Ana SayfaYazarlarErdoğan’ı anlayamamak

Erdoğan’ı anlayamamak

 

Karşımızda, oldukça açık ama o ölçüde de izaha muhtaç bir durum var; Erdoğan’ın ne yapmaya çalıştığını çoğunlukla anlayamıyoruz.

 

Sadece yabancı gözler değil bu ülkenin kendi gözlemcileri de aynı ölçüde anlayamıyor bu durumu ve insana, belki de yapmaya çalıştığı şey tam da budur dedirtiyor.

 

Buna karşın Erdoğan, kendisini anlayan ve tam bir duygu birliğiyle, hissettiklerini yüreğinde duyan geniş bir toplum kesimi olduğuna bütün kalbiyle inanıyor.

 

Kendisini anlamak için, söylediklerine kulak verip üzerine düşünmenin ötesinde, söylemediklerini hissedip duygularını paylaşmak gerektiğini düşünüyor.

 

Konuşurken, kurduğu cümleler kadar sesindeki iniş çıkışlar, duygulandığını gösteren jest ve mimikler, herkes gibi sıradan bir dünyadan geldiğini dışavuran gülüşler ve milyonların ortak derdiyle dertlendiğini hissettiren ‘Ah’lar ya da ‘Eyy’li kafa tutmalarla  bu anlaşılmazlığı kolaylıkla ortadan kaldırabiliyor.

 

Kendisini dinleyenlere, dediklerinin çok ötesinde şeyler söylüyor. Karizması da çok büyük ölçüde buradan geliyor. Hiyerarşik sistemlerde tipik olduğu üzere yukarıdakilerin sahip oldukları bilgileri aşağıdakilerin bilememesi otoritesini sürekli perçinliyor. Hiçbir şey bilmeden anlayabildiğinizde önünüz açılıyor.       

 

Böyle olunca, liyakat ilkesinin içini büyük ölçüde ‘gönül bağlılığı’ dolduruyor.  Belli ki, üniversite hocalarından ya da siyaset uzmanlarındansa muhtarları kendisine daha yakın buluyor. Onların, kendisini daha iyi anladıklarını düşünüyor.   

 

Batı’yla bu kadar gerilir mi, bunca yıllık Yardımcı Doçentliği kaldırmak da ne oluyor, İran’la, Katar’la ya da Suudi Arabistan’la bu kadar içiçe geçen ilişkiler kurarak ne yapmaya çalışıyor, Rusya’yla aramızdaki yakınlık ne anlama geliyor, bunca ihracata ve ekonomik ilişkiye rağmen neden Almanya bir çırpıda düşmanımız oluveriyor tam olarak anlayan yok ama bu anlaşılmazlık iktidarın kendi gücünü sürekli deneyerek sınırlandırılabilir olmaktan çıkarma çabası gibi gözüküyor.

 

İktidarının her alana nüfuz edebilmesi için tartışılmaz olan ya da öyle olduğu varsayılan ne varsa tartışmaya açması gerekiyor belki de. İçeride ve dışarıda iktidarın politikalarına kapalı bir alan olmadığı inancı oluşturulduğunda tarihsel olarak muhafazakar kesimde birikmiş olan karşı enerji harekete geçip yeni alanlara doğru yöneliyor.      

 

Pek çok insan anlaşılmaz durumlarda devletin elinde bilmediğimiz bilgiler olduğunu düşünerek anlam çıkarıyor. Erdoğan’ın söylemediklerinde gizli ama bir biçimde sessiz bir dille kitlelere malum olan bir ‘hikmet-i hükümet’in varlığına da inanıyor.

 

Aslında şunu da söylemek gerekir ki bunca uzmanın anlayamamasının nedeni bütün bunların belki de çok basit bir anlamı ve açıklamasının olmasıdır. Son derece yalın duyguların işin içine karışmasıdır.

 

Çünkü görünen o ki Erdoğan’ın yapmaya çalıştığı şey, yerleşik düşünüş kalıplarını sarsmak ve bugüne kadar aksi düşünülmeyecek birer karine gibi zihinleri tutmuş olan kabulleri ‘tartışmaya açmak’ gibi gözüküyor. Çok basit, açık ve yalın yani.

 

İran’la ortak bir savunma işbirliği yapmaktan daha önemli olan, bunun yapılabilir olduğunun düşünülebilmesini sağlamak; Almanya’yla ilişkilerin kopmasından çok kopabilirliğini sorgulatmak; Yardımcı Doçent’liği kaldırmaktan daha çok kaldırılabilirliğini akla getirmek Erdoğan iktidarının gücünün sınırlarının belirlenmesine izin vermeyen ve dolayısıyla o sınırı kendi başına çizebilme kapasitesi üreten bir etki yapıyor.

 

Tartışılmaz görülen ne varsa tartışılabilir kılabilmek önem kazanıyor. Bunu yaptığında sadece gücünü arttırmış olmuyor çünkü, aynı zamanda sanılanın aksine iktidarını da daha az tartışılır kılacağını düşünüyor.

 

Başka bir ifadeyle, iktidarını büyük ölçüde konuşulmayandan elde ettiği için konuşulamaz birşey bırakmadıkça arkasında hep hissettiği sessiz desteği daha kalıcı ve daha tartışılmaz hale getiriyor.

 

Doğu-Batı gibi bir çarpışmanın arasında sıkışmış bir tarihten gelmeyen Batılı gözler için bu durumun kendisi epeyce anlaşılmaz olmalı. Tarihi tersine yürütmek, suyu yukarı akıtmak türü bir çaba olarak hem oldukça maliyetli hem de büyük ölçüde nafile görülüyor olmalı ve de.

 

Ne var ki Türkiye tarihi, her zaman için çatışmalar tarihi olduğundan çatışmazsızlığın maliyeti de siyasal enerjinin yönünü bulamaması ve nereye gideceğini tam olarak tayin edememesi olarak karşımıza çıkıyor.

 

Stabil zamanlarda daha ileri hamlelerin istikametini belirli bir eşikten sonra tayin edici bir tarihi dinamik bulunamıyor. Tam bu noktada işte, tarihi tersine yürütmek çok işlevsel bir siyasal geri dönüşe tekabül ediyor olabilir.

 

Bir taraftan da anlaşılmazlık, yönetimin neredeyse bütün açıklarını kapatıyor ve beklenmeyenin beklenir hale gelmesini sağlayarak çaresizlikleri siyasete dönüştürebiliyor. Böyle olunca da, dışarıdan yapılan her türlü eleştiri, iç tarafta karşılığı olmayan birer karşı-siyaset haline geliyor.

 

Ne var ki anlaşılmazlığın bu kadar belirleyici olması, demokrasinin karakterine zarar veriyor. Pek çok insanda içten içe yaşanan bir huzursuzluk hali olarak hissediliyor. Hikmet-i hükümet, bütün bunları ancak demokrasinin kazanımlarını oya tahvil ederek sürdürebildiği için seçimler, siyasi tartışmaları donuklaştıran bir etki yapıyor.  

 

Anlaşılamazlık, tartışılamazlık doğuruyor. Toplumda anlaşılmaz bir öfke, anlaşılmaz bir kafa karışıklığı, anlaşılmaz bir liyakat sistemi, anlaşılmaz bir yönetim şekli ve anlaşılmaz bir özgüven kendini gösteriyor. Ama bir türlü tam olarak tartışılamıyor.

 

Ülke, tam bir anlaşılmazlıklar ve anlaşmazlıklar ülkesi haline geliyor. Tartışma, konuşulamayanlar etrafında dönüyor ve tartışmak, konuşmadan anlaşabilmek gibi bir yeti gerektiriyor.

 

Söylenenlere hiç karşılık vermeden, hiç konuşmadan öylece dinleyerek her türlü derdini anlatabilen insanlar olabiliyor. Ses çıkaranlar, söylediklerinden çok kendilerini tartışmaya açmış oluyor.

 

İronik olan, konuşulamaz ya da tartışılamaz olanı tartışmaya açarak gücünü tahkim eden bir iktidarın kendini her türlü tartışmaya kapatarak bunu koruyabileceğini düşünmesi.

 

Olan biteni anlamak çok da zor değil yani. Sadece sessiz bir filmde olduğu gibi konuşma yok ve bu yüzden gördüklerinize bakıp seslendirmeyi sizin yapmanız, epeyce enerji sarfederek anlam yüklemeniz gerekiyor. Göz kırpmakla bakış atmak arasındaki farkı bilmeniz, her türlü küçük hareketten anlamlı sonuçlara gitmeniz bekleniyor.

 

Bu sessizlik, istenmeyen konuları kolaylıkla tartışmaya kapatmaya da hizmet ediyor tabii. Geniş kitleler, olan biteni bir tür sessiz sinema gibi izliyor uzaktan ve tam bu noktada senaryoyu bildiğini düşünen bir grup, insanların hangi anlamları çıkarmaları gerektiğini söyleyerek köşeleri tutuyor.

 

Demokratik özne, ancak filmdeki karakterlerden biriyle özdeşleşmesi halinde siyasal alana dahil olabiliyor. Böyle olunca seçimler de hazır replikleri en iyi kimin okuyacağını belirlemek olarak bir tür ‘casting’den öteye geçemiyor.   

 

Bütün bunların sonucunda anlaşılmazlık, içeriğine tam olarak vakıf olunamayan ve dolayısıyla öngörülemeyen ama bu sayede esnek bir manevra alanı bulabilen ve çaresiz kalınmasını engelleyen bir siyaset olarak karşımıza çıkıyor.

 

Sorun şu ki anlaşılmazlık siyaseti kolaylıkla büyük anlaşmazlıklar doğurabiliyor ve siyasetinizi bunun üzerine kurduğunuzda sessizlik, kavgaları çözmüyor, büyütüyor.

 

- Advertisment -