Her neslin yeniden sorup cevaplamak zorunda olduğu talihsiz bir soru bu: garplılaşmanın neresindeyiz? Tanzimat dönemi, Batı’nın kültürünü ve yaşam tarzını dışarıda bırakarak yalnızca ilmini ve tekniğini almaya çalıştığımız bir dönemdi. Ne var ki epeyce bir çabadan sonra, bunun mümkün olmadığı anlaşılınca Cumhuriyet devrimleri Batı’nın ilmini ve tekniğini alabilmek için her şeyiyle, yaşam tarzı, kültürü ve bütün bir felsefesiyle benimsemek, kurumlarıyla birlikte onun içine girmek gerektiği düşüncesiyle vücut buldu. Uzun geçmişin verdiği katı bir inançla zor kararlar kolaylıkla alındı. Ve bir süre sonra, yine oldukça badireli bir biçimde bunun da işe yaramadığını anlamış olduk.
Ardından gelen, çok partili dönem yeniden, kendi kültürümüzü ve yaşam tarzımızı koruyarak batılılaşabilirizin denemesine sahne oldu. Özellikle sağ iktidarlar için bu her zaman böyleydi. Buna göre, kendimiz kalarak Batı’nın iyi ve ileri yanlarını almalıydık, bu mümkündü, olmalıydı. Daha sol iktidarlar ise topyekûn bir değişimden yana oldu hep. Batı’yı kurumlarıyla, ideolojisi ve yaşam tarzıyla bir bütün olarak benimsemeye daha açık oldular. Turhan bu farkı, “Meşrutiyet ve Cumhuriyet devirlerinde tebellür eden şekillerine göre başlıca iki kısma ayırmak mümkündür” (s.62) diyerek şöyle özetliyor: “1-Garbın ilim ve tekniğini almak (İslamcılar ve Türkçüler). 2-Garp medeniyetini mühim bir kısım müesseseleriyle ve bütünüyle almak (Meşrutiyet devri garpçıları ve Cumhuriyet devri inkılapçıları).” (s.62)
Bugünse, aynı sorunun cevabı, ne öyle ne de öteki türlü olmuyor, o yüzden kendimizden başka bir kurtuluş bulunmuyor, Batı’ya değil dönüp kendimize bakalım, ne yapabilirsek onu yapalım gibi görünüyor. Uzun bir serüvenin -dâvânın mı demeli!- inkıta dönemindeyiz gibi duruyor. Bir kafa karışıklığı, bekleme, harekete son verip kendi kendine her şeyi sil baştan düşünme, kendi içine dönme dönemi.
Batılılaşma tarihimize dönüp bakınca en bol şeyin çelişkiler ve kafa karışıklığı olduğunu görmek hiç de zor değil. Hep bir iç mücadelesi, hep bir kendinden emin olamama ve büyük soru işaretlerinin içinden çıkamama halleri. Belli ki bu bir batılılaşamama tarihi.
Mümtaz Turhan yine böyle bir kafa karışıklığı döneminde Garplılaşmanın Neresindeyiz? (Altınordu yayınları) kitabını yayınlıyor 1958’de. Belli ki yeniden düşünmeye epeyce ihtiyaç duyulan ve kafa karışıklıklarının gizlenemeyecek şekilde açığa çıktığı bir dönem. Yapılan inkılapları masaya yatırarak başlıyor kitaba ve şöyle diyor: “Bilindiği gibi bundan otuz sene evvel başlamak üzere yapılan inkılaplar, iki yüz seneden beri devam eden bir cehdin emsalsiz bir hayat mücadelesinin ve fikri gelişmenin, o zamanın şartlarına ve içtimai seviyesine göre meydana getirebildiği düşüncelerin mahsülüdür.” (s.17) Yine belli ki çatışmanın doruğa çıktığı bir dönemde, batılılaşma tarihimizde kesintisiz bir devamlılık arıyor. Belki de en önemli bölünme konumuz bu olduğu için Cumhuriyet dönemini geçmişe tutarlı bir biçimde bağlamaya çalışıyor. Batılılaşma, bizim için partiler ve ideolojiler üstü bir “milli dava” demek için temel oluşturmaya çalışıyor. (Kitabın ilk bölümünün başlığı “en büyük davamız” olması hayli anlamlı.) Sonra da diyor zaten: “Bu maksatla özlenen medeniyetin mümessili olarak kabul edilen bazı milletlerin kanunları, teşkilatları, adetleri ve bilhassa kıyafet ve yaşam tarzları taklit edilmiştir. Umumi olarak düşünüldüğü takdirde bunda garipsenecek bir şey yoktur. Zira her medeniyet ve kültür bugünkü ilmin de kabul ettiği gibi, netice itibariyle, bir yaşayış tarzından başka bir şey değildir.” (s.17) Burada da kültür ve bilim ikiliğini ortadan kaldırmak istiyor. Sonrasında ise bilimle kültür ve yaşam tarzı arasında bir ilişki olduğunu, her toplumun kendi özgün tarihsel geçmişine, kurumsal yapısına, üretim biçimine vb nedenlere bağlı olarak belirli bir düşünüş şekli ve zihniyetinin oluştuğunu, dolayısıyla batılılaşma denilen şeyin aslında bizim kendi özgün düşünüş şeklimizi bulmak için bir modelden ibaret olduğunu söylüyor: “Ancak bu hayat tarzı muayyen bir tarihi oluşun içinde gelişen müesseselerin, muayyen bir iktisadi nizamın, istihsal ve istihlak vasıtalarının, muayyen bir tavrın ve dünya görüşünün mahsülü olmak üzere meydana gelmiştir.” (s.17) Onun için Batı’nın üstünlüğü “ilim zihniyeti”nde, yani daha bilimsel düşünebilir olmasında yatıyor ve soru şu ki bizim kendi özgün geçmişimiz böylesi bir zihniyeti ortaya çıkarmıyorsa çözümü nerede aramak gerekiyor.
İlim zihniyetini de çeşitli yerlerde anlatıyor. “Ortaçağın ilim telakkisiyle bugünkü ilim zihniyeti arasındaki fark…keşiflerle açığa vuruluyordu: artık büyük otoritelerin, üstatların hakimiyeti sona eriyor; sistemli müşahede ve tecrübelerin son sözü söylemesi isteniyordu. Hadise ve vakıalarla, bunlar arasındaki münasebetlerin objektif bir şekilde ifadesi, şahsi kanaat ve fikirlere tercih ediliyordu. Bu fikir ve kanaatları ortaya atanlar ne kadar büyük, ne kadar meşhur olursa olsun, artık bir kıymeti yoktu.” (s.21)
O dönemde de bugün olduğu gibi hayli ilginç tipler varmış belli ki (en tutarlı olduğumuz alanlardan biri galiba!). Bunlardan biri yazısında, Avrupa ve batı medeniyetin çökmekte olduğunu ve tarihe karıştığını söyleyince Turhan bunu hayretle karşılıyor: “Garp medeniyetinin tarihe karıştığı ve ilminin iflas ettiği iddiası ise, makalede, insanı en çok hayrete düşüren kısımdır. Zira ne henüz tarihe karışmış bir garp medeniyeti vardır, ne de ilim iflas etmiştir. Her ikisi de dipdiri ve her zamankinden daha kuvvetli bir şekilde ortada durmakta ve bütün dünya tarafından taklit edilmektedir. Dün olduğu gibi bugün de garp medeniyetini ayakta tutan yine ilimdir.” (s.24)
Turhan, buradan hareketle batılılaşma konusunda toplumun hemen her kesiminde farklı nedenlerle var olan kafa karışıklıklarını ortadan kaldırmaya çalışıyor. Hümanistlere ayrı, İslamcılara ayrı cevaplar veriyor. Pek tabii aydınlarımızın içine düştükleri acz halinin kaynaklarını göstermeye çalışıyor. Kısacası, neden o kadar isteyip bir türlü garplılaşamıyor oluşumuzu masaya yatırıyor ve sonra bir kez daha batılı düşünüşe ve zihniyete takılıyor. Bir düşünürün batının bilimsel düşünüşle yaşadığı dönüşümü anlattığı satırlarını kendi görüşü olarak alıntılıyor: “Bu yeni zihniyet ilimden ve teknolojiden çok daha mühimdir. Bu yeni düşünüş tarzı metafizik telakkilerimizi ve zihinlerimizin hayali muhtevalarını öyle değiştirmiştir ki, şimdi eski tembihler artık yeni terkipler uyandırmaktadır.” (s.47) Bir başka alıntıyla da şunu söylüyor: “Son bir buçuk asır zarfında ortaya çıkan büyük maddi icat ve ihtiraların arkasında yalnız devamlı bir teknik inkişaf bulunmuyor, aynı zamanda insanların zihinlerinde husule gelen bir değişiklik de gizli duruyordu; yani ilmin inkışafı sayesinde meydana gelen ilim zihniyeti.” (s.49)
Ona göre, bu yüzden bu ülkede sosyal bilimler geridir. Çünkü sosyal bilimlerde doğa bilimlerine kıyasla bilimsel düşünüş daha zordur ve çok daha fazla toplumsal etki altındadır. Bu yüzden, bu ülkede bilim yapan insanlar vardır ama bilimin kendisi oluşamamaktadır. Bilim burada, topluma rağmendir.
Bütün bunlardan sonra onun çözümü, bu yeni zihniyetin aşağıdan yukarıya okullara ve böylelikle düşünüşümüze girmesinden geçmektedir. Yani esas mesele maariftedir (ki kendisi de bilindiği gibi milli eğitim bakanlığı da yapacaktır), iyi öğretmen yetiştirmektedir, sosyal bilimleri yeniden düşünmektedir, öğrencilerin üstatların ve kara kaplı kitapların otoritesi altında ezilmeden kendi başlarına ve nesnel gerçekliğe göre düşünebilir olmalarını sağlayabilmektedir.
Bana kalırsa Mümtaz Turhan çok önemli şeyler yakalamış ve gerçeğe epeyce yaklaşmıştır. Ne var ki yaptığı tespitler ile önerdiği çözüm tam bir tutarlılık oluşturmamaktadır. O nedenle şimdi yapılması gereken bir kez daha bu soruyu yeniden sormak ve kaldığı yerden bu bitmeyen tartışmayı sürdürmektir. Sahi tam olarak garplılaşmanın neresindeyiz?