Papa neden haklı? Hükümetin öfke ve tepkisi neden haksız ve yanlış? Nasıl oluyor da, 1914’teki taziye mesajına ve öncesinde olsun, sonrasında olsun attıkları bütün diğer ileri adımlara rağmen, şimdi gelip bu noktada tökezliyorlar? Hangi tıkanıklığı aşamayış, böyle bir kısmî geri dönüşü beraberinde getiriyor?
Ermeni soykırımı tartışmalarının içinde olduğum 2000 İlkbaharındaki Chicago sempozyumu ve sonra Neşe Düzel’in benimle yapıp 9 Ekim 2000 tarihli Radikal’de tam sayfa yayınlandığı uzun röportajdan beri, son on beş yıldır bazı şeyleri döne döne söylüyorum, söylemeye devam edeceğim.
Soykırım isnadı ve inkârı ortamı ve tartışmayı nasıl zehirliyor?
(1) Tartışmanın soykırım sözcüğüne odaklanması yanlış. Bizler — Türkiye’nin benim gibi özgür ve eleştirel tarihçileri — tarihsel gerçeği, 1915’te tam ne olduğunu bulmaya ve Türkiye halkına sabırla anlatmaya, anlatırken de araştırma ve tartışma ortamını giderek genişletmeye ve rahatlatmaya çalışıyoruz. Dolayısıyla sorun, “soykırım mıydı, değil miydi”den ibaret değil; çok daha büyük. Ve bu anlama-anlatma çabasında, soykırım deyimi yer yer olumsuz bir rol de oynayabiliyor. Çünkü bu bir tür aşırı-özet, bir formül, korkunç ve muazzam bir tarihsel gerçekliği tek bir sözcüğe indirgeyen bir klişe.
Dahası, bir tarih ve tarihçilik deyimi değil; esas olarak bir hukuk ve avukatlık deyimi. Uluslararası bir suç kategorisi. Dolayısıyla kullanıldığı her yerde, “gerçek nedir, tarihte ne oldu” sorusunu arkalara itiyor; “suç muydu değil miydi, ya da ne kadar ağır bir suç” gibi soruları öne çıkarıyor. Bir yargılama ve mahkeme salonu atmosferi yaratıyor; tartışmanın taraflarını “soykırımı kabul ettirme siyasası” (genocide recognition politics) ile “soykırımı inkâr siyasası” (genocide denial politics) diye sınıflandırıp birbirinden ayırıyor. Savcılık makamı, sanık sandalyesinde oturan Türkiye’yi habire “derhal konuş, itiraf et, soykırım olduğunu söyle” diye zorluyor. Buna karşı Türkiye adına konuşan devlet, hükümetler, resmî makamlar da ne yapıp yapıp “soykırım olmadığını” ispatlamaya odaklanıyor.
Böyle olmasa, yani mesela o yıllarda çok kötü ve trajik bir şeyler oldu mu, ne olduğunu şöyle baş başa konuşalım mı diye otursak ve nisbeten aklı başında 15-20 soruyu sakin bir ortamda, ağırbaşlı bir diyalog içinde tek tek sorabilsek, belki nisbeten sakin ve ciddi cevaplar da alabileceğiz. Fakat hayır, öyle olmuyor. Tersine, “evet çok üzücü bazı şeyler oldu” diye başlansa bile, “ama soykırım değil” savunmasına geçildiği anda,
soykırım değil çünkü belgesi yok — yani bütün Ermenilerin toptan imhası diye bir yazılı emir Arşivlerde yok — ayrıca, soykırım değil çünkü böyle bir kasıt yoktu — çünkü ideolojik bir niyet yoktu — çünkü öyle bir Türk milliyetçiliği yoktu — onun yerine, devletin güvenlik endişe ve gerekçeleri vardı — zaten Türkler bütün Balkanlar ve Kafkasya’dan kovalanmıştı — (oysa kimse bizim çektiklerimizi tanımıyor) — kaldı ki, bu ezikliğin üzerine bir de Anadolu’daki Ermenilerin habire ortalığı karıştırıyor olması bindi — cephe gerisinden Rus ordularına yardım ediyorlardı — Van isyanını da çıkarmışlardı — bırakılsa, onlar güçlenecek ve bizi keseceklerdi — ne yapalım, önlem almak kaçınılmaz hale geldi — bir bakıma, rüzgâr ekip fırtına biçtiler, kendi ettiklerini kendi buldular
diye özetlenebilecek öyle bir takım defansif argümanlar birbirini izlemeye başlıyor ki, giderek daha vahim bir ahlâkî çöküntü içine giriyor ve amansız bir milliyetçi huşunetle Ermenileri suçlamayarak herkesi iyice çileden çıkarmaya kadar varıyor. 1960’lardan 90’ların sonuna kadar hayatımız bu inkârcılığın boğucu ikiyüzlülüğüyle geçti
Tarihî gerçekler neden soykırıma işaret ediyor?
Oysa (2) tek tek ve bir bütün olarak alındığında bu iddiaların hemen hepsi yanlış ve gerçek-dışı. Aslında çok daha öncesinden başlayıp 1912-13’te çok belirginleşen bir Türk milliyetçiliği, o dönemdeki adıyla (Osmanlıcılığa karşı ve karşıt) Türkçülük apaçık mevcuttu. Kısmen Marksistimsi anti-emperyalizmden, ama daha çok Avrupa aşırı sağından, proto-faşizmden esinlenen karmaşık bir yapıya sahipti. Düpedüz Sosyal Darwinistti; milletler arasındaki ilişkileri orman kanununa tabi bir boğazlaşma olarak görüyor, “hak, kuvvettir”in ve “sadece en güçlü olanlar hayatta kalır”ın sözümona bilimselliğini savunuyordu. 1913-14’e gelindiğinde, Ermeni, Rum ve Süryaniler başta olmak üzere Anadolu’nun hemen bütün gayrimüslimlerini artık “güvenilmez” ve “düşman” bellemişlerdi.
Evet, Ermeni milliyetçi örgütleri vardı ve aktifti. 19. yüzyıl sonlarından beri Anadolu’nun bazı köşelerinde yerel, yatay, küçük ölçekli, düşük yoğunluklu “etnik savaş”lar söz konusu olmuştu. Karşılıklı çeteler köy basıyor, “öteki”1eri korkutup kaçırarak şu veya bu toprak parçasını “temiz”lemeye ve sadece “bize” kalmasını sağlamaya çalışıyordu. Ama İttihatçılar, objektif bir zaruretten ötürü değil; giderek katılaşan bir ırkçı-milliyetçi zihniyete ve ideolojik vizyona sahip oldukları, Ermeni milliyetçiliğini de bu prizmadan süzdükleri için, Anadolu’nun toptan Türkleştirilmesi yoluyla meselenin kökten halledilmesi gibi bir “nihaî çözüm”e yöneldiler. Tehcir yasası çıkartıldı ve ardından, olabilecek en sert, en insafsız biçimde uygulanması emirleri yayınlandı. Kilit Teşkilât-ı Mahsusa’cılar önceden araziye gönderildi. Talât, Dahiliye Nezareti’ndeki resmî makamı ve olanaklarının yanı sıra, evinde özel bir telgrafhane kurdurdu ve canalıcı haberleşmelerini buradan yürütmeye koyuldu.
Evleri ve bütün varlıklarını 48 saat içinde terk etmeye zorlanan (yani sırf bu kadarıyla da, 1948 BM Konvansiyonunun ifadesiyle “normal yaşamlarını sürdürme ve yeniden üretme koşulları kısmen veya tamamen yok edilen”) Ermeni konvoyları, Anadolu içlerine ilerledikçe, özellikle de Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da, TM’cilerin örgütlediği ve çoğu Kafkas kaçkını, dolayısıyla Hıristiyanlara nefret dolu aşiretlerin saldırılarına uğramaya başladı. Binlerce insan öldürülürken, genel olarak topluma Ermenilerin artık devletin hukuki koruması altındaki Osmanlı vatandaşları olmadığı; başka bir deyişle, “av mevsimi”nin açıldığı mesajı verildi. Bu da olabilecek en iyi insanlık davranışları kadar en kötülerini de tetikledi. Böylece, devletin ilk tur sinyalleri olmadan düşünülemiyecek ikincil ve üçüncül katliamlar ortaya çıktı. Toplumun bir kesimi, belki komşularının yıllardır kıskanıp tamah ettikleri mallarını gaspedip zenginleşmek uğruna, belki kişisel, dinî veya millî grup nefretleri sonucu, kendi insiyatifleriyle (ve Nâzım’ın deyimiyle) “Ermenileri kesmeye… kesilirken göbeklerine kadar kana batmaya” koyuldu.
Sonuçta, herhalde bir milyon küsur, belki bir buçuk milyon Ermeni sökülüp atıldı, tehcire zorlandı. Bunların belki 600-800,000 kadarı katledildi veya yollarda, çölde, açlık, susuzluk ve hastalıktan öldü. Bir kısmı Kürt aşiretlerine alındı, bir etno-transformasyon geçirerek Kürtleşti(rildi). Bir kısmı (özellikle küçük kız çocukları) evlât edinildi, Müslümanlaştırıldı, zamanla evlendirildi, bugün giderek açığa çıkan “Ermeni anneanneleri” oldu. Sağ kalanları birazı 1916’de geri döndü; birazı Suriye ve Lübnan’da kaldı; diğerleri yurtdışına ve deniz aşırı ülkelere sığındı. Özellikle Amerika, Fransa ve Avustralya’daki Ermeni diaspora’sı veya diaspora’ları böyle oluştu.
Öyle veya böyle, büyük bir imha olayı gerçekleşti. Osmanlı Ermeniliği hemen tamamen ortadan kalktı. Eğer illâ bu sözcük üzerinden konuşacaksak, soykırım mıdır? Evet, soykırımdır. Hem de hiç kuşkusuz, tereddütsüz, amasız ve fakatsız soykırımdır. Çünkü (a) ideolojik kasıt çok nettir; (b) Arşivlerden hiçbir yazılı imha emri çıkmasa bile, bütün Ermenilerin, başka bir neden ve gerekçeyle değil, sırf Ermeni oldukları için, etnik-dinî kimlikleri itibariyle (qua Armenians) tehcire tabi tutulmuş olması, niyetin ta kendisidir; (c) sırf bu kadarı, hiç katliam yapılmamış olsa bile, gene 1948 BM Konvansiyonu’na göre etnik temizlik ve soykırım tanımına girer; kaldı ki (d) sadece tehcir değil doğrudan katliam emirlerinin de verildiğine dair, oradan buradan satha çıkan resmî belgeler de mevcuttur. Bu açıdan, (i) sırf Talât Paşa’nın 1915 yazında Diyarbakır Valiliğine gönderdiği tek bir telgraf ile (ki tartışmalı Andonyan telgraflarından filân değildir, Başbakanlık Arşivleri’nin resmî derlemeleri içinde yayınlanmıştır) (ii) Meclis-i Mebusan Resisi Halil Menteşe’nin hâtırâtında Talât’a dair gözlemlerini anlattığı tek bir paragrafın yeterli olduğu kanısındayım. Bunları geçmişte bir hayli yazmıştım; unutulmuş olabilir; önümüzdeki günlerde tekrar yazmayı deneyeceğim.
Asıl suç ve suçlular niçin manevî himaye görmekte?
(3) Peki, kim sorumludur — bütün Türkler mi, Cumhuriyet mi, bugünkü (artık post-Republican, Cumhuriyet sonrası denmesi gereken) Türkiye mi? Hayır. Bu, öncelikle dönemin İttihatçı askerî diktatörlüğünün, hattâ triumvir’in bile tamamından çok Enver ve Talât’ın ve tabii onların emriyle harekete geçen bütün bir mekanizmanın işidir; başka bir deyişle, o zamanın faşizan milliyetçilerinin işidir ve nasıl çağdaş Türkiye’nin faşistlerinin (faraza 60’lar ve 70’lerde) işlediği cinayetlerden bütün Türkiye halkı suçlanamazsa, 1915 cinayetlerinden de bütün Türkiye halkı suçlanamaz. Başka bir ifadeyle, şimdi kendimizi nasıl bugünün faşistleriyle özdeşleştirmiyorsak, aynı şekilde 1915’inkilerle de özdeşleştirmemiz için hiçbir neden yok aslında. Ne ki bizi buna, bir, milliyetçi ideolojinin devamlılığı ve devamlılık vurgusu zorluyor; Enver ve Talât’ları, anılarına saygı göstermemiz gereken atalarımız kılığına büründürüyor. İki, 1915’i dar anlamda Cumhuriyet rejimi yapmadıysa bile, 1915-16’da “temizlenen” toprakları ulus-devletin yeni ve artık güvenli teritoryalitesi olarak benimsemiş, bu anlamda 1915-16’nın mirası üzerine oturmuş bulunuyor.
Üç, 1960’lar ve 70’lerin sistematik inkârcılığından da önce, öyle bir Türk Devrim (İnkılâp) Tarihi kurgusu yaratılmış ki, yerli Rum ve Ermenilere karşı değil, sadece ve sadece zamanın Büyük Devletlerine karşı verilmiş; en küçük adaletsizlik içermeyen, etnik baskı ve zulmün zerresini içermeyen, yüzde yüz beyaz, haklı ve erdemli bir anti-emperyalist savaş. Hazreti Meryem’in Immaculate Conception’ına — bir cinsel birleşmeden doğmuş olmasına karşın, ruhunun Tanrı tarafından tertemiz ve günahsız kılınmış olmasına – ilişkin Katolik inanışı gibi bir şey. Başkalarının devrim ve ulus-devlet tarihinde bazı çirkin olaylar cereyan etmiş olabilir ama bizimkini böyle yalan ve iftiralarla kirletmeye kalkmayın. — Nutuk’tan (1927) itibaren yerleşip resmî ideolojiye dönüşen bu anlatı da gerçeği ipotek altına alıyor; ilkokuldan itibaren genç nesillerin kafasında tabular, kırmızı çizgiler yaratıyor. Dört, olası tazminat ve toprak taleplerine ilişkin, doğruluk derecesini benim takdir edemeyeceğim bazı hukukî kaygılar da var kuşkusuz. Nihayet beş, gerek Ermenistan’ın, gerek üçüncü ülkelerin güttüğü “soykırımı kabul ettirme siyasası” da, çıkıp doğruları cesurca kabullenmeyi zorlaştırıyor; teslimiyetçilik ve dış baskılara boyun eğmek diye yorumlanan bir tavra karşı belirli bir kabul edilemezlik psikolojisini beraberinde getiriyor.
Yönsüzlük, sendeleme, siste kaybolmuşluk hali
2002’den 2005’e, oradan 2007/8’e, oradan 2014’e uzanan bir süreç içinde adım adım yumuşayıp aşılır gibi olan, aşılmaya yüz tutan bu sıkıntıları, Türkiye soykırımın 100. Yılında maalesef tekrar yaşamakta. Bunun bir boyutu, özgürleşmenin ya da (vakıf malları gibi alanlarda) küçük küçük girişilen reformların kıymetinin bilinmemesine karşı duyulan belirli bir hayal kırıklığı. Bir diğer boyutu, faraza 23 Nisan 2014’teki taziye mesajı gibi gerçekten önemli çıkışların, daha da ilerisine geçme ve Türkiye halkını daha fazla eğitip hazırlama yönünde bir hazırlığı mı ifade edeceği, yoksa daha ilerisine geçmenin alternatifi ve ikamesi mi olacağı noktasında, galiba içine düşülen kararsızlık. Hükümet pekâlâ, derhal çok daha derin ve kapsamlı bir kabule hazır olmayabilir. Pekâlâ, doğrudan soykırım tartışmasının dışında kalan, ama belki soykırımın yaralarını kısmen de olsa sarmaya ve bu arada daha fazla karşılıklı güven inşasına yönelik bazı politik jestleri öne çıkarmayı tercih edebilir. Bu bağlamda, kaldığı kadarıyla Ermeni kültür mirasının çok ciddi bir koruma altına alınması, ya da (2014 taziyesi sırasında basında da çok sözü edilen) 1915 kurbanlarının ahfadına TC vatandaşlığı tanınması gibi adımlar dahi denenebilir.
Ama birincisi, bunları çözümün kendisi gibi görmemek gerekir. İkincisi, böyle adımları atarken son derece sabırlı ve tahammüllü olmak, uzatılan elin hemen tutulacağını beklememek, tutulmayınca da kızmamak gerekir. Üçüncüsü, Türkiye açısından daha kabul edilebilir olacağı düşünülen bir “âdil hafıza”yı, karşılıklı kayıp sayıları gibi yanlış yerlerde veya “biz de çok şehit verdik” türü sakat söylemlerde aramamak gerekir. Evet, Ermenistan’ın ve diaspora’nın da şahinleri var, hattâ Türkiye’de de, son iki yılda gelişen bir tür hiper-solcu şahinlik söz konusu. Olacak böyle şeyler; bütün büyük ve büyüyen dâvâlara zaman içinde oluşan katılımlar böyle hamlık ve aşırılıklara yol açar. Öyle ki, bu bombardıman altında ve hele 7 Haziran seçimleri öncesinde bu yıl ciddî bir ilerleme kaydedilememesi, çünkü Türkiye ne yapsa bunun “hah, şu 2015’i atlatmaya çalışıyor, bunun için göz boyama yöntemlerine başvuruyorlar” diye yorumlanacak olması da mümkündür.
Buna karşı dahi sorumluluk, gerçekten çözüm isteyen kim varsa onlara düşer. Gelişme yavaş olabilir ama hiçbir noktada ters mesaj vermemek gerekir-di. Söylem iyileştirmesi çok sürekli olmayabilirdi ama tersinde, herhangi bir söylem kötüleşmesi meydana gelmeyebilir-di. Adil hafıza arayışı soykırımın karşısına Çanakkale’yi dikmeye yol açmamalı-ydı. Geleneksel Çanakkale törenlerini 18 Mart’tan 24-25 Nisan’a taşıma fikri, kimden kaynaklanmış olursa olsun (ki, hep “büyük işler” peşinde olan Erdoğan’ın grandiosite arayışını hatırlatıyor) çok yanlış oldu bu açıdan. Hele 24-25 törenlerine, “gelin bizim şehitlerimizi birlikte analım” dercesine Ermenistan Cumhurbaşkanı Serj Sarkisyan’ın dâvet edilmesi, hiç olmayacak bir düşüncesizlik örneğiydi.
Vatikan elçisi geri çağrılacaksa, on gün sonra Obama’ya ne denecek?
Kanımca böyle bir yönsüzlük, vizyonsuzluk, sisin içinde kaybolmuşluk durumu hasıl oldu ve hükümet rastgele oradan oraya sendelerken soykırım fobisi yüzünden gitti gitti, bu konuda en iyi ve makul konumdaki Papa’ya bindirdi. Oysa minimalist bir ifadeydi I. Fransiskus’un söyledikleri; 20. yüzyılın ilk soykırımından Türkiye’yi hedef almaksızın söz ediyor; esas olarak iki ülke arasında barış ve uzlaşma diliyordu. Bu yüzden Vatikan’a çatmanın neden absürd olduğunu bir de şöyle anlatmayı deneyeyim. 24 Nisan’a on gün kaldı, şunun şurasında. ABD adına Başkan Obama çıkıp bir 24 Nisan mesajı daha yayınlayacak. Geçmişte hep olduğu gibi, çeriği itibariyle Papa’nınkinden çok daha sert bir mesaj olacak bu; 1915’te Ermenilerin başına gelenleri çok daha ayrıntılı biçimde ve çok daha acı sıfatlarla dile getirecek. Ama muhtemelen g-word’dan, soykırımdan söz etmeyecek.
Ne olacak — tek bir sözcüğe bakarak Papa’ya kükreyen Dışişleri, o tek sözcük yok diye bu sefer sevinip Obama’ya eyvallah mı diyecek?
İki adım ileri, bir adım geri. İki adım ileri, bir adım geri. Bu mehter yürüyüşü daha ne kadar sürer?
Gene de iyimserliğe bir pay bırakmaya çalışayım. Bakalım, hükümet bu yıl bir 23 Nisan taziyesi yayınlayacak mı (ki bence tümüyle ihtimal dışı değildir); yayınlarsa içeriği ne olacak, asıl Türkiye’nin mesajında ne söylenecek?