İktidarın ve iktidar medyasının 31 Mart 2019 yerel seçimleri öncesinde başlayıp seçimin iptal edilmesini, yeni seçimi (23 Haziran 2019) ve seçim sonrasını içine alan feci performansı, geçtiğimiz günlerde Serbestiyet’te ‘sanal hafıza sergisi’ başlığıyla yeniden hatırlatıldı. https://serbestiyet.com/featured/sanal-hafiza-sergisi-31-mart-ile-23-haziran-arasinda-neler-denmisti-36068/
Çok büyük bir ilgi gören “sergi”yle ilgili olarak bir arkadaşımdan ilginç bir e-mail aldım. Arkadaşım, bu performansın sahiplerinin, bir yıl sonra yaptıklarına baktıklarında ne düşündüklerini merak ettiğini belirtiyor ve Serbestiyet’e bir öneride bulunuyordu:
“İlgili kişiler, gazeteler, muhabirler, köşe yazarları, genel yayın yönetmenleri… bir yıl sonra bugün bu malzeme önlerine konduğunda ne der, ne diyor… bunu bilen var mı… bunu da bir şekilde sormamalı mısınız acaba? Mesela kendi aralarından biri ya da görece kendi dünyalarından sayılabilecek biri ‘yahu biz de neler yapmışız öyle’ dediğinde? Bu konuda, hiç olmazsa bazılarına, ya da o mecralarda çalışanlara sorsanız, bazı cevaplar alabilseniz, ne müthiş olur.”
Arkadaşıma şöyle bir cevap yazdım:
“Feci şekilde kutuplaşmış bir ülkede sonuç vermeyecek iyi niyetli bir gazetecilik girişimi olarak kalır bence. Kutuplaşma her şeyden önce ahlaki zemini yok ediyor ve özeleştiri bu koşullarda ‘düşmanın’ eline verilmiş bir koz haline dönüşüyor. Yine kutuplaşma nedeniyle bu haltları yiyenler de, onları okuyan, dinleyen sıradan insanlar tarafından derhal affediliyor, cezalandırılmıyor. Onlar da zaten bunu bildikleri için bu türden haltları serâzâd yemeye devam ediyorlar.”
Arkadaşıma, bu söylediğimi açacak bir yazı yazacağımı söyledim ve konuyu kapattık.
Okumakta olduğunuz yazı işte bu diyalogtan doğdu.
Kamuoyu her durumda iyi gazetecilik ister mi?
Arkadaşıma bu kısa cevabı yazarken, bir haberin yalan olduğu ortaya çıktığında okurların o haberin yer aldığı yayın organını cezalandıracağına samimiyetle inanan Amerikalı gazetecilerle yaptığım yıllar önceki (tam olarak 2011) bir tartışmayı hatırladım. O günlerde Taraf gazetesinde kaleme aldığım yazıdan blog alıntılarla, tartışmayı sizin de dikkatinize sunacağım.
Türkiye’den Medya Derneği ile ABD merkezli uluslararası gazetecilik kuruluşu International Center for Journalists (ICFJ) 2011 yılının Ocak ayında İstanbul’da “Dijital Çağda Etik: Zorluklar ve Fırsatlar” başlıklı üç günlük bir atölye çalışması düzenlemişti.
Atölye, 2010’un yaz aylarında internet üzerinden sürdürülen, 50 kadar gazetecinin katıldığı altı haftalık yoğun, tartışmalı bir eğitim döneminin finalini oluşturuyordu.
Kurs metinleri ve örnek haberler ICFJ tarafından hazırlanmıştı… Ağustos-Eylül 2010’daki altı haftalık kursun ilk dersinin ilk metni “Etik Neden Önemlidir” başlığını taşıyordu ve ilk cümlesi şöyleydi:
“Okurları ve izleyicileri, bir hikâyeyi tek taraflı anlattığımıza ya da yanlış anlattığımıza inanmalarından daha fazla öfkelendiren bir şey yoktur…” (Burada ifade edilen gazetecilik biçimine, “sergi”de sergilenenden daha iyi bir örnek bulunabilir mi?)
Ders metninde, böyle durumlarda okurların gazetecilere mutlaka tepki gösterdiği ve hesap sorduğu hatırlatılıyor, gazetecilerin bu türden tepkilere maruz kalmamaları için uymaları gereken etik ilkeler sıralanıyordu…
Ders metinlerini ve haber örneklerini hazırlayan Amerikalı gazetecilerin, kamuoylarının her durumda “iyi gazetecilik” istediğine ve bunu yapmayan gazetecileri cezalandırdığına dair varsayımlarını bir yandan anlıyor, bir yandan da hayli naif buluyordum…
Anlıyordum, çünkü kamuoyunun “iyi gazetecilik” istediğine dair bir varsayımı sorgulamak, aynı kamuoyunun iyi bir hayatı arzuladığı varsayımını sorgulamak gibi bir şeydi Amerikalı gazetecilerin gözünde… Eh, bu da onlara “akıl dışı” görünüyordu haliyle… (ABD’nin büyük bir Türkiye haline gelmesinden sonra belki o kadar da akıl dışı gelmiyordur artık).
Öte yandan onları “naif” de buluyordum, çünkü varsayımlarını genelleştirirken, bizimki türünden aşırı kutuplaşmış toplumları gözardı ettiklerinin farkında değillerdi…
Türkiye’de “gazetecilik etiği”ni tartışacaksak, işin bu yanını da tartışmamız gerektiğini düşündüğüm için, atölyeyi açış konuşmamı bu rezerve ayırdım. Söylediklerim özetle şöyleydi:
“Burada okurlar bazı etik ihlallerine sinirlenmezler”
“Ben bu ilk söz alışımda gazetecilik etiğinin evrensel algılanışından ziyade Türkiye’deki algılanışından ve özel durumundan söz etmek istiyorum. Bunları anlatmak ihtiyacını hissediyorum, çünkü tartışmalarımızı hangi özel koşullarda yapıyoruz, bilmemiz gerektiği kanaatindeyim.
“Anlatacaklarım bilhassa misafirlerimiz için anlaşılmaz bulunabilir… Özeti şudur: Türkiye’de kamuoyu ne yazık ki gazetecileri gazetecilik etiğine bağlı kalmada cesaretlendirecek bir rol oynamıyor.
“Şimdi izninizle bu durumun nereden kaynaklandığını izah etmeye çalışacağım… Hatırlayalım, şöyle deniyordu ders metinlerinde: ‘Okurları ve izleyicileri, bir hikâyeyi tek taraflı anlattığımıza ya da yanlış anladığımıza inanmalarından daha fazla öfkelendiren bir şey yoktur…’
“Bu, tabii genel olarak çok doğru bir saptama. Fakat bazı durumlarda okurlar hakikati değil kafasında kurguladığı hakikati duymak ister.
“Vietnam Savaşı henüz sarpa sarmamışken ABD’de yapılan bir araştırmada okurlara şu soru sorulmuş: Bazı ABD’li askerler düşman safına geçse, gazetecilerin bunu haberleştirmesini mi yoksa gizlemesini mi istersiniz? Çoğunluk, ‘gizlemesini’ cevabını vermiş bu soruya.
“Neredeyse savaş koşullarındaymışçasına cepheleşmiş, aşırı ölçüde kutuplaşmış ülkelerde de benzer bir sonuç çıkar ortaya… Bu ülkelerde kamuoyu, artık kendini hangi kutba yakın hissediyorsa, hakikati değil yüreğini soğutan haberleri görmek ister. ‘Karşı tarafın işine gelen’ haberleri görmek istemez.”
Amerikalı meslektaşlarım, Vietnam Savaşı örneğini verene kadar söylediklerimden pek bir şey anlamamışlardı… Fakat o örnekten sonra durum değişti, anlatmak istediğim şeyi anlamaya başladılar… Sadece, Türkiye’deki kutuplaşmanın, savaş sırasında Amerikalıların ve Vietnamlıların karşılıklı duygularına yakın bir duygu üretmiş olabileceğini kavrayamıyorlardı…
Amerikalı meslektaşlar, velev ki öyle olsa bile, bunun, gazetecilere yalan söyleme hakkı vermeyeceğini söylediler ve Amerikalı gazetecilerin Vietnam Savaşı’nda hiç de fena olmayan bir sınav verdiklerini hatırlattılar…
Ben de onlara haklı olduklarını söyledim ve benzer bir gazetecilik tavrının örneği olarak BBC‘nin Falkland Savaşı’ndaki (1982) tutumunu hatırlattım.
Böyle bir gazetecilik tavrına, kamuoyunun savaş cepheleri biçiminde kutuplaştığı ve kutupların “başlarım meslek etiğine, sen bana duymak istediğimi ver” dediği bizim gibi ülkelerde çok daha fazla ihtiyaç duyulur. Fakat o korkunç gazetecilik (ve bugünkü devamı) ortadayken nasıl umutlanabiliriz ki?
Okurlar ceza kesmedikçe…
Elbette bu deli gömleğinden sıyrılmamızda okurlara da bir rol düşüyor… Ben şahsen, hayati önemdeki bir haberi kendi gazetesinde görmediğinde; ya da düpedüz manipülatif, hatta düpedüz yalan bir haberle karşılaştığında, hakarete uğramış insanların ruh haliyle gazetesini protesto eden okurlar ortaya çıkmadıkça, gazeteciliğimizde ciddi değişikliklerin meydana gelebileceğine inanmıyorum.
Nasıl ki hukukta “cezasızlık”ın hâkim olduğu koşullarda suç tekrar ediliyor, aynı şey bizim mesleğimiz için de geçerli. Her ihlal, onu yapan gazetenin, gazetecinin yanına kâr kaldığı sürece o ihlalden kaçınmak için neden çaba gösterilsin ki?
Okurların “cezalandırıcı” olarak devreye girmediği sürece mesleğin deontolojisinde anlamlı değişiklikler üretmenin imkânı yok.
Kutuplaşmanın yarattığı ahlaki problemler
Arkadaşıma yazdığım cevapta kutuplaşmanın her şeyden önce ve en çok ahlaki zemini yok ettiğini yazdığımı söylemiştim.
Gerçekten de, aşırı kutuplaşmanın gazeteciler arasında yol açtığı ahlâki bozulmanın veçhelerinden birini de, “kutup değiştirme”lere karşı gösterilen (gösterilmeyen) tepkileri izleyerek anlayabiliriz…
Böyle durumlarda, kutup değiştiren kişinin bir önceki pozisyonunda yapıp ettikleri derhal unutuluyor… Tavrın samimiyetsizliğine inanılsa da, “hazır bizim tarafa geçmiş, eskileri kurcalamayalım şimdi” duygusu ağır basıyor ve bu da kınanması, ayıplanması gereken bir hareketin, tam tersine, ödüllendirilmesi sonucunu doğuruyor.
Kutuplaşma, yalan olduğunu bildiğini “tehlikesizce” yayma imkânını veriyor gazeteciye. O noktadan sonra, toplumu gazetecinin açık yalanlarından koruyacak yegâne güvence olarak geriye gazetecinin kendi ahlaki kaygıları kalıyor. Eh, orada da problem varsa, işte o zaman ‘sanal hafıza sergisi’ndeki ‘iş’ler çıkıyor ortaya.