28 Ekim 1492’de Kristof Kolomb’un karaya ayak basmasından 1898’de biten İspanya-ABD savaşına kadar Küba bir İspanyol sömürgesi olarak kaldı. Dört yıl süren bir gelgit içinde savrulduktan sonra da 1902’de bağımsızlığını ilan etti.
Elbette Kolomb’un karaya ayak basmasından önce de adada insanlar vardı. Sayıları 80-100 bin dolayında tahmin edilen yerliler yaşıyordu. Ama köleleştirme ve Avrupa anakarasından getirilen salgın hastalıklar sonucu yok edildiler.
Şimdilerde adanın yerli nüfusu olarak, Küba’nın (muhtemel bir savaş alanı olarak bırakılmış) en geri kısmı olan, Devrimci Hükümetin işgal edilmiş bölge saydığı Guantanamo’da yaşayan birkaç aile kaldığı söyleniyor.
Kolomb’un “bir maymun, ayağını hiç yere basmadan, ağaçtan ağaca sıçrayarak bir ucundan öbürüne gidebilir” diye tarif ettiği otantik doğasında, insan için hayati tehlike yaratabilecek hiçbir hayvan ya da bitkinin olmadığı adanın Beyaz Adamdan sonraki tarihi, hep müthiş bir zenginlik ile yoksulluğun içiçeliği zemininde; sömürünün, baskının, savaşların ve başka her türden acı dolu olayın eşliğinde yazıldı.
Bu acı dolu tarihin bir sonucu olarak Fidel Castro da, lâkabından hareketle “Beygir” başlığını koyduğum bir önceki yazımda anlattığım gibi, adada hüküm süren rezilliğin ayyuka çıktığı bir dönemde, kendine özgü kişiliğiyle genç bir hukuk öğrencisiyken Eduardo Chibas’ın intiharına şahit olmuştu.
Chibas, Fidel Castro’nun da üye olduğu Ortodoks Parti’nin lideriydi. Batista’nın perde arkasından yönettiği Otantik Parti’nin görünürdeki lideri Carlos Prio Socarras’a karşı girdiği seçimi kaybetmiş ve yaygın yolsuzluğa karşı mücadelesinde yenilerek intiharı seçmişti.
Bir canlı radyo yayını sırasında gerçekleştirdiği ve siyasi bir eyleme dönüştürdüğü intiharından hemen önceki konuşmasında Chibas, Batista’nın darbeyle iktidarı ele geçirip perde arkasından çıkacağı öngörüsünde bulunmuştu.
Bu gerçekleşti. Batista 10 Mart 1952’de bir askeri darbe ile iktidarı kendi adına ele geçirdi ve Socarras’ın hazineden çaldığı hatırı sayılır miktarda parayla birlikte yurtdışına kaçtığını açıkladı.
Bu olay, Küba siyasi birikiminin demokratik mücadelesinin bitmesi ve direnişin silahlı bir devrime evrilmesinin miladı oldu.
Yaklaşık bir buçuk yıl sonra, öfkesi Chibas’ın trajik ölümüyle iyice bilenen Fidel Castro liderliğindeki, çoğu üniversite öğrencisi gençlerden oluşan bir grup devrimci, 26 Temmuz 1953 günü Küba’nın ikinci büyük şehri Santiago De Cuba’daki General Guillermo Moncada kışlasını bastı.
Amaç bu stratejik noktayı ele geçirip, Havana’dan yardım gelmeden direnişi örgütlemek ve kışladan elde edilecek silahları da kullanarak ülke geneline yayılacak bir devrimi başlatmaktı.
Sonuç felaket oldu.
İyi planmış saldırı çeşitli kötü tesadüflerle başarısızlığa uğradı. Devrimcilerin 70’i, bazısı tek bir kurşun bile atamadan katledildi. Küçük bir kısmı kaçtı. İçlerinde Fidel ve kardeşi Raul’ün de bulunduğu bir grup ise yakalanmaktan kurtulamadı.
Fidel Castro, sonradan hep, o ünlü “Tarih beni haklı çıkaracaktır!” (La historia me absolvera!) cümlesiyle hatırlanacak olan yargılanması sonucu 15 yıl hapse mahkûm oldu.
Tutukluluğu uzun sürmedi.
Küba kaynamaktaydı ve diktatör Batista yükselen tepkiyi bir parça dindirebileceğini umarak bir genel af çıkardı. Fidel Castro ve yoldaşları da 21 ay sonra serbest kaldı.
Castro Küba’da oyalanmadı. 1955 yılı içinde Meksika’ya geçti ve orada, Moncada kışlası baskını tarihinden hareketle isimleştirdiği “26 Temmuz Hareketi”ni (Movimiento 26 Julio) örgütlemeye başladı.
Arjantinli bir doktor olan Ernesto “Che” Guevara gruba burada katıldı ve zamanla devrimin diğer ünlü siması konumuna yükseldi.
Özellikle Miami’de yaşayan Kübalı sürgünlerden toplanan, kısmen de anavatandan gelen para ile mafya üzerinden silahlanan grup, bir eski İspanya İç Savaşı gazisi olan Alberto Bayo tarafından askeri eğitimden geçirildi.
Bu dönemde Fidel Castro, Marx’a ve eserlerine ilgi göstermeye başlamıştı. Ancak grubun hakim ideolojisi, 1820’li yıllarda tetiklenen ve 1840’lı yıllarda çapı daha da büyüyerek alevlenen köle ayaklanmaları geleneği ile, 1868 yılında başlayıp söndürülmesinin ardından 1895 yılında yeniden başlayan tamamen demokratik içerikli ulusal bağımsızlık başkaldırısı geleneğine dayanmaktaydı.
Grup içinde sosyalist görüşlere herkesten yakın olanlar ise, sonradan yolları ayrılacak olan kardeşi Raul ve Che Guevara’ydı.
Silahları, cephaneleri ve uzun yola yetecek kadar yakıtlarıyla birlikte 82 kişilik grup, 15 bin dolara alınmış, maksimum 20-25 kişinin (bazı kaynaklarda 12 kişinin) sığabileceği kadar küçük ve döküntü Granma teknesiyle, 25 Kasım 1956’da Meksika’nın Tuxpan limanından Küba’ya ulaşmak amacıyla denize açıldı.
Fırtına ve motor arızalarıyla zorlaşan yolculuk (hesaplanandan iki gün fazlasyla) tam bir hafta sürdü ve grup planlanandan çok daha doğuda bir yere çıkarak, kendisini karada bekleyecek olan diğer grupla bağlantısını yitirdi.
Bütün bu aksilikler yetmezmiş gibi, grubun gelişi Batista ordusunca haber alındı ve havadan saldırıya uğradılar.
Aralarından sadece 12 kişi hedefledikleri Sierra Maestra dağlarına ulaşabildi: Fidel ve Raul Castro Ruz kardeşler, Ernesto “Che” Guavera, Camilo Cienfuegos, Juan Almeida, Calixto Garcia, Luis Crespo, Efigenio Amejeiras, Ciro Redondo, Julio Diaz, Luis Crespo ve Universo Sanchez.
Ancak bu dahi yeterli oldu.
Kısa sürede birkaç yüz kişiye çıkan “26 Temmuz” gerillası, akıllı taktikler sayesinde ve kırsalda Batista diktatörlüğüne karşı giderek yükselen memnuniyetsizlikle beslenerek büyüdü.
Havana merkezli hükümetin elinin ulaşamayacağı kadar uzak bölgelerde, fakir ve hükümetin sürekli zulmü altında ezilen köylüler içinde bir düzen kuran örgüt, en başta bölgeyi haraca kesen hükümet ajanlarını genellikle infaz yöntemiyle cezalandırarak itibar kazandı.
Küçük ve izole karakollara saldırarak ilk küçük zaferlerine ulaştılar; esir aldıkları askerlere eziyet etmeyip salıvererek itibarlarını, bununla beraber de sayılarını arttırdılar.
Sierra Maestra’daki bu küçük grup giderek efsaneleşti ve tüm dünyanın ilgisini çekmeye başladı.
Ünleri her geçen gün yayıldı.
Fidel Castro kamplarına ulaşabilen Batılı gazetecileri söylemleriyle etkiliyor; özel üniforması, ağzından düşürmediği purosu ve dürbünlü tüfeğiyle kameralara “uygar dünya”yı sarsacak pozlar veriyordu.
Röportaj yaptığı gazetecileri konuşma sırasında etkilemek ve gerillanın sayısını yüksek göstermek için çevrelerinde daireler çizerek koşturmak gibi taktikler uyguluyordu.
Bir radyo vericisini ele geçirdiler ve Radio Rebelde’yi (İsyan Radyosu’nu) kurdular; propaganda yayınlarına başladılar.
Yayılan ünleri başka ünlüleri de çekti; Jean Paul Sartre, Simone de Beauvoir gibi dönemin önemli düşünürlerince ziyaret edildiler.
Onlar tüm dünyada sempati kazanırken karşılarındaki Batista yönetimi de dikkat çekiyor, ama onların zıddına, yozlaşmışlığı ve skandallarıyla anılıyordu.
Böylece Sierra Maestra’daki bu küçük grup neredeyse çağdaş birer Robin Hood’a dönüştü.
Oysa gerçek hiç de o kadar romantik değildi.
Örneğin Güney Amerika’yı motosikletiyle dolaşıp şahit olduğu yoksulluk ve adaletsizliğe tepkisi temelinde gruba katılan Che, daha Granma’dan karaya ayak basar basmaz uğradıkları saldırıdan kaçarken yaptığı bir tercihle kaderini belirlemiş, kalan kısa hayatına doktordan çok bir savaşçı olarak devam edeceği yola girmişti.
Saldırıdan kaçıp saklanmaya çalışırken sadece bir sandık taşıma şansı vardı ve o, tıbbi malzemelerin olduğu sandığı değil, cephane dolu olan bir diğerini tercih etti.
Sierra Maestra’da bulunduğu sürece de hırsı ve kıyıcılığıyla yükseldi; en tehlikeli işlere sürülen “intihar timi”nin başında Santa Clara’yı sert bir çatışma sonucu ele geçirene kadar, örgütün muhbir, kaçak ve casus infazlarının çoğunu o gerçekleştirdi.
Madalyonun diğer yüzünde, “26 Temmuz” askeri başarılar sağladıkça Batista da cevabını kentlerdeki devrimcileri cezalandırarak veriyor; Havana ve diğer kentlerde işkence ve yargısız infazlar sıradanlaşıyordu.
Castro ise bunun misillemesini kırsaldaki infazlarını tırmandırarak gerçekleştiriyor ve şiddeti politik hakimiyetini artırmakta kullanıyordu.
Ancak dağların şiddeti dağlarda kalacak; bunun yerine, yozlaşmışlığıyla ünlü Batista rejiminin uyguladığı şiddet tepki çekecekti.
Castro ve örgütüne duyulan sempati, ABD’nin 1958’de Batista’ya ambargo uygulamasına kadar vardı. (Bunda, Castro ve arkadaşlarını komünist olarak görmemelerinin payı büyüktü.)
Batista özellikle de en büyük avantajı olan hava kuvvetlerine parça bulamıyor ve zayıflıyordu.
Gerillanın ses getiren eylemleri sürer ve hükümeti sarsarken, Batista, kesin sonuç hedefleyen Verano Operasyonu’nu başlattı.
Birkaç yüz kişiden oluşan “26 Temmuz”un üzerine 12 bin asker gönderildi.
Ancak savaşmaya isteksiz ve yarısı acemilerden oluşan bu güç, Castro ve arkadaşlarının başarıyla uyguladıkları gerilla taktikleri karşısında etkili olamayıp, geride hatırı sayılır miktarda silah ve cephane bırakarak çekilmek zorunda kaldı.
Bu bir dönüm noktasıydı.
1958’in Ağustos ayından itibaren, bu sefer “26 Temmuz” iki koldan saldırıya geçti. İlerledikçe yerel güçlerden de destek alan isyancılar arka arkaya zaferler kazanmaya başladı ve kaçınılmaz son gecikmedi.
1 Ocak 1959 günü Havana düşmüş, Batista Dominik Cumhuriyeti’ne kaçmıştı. Elbette geleneği bozmayarak; yanında hazineden alınmış hatırı sayılır bir meblağ ile…
12 kişilik çekirdek grup üç yıl içinde birkaç bin kişilik bir gerilla ordusuna dönüşmüş; Batista’nın toplam 20 bin kişilik ordusunu yenilgiye uğratmıştı.
Dünyanın dikkatle izleyen gözleri önünde görece kolay ulaşılan bu zaferin etkisi büyük oldu.
Zafere ulaşan askerî aşaması; ardından gelen direnme ve sosyal dönüşüm süreciyle Küba Devrimi bir tsunamiye dönüştü.
O kadar ki, ilerleyen yıllarda iki süper devlet ABD ve SSCB arasındaki Soğuk Savaş, Amerika’ların bu küçük adasında yoğunlaşacak ve sıcak, hattâ nükleer bir savaşa dönüşmenin kıyısından güçlükle dönecekti.
Konuyu işlemeyi sürdüreceğim, çünkü Fidel Castro’nun ölümüyle birlikte, tarihin Küba etrafında yoğunlaştığı zamanlar ve adanın siyasi tarihe olan çok katmanlı etkileri de tartışılmaya başlandı.
Artık sadece “tek adam” olarak Castro’nun bir ülkenin, bir halkın ve bazen dünyanın kaderini etkileyen kişilik özellikleri değil, unutulmaya yüz tutmuş kapitalizm-sosyalizm dikotomisi de konuşuluyor.
Gerek, bir tür sosyalist cumhuriyet olarak Küba’nın kapalılığından, gerekse onu örnek alan siyasi hareketlerin giderek artan bağnazlığından ötürü, tartışmaların içine fazlasıyla tahrif edilmiş veri akmakta.
Belli ki Küba ve devrimi, özellikle de artık rasyonel bir siyasi akım olmaktan çok bir alt-kültüre dönüşen sosyalist devrimciliğin terör ve şiddete dönük yanıyla gündemde olmaya devam edecek. Bu yüzden de ara ara anılmayı hakediyor.
Özetle, hem Castro’ya hem diğer Küba Devrimi kahramanlarına, ayrıca devrimin Küba içi ve dışındaki sonuçlarına, ülkenin günceline ve ülkemizdeki yansımalarına değinmeye devam edeceğim.