Serbestiyet’teki 1 Şubat Pazartesi tarihli yazımda, Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından dile getirilen, artık Kürt siyasetinin -legal ya da illegal- hiçbir unsurunun muhatap alınmayacağı, muhatabın “Kürt halkı” olduğu şeklindeki “yeni” tespite dair düşüncelerimi dile getirmiştim. Bunun denenmiş ve geçersizliği ortaya çıkmış bir “çözüm” yolu olduğunu göstermek için de, çözüm sürecine ön gelen çatışmalı 1.5 yılda (Temmuz 2011 – Ocak 2013) tıpatıp aynı şeylerin söylenmiş olmasına rağmen 2013 başlarında Kürt siyasetinin bütün unsurlarının içinde olduğu yeni bir görüşme sürecinin başlatıldığını ayrıntılarıyla hatırlatmıştım.
O yazının sonunda ise bugünkü yazının konusunu özetlemiştim. Bugünkü yazıda, “Muhatap Kürt halkıdır” tespitinin ilk sürümünün ortaya konduğu Temmuz 2011 – Ocak 2013 dönemine ait yazılarıma referanslarla, “Kürtlerin legal-illegal temsilcilerini tanımıyoruz, muhatap Kürt halkıdır” yaklaşımının neden o zaman işlemediği gibi bugün de işlemeyeceğini anlatmaya çalışacaktım.
Şimdi sıra işin o yanına geldi.
2011-2012: ‘Son terörist yok edilene kadar’
Oslo belgelerinin sızdırılması ve PKK’nın kanlı Silvan saldırısıyla bozulan ateşkesi izleyen günlerdi… Benim, “Bir mucize olmazsa, yeni ve muhtemelen çok kanlı bir sürecin arifesindeyiz; böyle durumlarda her zaman olduğu gibi ‘PKK sorunu’ ile ‘Kürt sorunu’nun iki ayrı sorun olduğuna dair fikirler yine güç kazandı” diye yazdığım günler… (Taraf, 22 Temmuz 2011).
Binden fazla insanın ölümüyle sonuçlanacak çatışmalar henüz başlamamıştı… AK Parti ve Hükümet sözcüleri, ortaya çıkan hayal kırıklığı koşullarında, mealen “Bir taraftan PKK’yı son terörist yok edilene kadar ezmek, öte taraftan da Kürtlerin haklı ve meşru taleplerini karşılamak” diye ifade edilebilecek bir yaklaşımı dillendirmeye başlamışlardı. O kadar ki, Onur Öymen, Hükümet’i, “Bakın, benim dört yıl önce söylediğim noktaya geldiniz” diye sıkıştırma hakkını kendinde görebiliyordu. (Onur Öymen, 2009’da, CHP Genel Sekreteri iken Habertürk muhabirinin kendisine yönelttiği “Siz terörün şimdiye kadar denediğimiz yollardan bitirilebileceğine inanıyor musunuz?” sorusuna, “Elbette inanıyorum. Sri Lanka’da bitirilmedi mi?” cevabını vermişti.)
Hükümetin politikası, Mart 2012’de daha da sertleşti ve netleşti. Artık yalnız PKK değil o zamanki legal Kürt partisi Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) de yok sayılacaktı, meğerki BDP, PKK ile bağlarını tümüyle kopartıp PKK’lıları terörist ilan etsin. Buna karşılık muhatap Kürt halkı olacaktı.
Geldik temel sorumuza: Böyle bir “muhataplık” neden mümkün değildir ve neden Kürtleri onurlandırırmış gibi görünen bu “paye” bizzat Kürtler tarafından reddedilmeye mahkûmdur?
En temel varsayımınız yanlışsa…
Bakın, o günlerde bu “yeni muhatap Kürt halkı” siyasetini eleştirmek için yazdığım satırlar nasıl da sanki bugünkü siyaseti eleştirmek için yazılmış gibi duruyor:
“PKK’yı ve Öcalan’ı yok saymak (hatta kendisini onlardan ayrıştırmazsa BDP’yi de yok saymak), buna karşılık ‘Kürt halkı’nı muhatap almak ve buradan bir çözüme ulaşabilmeyi düşünebilmek tek bir varsayım altında işlevsel olabilir, o da şudur: Kürtlerin AK Parti’yi desteklemeyen kesimi, sırf algıladığı baskı ve korku nedeniyle PKK’yı desteklemektedir. PKK’nın gücü Kürtleri korkutamayacak bir seviyeye geriletilebilirse, şimdi ‘PKK’yı destekliyormuş gibi yapan’ Kürtler bundan sadece mutluluk duyar ve hükümetin ‘çözüm’e yönelik adımlarını memnuniyetle izlemeye başlar.” (“Yeni Kürt planı: Sıfır muhatap”, Taraf, 27 Mart 2012).
O yazıdan geniş alıntılarla devam ediyorum:
Bu en temel varsayım, a) Kürtlerin AK Partili olmayan kesiminin (de) onurlarının olduğunu ve b) Kürtlerin devlete hâlâ güvenmediğini hesaba katmadığı için yanlıştır ve dolayısıyla ona dayanarak üretilen bütün siyasetler de yanlış olacaktır.
Söylediklerimi açayım…
Onur meselesi
Kürtler, “Siz PKK’dan, Öcalan’dan vazgeçin ben de size haklarınızı vereyim” şeklindeki pazarlık hamlelerini reddediyorlar. Çünkü, beğenin beğenmeyin Kürtlerin algısı, PKK’nın zoru oyunu bozmasaydı devletin asimilasyoncu politikalardan vazgeçmeyeceği şeklinde konsolide olmuştur. Dolayısıyla Kürtler bu teklifi, bugünkü haklarının yolunu açan PKK’yı “satma” teklifi olarak, yani “onurlarından vazgeçme pahasına hak iadesi” olarak algılıyorlar ve reddediyorlar.
Güven meselesi
Aslına bakarsanız, kitlelerin maddi güdüleri ve iyi bir hayat yönündeki arzuları manevi güdülerinden daha kuvvetlidir. (Sevseniz de sevmeseniz de “modernlik” bunu başardı.) Kürtler de pekâlâ “huzur ve iyi bir hayat” uğruna PKK’dan uzaklaşabilirler. Fakat bunun için her şeyden önce devlete güvenmeleri gerekir. Oysa biliyoruz ki, doğru-yanlış, haklı-haksız Kürtler bu devleti hâlâ kendi devletleri olarak göremiyorlar ve devletten gelebilecekler hususunda hâlâ endişeliler.
Leyla Zana üç dört yıl önce, işte bu nedenlerle Kürtlerin PKK’yı hâlâ bir teminat olarak gördüğünü söylediğinde herkes ona çok kızmıştı; oysa o bir toplumsal olguyu tespit etmekten başka bir şey yapmamıştı. (Hatırlayacaksınız, Zana’nın tespitini geçtiğimiz günlerde, PKK’nın Avrupa’daki yöneticilerinden Remzi Kartal yeniden dile getirdi: “’Artık PKK silah bırakmalı; HDP bu işi alıp götürmeli’ noktasına gelirseniz Kürtleri devlete karşı savunmasız bırakır, perişan edersiniz.")
Yani: Devletin, PKK’yı ve Kürt siyasetinin legal temsilcilerini devre dışı bırakmasını Kürtlerin memnuniyetle onaylayacakları düşüncesi a) Kürtlerin onurlarını, b) Kürtlerin devlete güvenlerini-güvensizliklerini hesaba katmadığı için geçersizdir.
Hangi koşullarda geçerli olabilirdi?
Devletin, Kürt sorununun çözümünde Kürt siyaseti yerine Kürt halkını muhatap alması ve bunun bir anlam ifade etmesi, mesela belki a) PKK’nın henüz halkla bütünleşmediği, “temsil” iddiasının henüz “kendinden menkul” bir iddia olduğu, b) Kürtlerin Devlete karşı çok derin bir güvensizlik beslemelerine yol açan 1990’lar karanlığının henüz yaşanmadığı koşullarda mümkün olabilirdi.
Fakat birinci koşul artık geri dönüşsüz bir biçimde geçersiz: Legal-illegal Kürt siyaseti, çok uzun bir süredir Türkiye Kürtlerinin önemli bir bölümünü temsil ediyor.
İkinci koşula gelince: Kürtler, çözüm süreci boyunca devletin 1990’lardan ders çıkarmış halini takdir ettiler ve anketlerin de gösterdiği gibi, haklarının teslim edilmesi koşuluyla yüzde 95 oranında bu devletin egemenliğini kabul edebileceklerini beyan ettiler. Fakat, ne yazık ki diyelim, “devlete güven”, şu son bir yılda ciddi bir irtifa kaybına uğramış durumda.
İşte bu nedenlerle Kürtlerin “Siyasi temsilcilerinizi ‘satın’, sonra da gelin sorunlarınızı mercek altına alıp çözelim” teklifine kuşkuyla yaklaşıyorlar.
İşte bu nedenlerle, “Muhatap Kürt halkıdır” yaklaşımı, “mümkün olanın siyaseti” çerçevesinin içinden üretilmiş bir öneri değildir.