25 Aralık cumartesi günü Diyarbakır Yenişehir mahallesinde polis takibindeki 6 kişi, kendilerine yapılan ihtara ateşle karşılık verdi.
İçlerinden 3’ü çıkan çatışmada öldürülürken, kaçmayı başaran diğer 3’ü Bağlar semtinde yakalandılar. Üzerlerinden, çeşitli emniyet unsurlarının hareket tarzlarının not edildiği ve takip sonucu elde edildiği belli olan kağıtlar çıktı.
Polisle girilen çatışmada öldürülenlerden biri Sezgin Demirok idi.
Sezgin Demirok, HDP’nin 80 milletvekiliyle TBMM’de 3.Parti olduğu 7 Haziran seçimlerinden 2 gün sonra öldürülen Aytaç Baran’ın katil zanlısı olarak aranan bir PKK’lı.
Öldürülen Aytaç Baran özellikle bölgede çok sevilen, saygı gören bir HüdaPar üyesiydi ve katledilmesi PKK ile HüdaPar arasında 6-8 Ekim olaylarındaki çatışmaları yeniden başlatma riski taşıyordu.
PKK’nın şehir ve gençlik örgütü YDGH, Twitter hesaplarından cinayetle ilgilerinin olmadığı iddiasıyla olağan şüpheli olarak MİT’i, Jitem’i filan işaret etse de, bölgeyi ve PKK’nın hareket tarzını iyi bilen HüdaPar’lılar için katil belliydi ve zaman içinde yanılmadıkları ortaya çıktı.
Cinayetin ertesinde (olasılıkla PKK’lı ve HüdaPar üyelerince) 3 kişi daha öldürüldü, olaylar daha fazla büyümeden ortalık sakinleşti.
Peki PKK, silahlı işlerle hiçbir ilgisi olmayıp, en belirgin özelliği HüdaPar kitlesi içinde çok sevilip sayılması olan birini, neden hiçbir sebep yokken hedef seçmişti? Ve bu cinayetin, %10 barajınca zorlanan HDP’nin beklenmedik bir oy patlaması (%13,1) ile mecliste 80 vekillik temsil gücü kazanmasından 2 gün sonra işlenmesinin nedeni neydi?
Aytaç Baran olayı, PKK’nın artık çok gerilerde kalan, “Barış Süreci” dediğimiz o yaklaşık 2,5 yıllık zaman aralığında işlediği ve hepsi de çok daha büyük olaylara sebep olma olasılığı taşıyan, sayısız provokatif cinayetlerinden sadece biri.
Örneğin sivil kıyafetle görevli çıktıkları alışverişte, TSK mensupları Ramazan Gülle, Yunus Yılmaz ve Ramazan Köse, başlarından birer kurşunla 2014 Ekim’i sonlarında Yüksekova’da vurulduklarında PKK ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti arasındaki ateşkes ilk yılını çoktan doldurmuştu.
“Bardağı taşıran damla” ise 22 Temmuz 2015 günü geldi.
Polis memurları 24 yaşındaki Feyyaz Yumuşak ve 25 yaşındaki Okan Uçar ortak evlerinde enselerinden susturuculu silahla vuruldular.
Ertesi günün gecesi TSK Kandil'deki PKK kamplarını vurmaya başladı ve “süreç” bitti.
Barış Süreci boyunca yukarıda örneklenenler dışında da PKK, sayısız cinayet, yaralama, adam kaçırma, araç yakma, karakollara saldırma eylemine imza attı.
Bugün, son savaş başlayalı 5 ayı geçmiş ve PKK tüm cephelerde ağır bir yenilgiyle yüzleşirken, beyhude, bilinçsiz ya da kimisi hesaplı barış çağrıları yükseliyor.
Kazılan ve tuzaklanan hendeklerle çevrelenmiş mahallelerde bir halkın iradesi esir alınmış ve beyhude bir savaşa insanlar kurban edilirken PKK medyası, bir taraftan artık kimsenin inanmadığı katliam yalanlarını boca ediyor ve bir taraftan da savaş naralarıyla gerilimi yüksek tutmaya uğraşıyor.
Barış çağrıları yapanlar ise genelde, arada bir dönüp baktıkları bölgeden gelen bir bebek ölümünün fotografıyla yüzleştiklerinde ya da bir annenin çığlığı, sıkıca kapattıkları kulaklarına eriştiğinde vicdanlarını acıtan bu olaylar silsilesini hatırlıyor ve ezberlerinden 90’lara ait anılara bulandırarak seslendiriyorlar.
Oysa durum 90’lardan çok farklı.
AK Parti’nin, 2002’de iktidara gelir gelmez kaldırdığı OHAL uygulamasından, o güne kadar bir devlet rutini olarak bilinen red, inkar, asimilasyon politikalarına son vermesine, Kürtçe ve Kürt kültürü üzerindeki baskıların kaldırılmasından, bir paralel çete tuzağı olarak kurulan KCK tutuklamaları engelinin aşılmasına, Öcalan’ın ve PKK’nın da muhatap alınarak yapılan görüşme ve bağlantılı açıklamalardan,
2 yılı aşkın ateşkese kadar, gösterdiği barış iradesi ortada ve bu örnekler çoğaltılabilir.
Yukarıda örneklenen ve çoğaltılabilecek eylemlerine rağmen PKK’nın Türkiye dağlarında serbest gezip tek bir operasyon yemeden geçirdiği yaklaşık 2,5 yıllık bir sürece gösterdiği sabır da bunlara eklenmeli.
PKK’nın bu sabra verdiği cevap ise örneğin, bölgeye yapılan ve yüz binlerce insana iş-aş sağlayacak barajları, kendi intikal yollarını kestiği gerekçesiyle “askeri baraj” ilanıyla sabote etmesi oldu.
Dönüp bakıldığında PKK/HDP’nin “süreç” ile ilişkisine dair çok farklı örnekler de var ki bunlardan ilki 1. İmralı Tutanakları'nın basına sızdırılması.
Henüz çok başındaki süreci yürütmekte olan AK Parti’yi, muhafazakar seçmen tabanı karşısında zor duruma düşürmekten başka bir işlevi olamayacak bu davranışın başka benzerleri de var.
PKK silahlı provokatif eylemleriyle süreci vururken, sonradan HDP’leşen BDP’nin de bu yolda, elinden geleni ardına koymadığını görüyoruz. Özellikle Eşbaşkan Demirtaş, o dönemki “PKK’nın 600 km alan hakimiyeti” söyleminden, kendisinin, açıklanmasından 45 dk sonra hiçe saydığını unutarak şimdi “yeniden dönülsün” dediği Dolmabahçe Mutabakatı’na kadar tüm yorumlarıyla en önde koştu, halen de koşmaya devam ediyor…
Sözün özü, “Barış Süreci” en başından ve bugüne kadar HDP/PKK’ce, sahipleniliyor görüntüsü altında sürüyle eylem ve söylemle sabote edildi.
AK Parti ise iradesi ve niyeti (belki de sınırları fazlasıyla zorlayarak) Kürt halkına geçene dek sabretti.
Beklenen ve elbette ki hükümetin de geleceğinin farkında olduğu savaş sonunda geldiğinde bu irade ile niyet Kürtler tarafından yeterince anlaşılmıştı ve sonucu da PKK’nin bu son savaşta yalnızlaştırılması oldu.
HDP’yi TBMM’ye, dolayısıyla legal siyaset alanına gönderip, PKK’nin onyıllardır süren baskısı ve dayatıp durduğu çatışma koşullarından kurtulmayı uman Kürtlerin verdiği oylar, bilinçli bir çarpıtmayla halkın PKK’ye verdiği destek olarak yansıtılıp, üzerlerine yeni yalanlar inşaa edilir, geçmiş zaman mitleriyle kafaları bulandırılmış Kürt gençleri cephelerde savaş ağaları için ölüme gönderilirken, bugün Kandil, sesini yine savaş için yükseltiyor.
Ama her zamanın kullanışlı barış çağırıcıları yine bu sesleri duymayıp, 90’lardan devşirme algılarına sıkıca sarılarak alacakaranlıklarının konforunda kalacaklar.
Arada bir bakışlarını çevirdikleri, çoğu zaman sesini duymazdan geldikleri bölge kanarken onlar, savaşarak diz çöktürülmekten başka hal yolu kalmamış bir cinayet örgütünü “Kürt Siyasi Hareketi” diye anmaya devam edip, Kürt halkının iradesine konulan ipoteğe onay verecekler.
Bu dünyadan habersiz mutedil dalgalı vicdanların hezeyanları sürerken Cemil Bayık Le Monde’a verdiği röportajında bugün, bunun son savaş olduğunu ve farklı örgütlerle ittifak kurarak çatışmayı daha yükselteceklerini söylüyor.
Tabii ki yine ne bunu duyacaklar ne de PKK’nın tuzaklı hendekleri ardında ölen Kürt çocuklarını görecekler.
Operasyonlar sırasında kılı kırk yarıp kendi hayatları pahasına sivil halkı kollayan polis ve asker gençler ise, zaten onların “vicdani alanları”nın çok dışında.
Gidip gelen vicdanlarının seçiciliğinde, arada bir ünleyen mızıldanmalarıyla kalacaklar.
Her gün biraz daha kör, her gün biraz daha sağır ama gittikçe ve gittikçe daha ağır…