Ana SayfaYazarlar'İşkenceyi kötüye kullanmak’

‘İşkenceyi kötüye kullanmak’

 

Verdiğim ders ne olursa olsun okuma listesine bir yerinden bağlantı kurup Cesare Beccaria’nın, ünlü Suçlar ve Cezalar Hakkında kitabını mutlaka koyarım. Edebiyat için Suç ve Ceza neyse bu alanda çalışanlar için de Suçlar ve Cezalar Hakkında benzer nitelikte büyük eserlerdendir derim ve de öğrencilerime, biraz da kışkırtıcı bir edayla.

 

Kitabın güncel baskısının çevirmeni Sami Selçuk, kendi çevirisinin sunuşunda, kitap için, ‘Ceza yasalarının bir ilkeler sözlüğüdür. Hem de vazgeçilmez sözlüğü.’ ifadesini kullanır. Gerçekten de öyledir.

 

Hukukun içinde içkin olarak gizlenen iktidarı açık etmek, adalet mekanizmasının cezalandırıcı bir aygıta dönüşmesi halinde toplumsal huzurun ve ahlaki düzenin ne denli sarsılabileceğini anlayabilmek için Beccaria okuması olmazsa olmazdır; ceza yasalarının yasalarını anlatır.

 

Bilgeliklerle yüklü kitaptan bazı cümleleri alıntılamadan geçemeyeceğim:

 

Ahlaka aykırı bulundukları apaçık olsa bile, gizli suçlamalar/soruşturmalar, kuruluşlarındaki güçsüzlük yüzünden pek çok devlette zorunlu görülmüştür. Bu geleneksel yöntem, insanları ikiyüzlü, sinsi, kalleş yapar. Kim ki başka insanlar arasında bir jurnalcı/münafık bulunduğundan kuşkulanır, oracıkta bir düşman görüyor demektir. O takdirde insanlar, kendi duygularını peçelemek alışkanlığı kazanırlar ve başkaları karşısında kendilerini saklamayı huy edinerek, sonuçta bizzat kendilerini kendilerine karşı gizlerler. Böylesine uğursuz bir duruma düşmüş acınası insanlar elbette mutsuzdurlar; onları yönlendiren belli ve oturmuş ilkeleri yoktur: onlar, düşüncelerin engin denizlerinde dalgalanır, şaşkın şaşkın dolaşıp dururlar. Biricik amaçları kendilerini tehdit eden canavarlardan kurtulmaktır. Geleceğin ne getireceği belli olmadığından içinde yaşadıkları anı, her zaman içleri kararmış olarak geçirirler. Dingin ve güven içinde yaşamanın ömür boyu verdiği zevklerden yoksun kalırlar. (Sami Selçuk çevirisi, s.81,82).

 

Kitap böylece sürer gider. Birkaç cümle daha:

 

Zorbalığın en sağlam, en güçlü kalkanı olan gizlilik silahını kuşandığı zaman iftiradan kim kendisini koruyup kurtarabilir ki? Böyle bir yerde her uyruğunda/yurttaşında bir düşman görme kuşkusunu taşıyan ve her insanda kaldırıp yok ettiği huzuru genel güvenlik adına sağlamaya kendisini zorlayan bir hükümdar varsa bu ne menem bir yönetimdir? (s.82).  

 

Yasalar ne zaman insanı savsar ve onu bir nesneye dünüştürürse ortada özgürlükten eser kalmaz. O anda güçlü kişinin, yasanın ona sağladığı özel ayrıcalıklardan yararlanarak bu ayrıcalıklar yığınının içinden bütünüyle kendisinden yana olanları çıkartmakta becerikli olduğu görülecektir. (s.105).

 

Kitabın elimde bir başka çevirisi daha var; 1964 tarihli İnkılap ve Aka Kitabevi yayını 3. Baskı’sı. Muhiddin Göklü çevirmiş. İç kapakta başlık şöyle yazıyor: Suçlar ve Cezalar: Yahut Beşeriyetin Mecellesi. Sami Selçuk’un daha sade Türkçe’yle yaptığı çeviride yer almayan bu, ²Beşeriyetin Mecellesi² ifadesinin Voltaire’e ait bir niteleme olduğunu belirtiyor, Göklü.

 

Ahmet Cevdet Paşa’nın ünlü Mecelle-i Ahkam-ı Adliye’sinin de bunda bir etkisi vardır belki, kimbilir. Mecelle, yasa yerine kullanılan eser demek olduğu gibi ‘hikmetler kitabı’ anlamı da var. Beccaria’nın eseri için her iki anlam da geçerli. İtalyanca bilenler için kitabın orijinal adını da vereyim: Dei delitti e delle pene.

 

Göklü çevirisinin Kitabın ilk sayfalarına bir de hadis eklenmiş: ²Bir Saat İcrayı Adalet, Altmış Senelik İbadetten Hayırlıdır² diye. Çeviren için de uzunca notlar düşülmüş: Dr. Muhiddin Göklü, İstanbul Barosu Avukatlarından, Hukuk Doktoru, Paris Üniversitesi Kriminoloji Enstitüsü Ceza ve İnfaz İlimleri Şubelerinden Mezun.

 

Konumuz kitabın kendisi ya da çevirileri değil aslında ama hikâyenin ilginçliği kolayca geçiş yapmayı engelliyor. Bu ilginç çeviri hikâyesini anlatırken Göklü, kitapla ilk olarak nasıl karşılaştığını ve tercüme kararı almasını aktarırken şöyle diyor: ²Bakın tercüme kararımı nasıl verdim: 1948 yılının karlı bir kış akşamı idi. Dersimiz bittiği halde, birkaç arkadaş Paris Hukuk Fakültesi Kriminoloji Enstitüsünün sıcak dersanesinden daha rahat bir yer bulamıyacağımızı düşünerek çıkmamıştık. Konuştuğumuz mevzu ceza hukukuna dairdi. ‘Fas’lı bir hukukçu, birden söze karışarak: ‘Ben’ dedi, Tanrı’nın adil, en cesur ve alicenap kulu olan Hazreti Ömer’den sonra, Beccaria’yı seviyor ve koyduğu mukaddes hukuk esaslarını beğeniyorum’ Biz telaşlandık; o hemen çantasından pek eski, çok yıpranmış küçük hacimli bir kitap çıkararak önümüze koydu..Kitabı aldım ve birinci sahifeyi okur okumaz, kendi soğuk inzivagâhımı dersanenin sıcaklığına tercih ederek çıktım.²

 

Göklü, sonrasında kitabı koca Paris’te bir türlü bulup satın alamaz. En nihayet Paris Hukuk Fakültesi’nin kütüphanesine bir ay kapanarak elle yazar ve böylelikle kendisine ait bir nüsha oluşturur.  

 

Ne var ki bu, kitapla ilk karşılaştığında birkaç cümlesini okuduğu André Morellet tercümesi değildir. ‘Lakin André Morellet’in üslubundaki kudreti unutamıyor, felsefi ve edebi talâkatının lezzetini istiyordum.’ der.

 

Sonrasında, ‘talih ve kader’in de yardımıyla aradığı tercümeye kavuşur. Yurda avdet ederken, ‘Türk fikir alemine bu hizmeti yapmağı bir vatan ve insanlık borcu bildim’ diye ifade ettiği vazife bilinciyle tıpkı Morellet’inkine benzer bir çeviri yapmaya çalışır. Sonuçta da oldukça eski tarihli olan Morellet’inkine çok benzeyen ‘duygu dolu’ bir dille kitabı Türkçe’ye aktarır.

 

Bu çeviri için Göklü’nün Morellet’e yaptığı övgüye benzer yorumlar yapan ciddi insanlarla karşılaştım epeyce. Ama ben fazla belagatli ve ağdalı bulmuşumdur hep. Cezbeli bir çevirmenin metnin üzerine çıkan bir çevirisidir de denebilir. Orijinal dili yerine, Fransızca tercümeden yapılması elbette değerini kendiliğinden azaltan bir etki de oluşturur.

 

Herneyse, bu hikâye uzun ve güzel ama asıl bu yazının başlığına dönersek, Göklü yine kitabın başındaki Sunuş’unun bir yerinde kitabın çeşitli sorulara cevap niteliğini taşıdığını ve bu sorulardan birinin de ²işkence caiz midir?² olduğunu belirtiyor.

 

Hakikaten o dönemde işkencenin caiz olup olmadığı konusunda kafalar karışıktır. Bu kafa karışıklığı bana göre işkence tarihimizi anlamak açısından oldukça önemli bir gösterge niteliği taşır. İnsanlar, kamu görevlilerinin işkence yapmasının caiz olup olmadığını düşünmekte ve açıktan söyleyemeseler de büyük ölçüde gerekli olduğu haller olabileceğini ima etmektedirler.

 

Vaktiyle uzun görüşmeler yaptığım eskilerden bir emniyet müdürü de 'işkenceyi kötüye kullanmamak gerekir' diye cevaplamıştı bu soruyu. Kötüye kullanılmadığı sürece işkence mübah ve caizdir yani ve bu zihinsel kod belki de bütün kötülüklerin anası olabilecek kadar tehlikelidir.  

 

Polis çalışanların iyi bildiği birşey vardır; polisin uyguladığı zor gücünün şiddete dönüştüğü durumlarda polisler genellikle yasaların dışına çıksalar da toplumun genelinde bu yaptıklarının sessizce onaylandığını düşünür ve bunu içten içe hissederler. Öyle değilmiş gibi yapsalar da çoğunluk arkalarındadır hissine kapılırlar. Özellikle ‘çoğunlukçu’ rejimlerde bu çok daha güçlü bir etkiyle kendini gösterir.  

 

Polisler, adalete ulaşmak için yasaların çoğu kere yetersiz kaldığını ilk elden tecrübe ederler ve burada bizatihi devreye girerek bir tür ‘sokak adaleti’ ya da ‘yargısız infaz memurları’ gibi hareket ederler. Kötü muameleyi –ve de işkenceyi- kötüye kullanmadıkları sürece büyük bir yanlışlık yapmadıkları gibi bir yanılsamanın içine düşerler.

 

İşkence, insan hakları açısından bir tür ‘kötü muamele’dir ve özü itibariyle ‘basit’ sayılabilecek bir davranış bozukluğundan niteliksel olarak farklı değildir. Basit kötülük yapmalarla başlayan kötü muamele ise, insanın insani olmayan bir karşılık görmesidir ve böyle bakıldığında işkenceye giden yolda kötülük esas belirleyici haline gelmiş demektir. Daha açık bir ifadeyle, işkence, en küçüğünden en büyüğüne kötü muamelelerin zorunlu toplamıdır. İşkencenin içindeki şeytani bir çekim, yapılanları ‘küçük’ kötü muameleler olmaktan çıkaran büyük bir gösteriye dönüştürür.  Dahası, sanılanın tersine, bir toplumda kamu görevlilerinin ‘sıradan’ ve ‘gündelik’ kötü muameleleri önlenmeden işkencenin önlenmesi diye birşey söz konusu değildir. İşkence denilen şey esasen kötülüğün sıradanlaşmasının sıradışı zamanlardaki dışavurumudur.    

 

Bütün bunlarla birlikte, yine sanılanın -ya da görünenin aksine- işkence, yapılandan çok yapanı insanlıktan çıkarır. Bu pornografik gösteride izleyici bütün bir insanlıktır. İşkence yapanlar garip bir paradoksla ne kadar karanlık odalarda ve ne kadar bir başlarına olsalar da kep bir izlendikleri duygusuyla hareket etmektedirler. Bu duyguya kapılmayı önleyememektedirler çünkü işkence, insanlığın bitişiyle başlamaktadır ve insan, insanlığını ne yaparsa yapsın tam olarak yitiremediği için hep bir izlenen duygusu taşımaktadır.

 

Polis çalışanlar yine bilirler ki işkence, şiddet gibidir. Zor gücünün meşruluğunu yitirmesiyle şiddet doğar ve iktidarın yitimiyle süren bir süreç olarak asıl hasarı onu uygulayanlarda bırakır.  Ampirik olarak da ortaya çıkarılabilecek bir gerçeklik olarak işkence asıl –ve esas büyük zararı- ruhsal olarak onu yapanlara verir. Bu şiddette de böyledir. Birçok polis memuru aşırı şiddete konu olayların arkasından psikolojik bir karmaşa ve çöküntü yaşar. 

 

Her türlü şiddet, tıpkı kötü muamele gibi bir tür iktidarsızlığın sonucudur ve işkence, insanın kendinde hissedemediği gücü başka insanların vücuduna bağladığı kablolarla kendisine aktarma çabasıdır. Burada, kişisel eksiklikler memleket meselesi haline getirilerek kendi kendine itiraf edilemeyen iktidarsızlıklar ülkeyi, milleti ve devleti yıkıcı ve bölücülerden kurtarmak gibi büyük amaçlar içerisine ustalıkla yedirilir.  Bu sayede yapılanın şeytaniliğinin yoldan çıkarıcılığı da kontrol edilmiş olur. Çünkü bu bakış açısına göre şeytanla savaş verirken şeytani araçlar meşru ve mübahtır; bir kez daha kötüye kullanmadığınız sürece işkence yapmak caiz olabilir.

 

Ceza yasalarını ya da cesa usul yasalarını ya da bütün bir insan hakları hukukunu başka bir yerlerden alıp harfiyen yasalarınıza katsanız da ceza yasalarının yasaları, hukukun hukuku ve polisliğin polisliği sizde yoksa yaptığınız alıntı, ancak tırnak içerisinde kullanabileceğiniz bir ekleme olabilir.  

 

Göklü haklıydı belki de. Bizde olmayan şey, hukuk ya da yasalar değil ‘mecelle’ydi. Yoksa şeytanla mücadele için şeytanın silahlarını kullanmanın insanı şeytanlaştırmaktan başka bir sonucunun olamayacağını bilir ve her türden işkence ve kötü muamelenin şerrinden, adaletin insanı arındıran koruyuculuğuna sığınabilirdik.         

 

- Advertisment -