonans halinde kaldılar.

Askerlerin/emekli askerlerin bu gerilimi en iyi hissettiği dönem Balyoz/Ergenekon yargılamaları dönemi oldu.

Muğlalı’ya sahip çıkmamış olan yüksek yerler bu kez de bu işlere bulaşmama adına temkinliliği öyle yerlere vardırdılar ki resmî evraklarda kendilerine ait bir iz bırakmamak için parafelerini evraktan sökülebilir post-it’ler üzerine atmaya başladılar.

Böylesi bir temkinliliğin sonucunda ne halleri varsa görmek üzere kurumları ve komutanları tarafından ortada bırakılmış olmanın yarattığı şok, askerleri, yargılama ve tutukluluk süreleri boyunca önlerinde beliren iki farklı seçenek olarak uzlaşı ve kopuş’tan kopuş’a yaklaştırdı.

İşte 2014’ten sonra emekli askerlerin siyasal ve toplumsal failliğini biçimlendiren şey, bu kopuş hâleti ruhiyesi oldu.

Bu konuya devam edeceğim.

_________

33 Kurşun olarak bilinen olayla ilgili tarihsel bilgiler için şu kaynaklardan yararlandım:

İsmail Beşikçi, Orgeneral Mustafa Muğlalı Olayı: 33 Kurşun, İsmail Beşikçi Vakfı Yayınları.

Neşe Özgen, “Seçici Unutmanın Tanıklıkları”, Türkiye’de Sözlü Tarih Çalışmaları: Kuşaklar, Deneyimler, Tanıklıklar Sempozyumu, 2003, Tarih Vakfı.

Hasip Saygılı, “Muğlalı Sendromu ve Asker”, Karar, 20 Haziran 2017.

- Advertisment -