spot_img
Ana SayfaManşetNasipse Adayız: Halay Başı Olmak ya da Olmamak!*

Nasipse Adayız: Halay Başı Olmak ya da Olmamak!*

Ercan Kesal’ı ilk olarak Nuri Bilge Ceylan’ın Uzak (2002) filmindeki küçük rolü ile tanıdık. Ardından Ceylan’ın Üç Maymun (2008) filminin senaryosuna katkıda bulundu ve burada da rol aldı. Türk sinemasının şimdiden klasikleşen Bir Zamanlar Anadolu’da (2011) filminde muhtar rolüyle çıktı karşımıza; Ceylan ile birlikte yazdıkları filmin senaryosu Kesal’ın seneler önce Keskin’de doktorluk yaptığı yıllarda yaşadıklarına dayanıyordu. Yazdığı kitaplar, rol aldığı filmler, diziler ve katkıda bulunduğu senaryolar ile Türk sinemasının son yıllarda öne çıkan simalarından biri oldu Kesal. İlk yönetmenlik denemesi Fındıktan Sonra (2018) belgeselinde “imeceden mevsimlik işçiye” bir köyün kapitalizmle imtihanını konu etti. Yönetmenliğini yaptığı ilk uzun metraj filmi Nasipse Adayız’da ise İstanbul’da Beyoğlu belediye başkanlığı için aday adayı olan Doktor Kemal Güner’in hikâyesini merkeze alıyor. Bu politik hicivde başrolde Ercan Kesal var. Kesal filmini, 2002 yılında kendi başından geçen aday adaylığı sürecinin hikâyesini anlattığı, 2015’te yayınlanan aynı adlı romanından hareketle çekmiş. Türkiye-Sırbistan ortak yapımı film, 39. İstanbul Film Festivali’nde En İyi Yönetmen, FIPRESCI ve En iyi Kurgu ödüllerine layık görüldü, film dünya prömiyerini 49. Rotterdam Film Festivali’nde gerçekleştirmişti.

Bir Zamanlar Anadolu’da, gerçek hikâyenin geçtiği mekânlarda çekilmişti ve film bir gecede yaşananları anlatıyordu, aynı durum Nasipse Adayız için de geçerli. Film, Kesal’ın 2002 yılında Beyoğlu Belediyesi başkanlığı için aday adaylığı sürecinde yaşadıklarına odaklanıyor ve o dönemde yürüdüğü sokaklarda, Okmeydanı’ndaki hastanesinde, düğün salonunda geçiyor. Kesal sadece mekânları değil hatıralarındaki gerçek kişileri de filmine dahil ediyor. Mesela düğün salonunda verilen yemekte sunuculuk yapan kişi seneler önceki adaylık sürecinde, aynı mekânda kendisini takdim eden kişi aynı zamanda. Nasipse Adayız filmi bir belgesel değil fakat yönetmenin 2000’li yıllarda başından geçenlerin bir replikası. Ercan Kesal’ın seneler önceki halini canlandırması, aynı kişilerin, aynı mekânlarda yeniden yıllar evvel yaşananlara hayat vermesi sebebiyle film gerçeklik ile garip bir ilişki kuruyor. Şüphesiz bu temas filmin duygusuna olumlu manada katkıda bulunuyor.

Filmin açılış sahnesinde bir koridorun sonunda karaltı olarak belirir Doktor Kemal. Kırmızı perde açıldığında parti genel başkanı ve diğer ekâbirlerin toplandığı, yemeklerle donatılmış masadakilere aday adayı olarak takdim edilir. Camlarına hırçın dalgaların vurduğu bir gemide geçer bunlar, kitapta olduğu gibi film de rüya ile açılır. “Ceddin deden, neslin baban, hep kahraman Türk milleti…” Mehter marşının yüksek volümü ve coşkulu sözlerinin kulaklarımızda çınlamasıyla filmin akacağı mecra, yönetmenin meselleri de kendini açık eder. “Kahraman Türk milleti”ne vurgu yapan marşın sözleri, filmi izlerken hep aklımızda tutmamız gereken, hikâyedeki karakterleri ve olayları doğru anlamamız adına önemli bir parantezdir aynı zamanda, ki filmin nihayetinde de yine aynı marş çalınarak parantez kapanır. Bu rüya biraz da Doktor Kemal’in ve onun varlığında tecessüm eden memleket insanının haleti ruhiyesini, bilinçaltını temsil eder. Her daim batma tehlikesi altındaki bir gemide birlikte yaşamak zorunda olan, milli değerler ile birbirine bağlı, kendinde vatanı düze çıkaracak kudreti görenlerin sofrasıdır bu. Tüm sekansın bir tiyatro sahnesi gibi tasarlanmış olduğunu da not düşmekte fayda var, herkes kendine biçilen/biçtiği rolü bir şekilde oynamak zorundadır bu sahnede.

Bu rüya sahnesinin ardından Doktor Kemal’in bir gününü takibe çıkar kamera. Akşam Simge Düğün Salonu’nda verilecek olan yemekte aday adaylığını açıklayacaktır, tabii bu açıklamayı Bir Numara’nın yapmasını hayal eder. Film, bu geceye Bir Numara’nın, yani parti genel başkanının gelip gelmeyeceği sorusu ve kaygısının peşinden sürükler izleyiciyi, elbette Doktor Kemal’i de.

Nasipse Adayız’ın biçimsel tercihlerinde Romen Yeni Dalga sineması ile akrabalığı aşikâr. Cristi Puiu’nun Sieranevada (2016)  filminin görüntü yönetmeni Barbu Balasoiu’nun varlığı da şüphesiz bu tercih ile alakalı. Romen Yeni Dalga sineması, ele aldığı konular ve biçimsel tercihleriyle büyük oranda Çavuşesku rejimine dönük içsel bir hesaplaşmanın ifadesidir. Bu baskıcı dönemin toplumun üzerinde bıraktığı izlerden sinema vasıtasıyla bir arınma yöntemi. Ele aldığı konular ve sinematografisi bu hesaplaşmadan bağımsız düşünülemez. Türkiye’deki sinemacılar tarafından da ilgiyle takip edilen Romen sinemasının etkilerini en bariz biçimde Mehmet Can Mertoğlu’nun Albüm (2016) filminde izlemiştik. Senaryosunda Ercan Kesal’ın da imzası olan, Mahmut Fazıl Coşkun’un Anons (2017) filmi de bu etkiden nasibini almıştı. Ercan Kesal’ın Nasipse Adayız filminde de benzer bir durum söz konusu. Omuz kamerası ile yapılan hareketli takip çekimleri, uzun plan sekanslar, yer yer donuk oyunculuk tercihi ve olmazsa olmaz kara mizâh… Fakat Kesal’ın filminde Coşkun’un ya da Mertoğlu’nun filmindeki kadar baskın değil bu biçimsellik.  Albüm’de ve Anons’ta bu biçimsel tercihler o kadar baskındı ki Romen sinemasının içine düşmüş Türkiye’ye dair bir hikâyeyi izliyor hissi ister istemez izleyici ile seyir arasındaki mesafeyi açıyordu. Bu manada Kesal’ın filmi daha ara tonlarda ilerliyor. Filmde düğün salonunda geçen bölüme geniş bir yer verilmesi, buradaki kamera hareketlerinin de kısmen düğün çekimlerini andırması filmin hicvine güç katıyor.

Doktor Kemal Güner aklı başında, hastanesi olan, oldukça başarılı, kudretli, itibarlı bir isim fakat filmde izâhına ihtiyaç duyulmayan bir sebepten kendini siyasetin ‘cazibesine’ kaptırır. İçine girdiği bu aday adaylığı sürecinde her şeyin yanlış gittiğinin farkındadır fakat bu kadar yol almışken geri dönmeyi göze alamaz. Çünkü “geriye dönmek, ileriye gitmekten her zaman daha zordur.” Kalabalığa katılan herkes gibi o da kendi bireyselliğini bir kenara bırakarak kalabalıktan bir parça ruh ödünç alır. Doktor Kemal bir anafora kapılmışçasına karıştığı bu siyasi kalabalığın içinden bir türlü çıkamaz ve ister istemez kısa sürede bu sakil güruha dönüşür. Kesal, bu küçük hikâye üzerinden Türkiye siyasetinin işleyişini, insanlar arası ilişkilerin ne derece sahte vaadler ve talepler üzerine kurulu olduğunu da gösterir. Doktor Kemal kime elini verse kolunu kaptırır, elini sıktığı her kişiye, kitleye vaatlerde bulunması yetmez, temas ettiği herkes ondan bir şeyler ister. Tanıştığı dernek başkanları, muhtarlar, hocaların kimi dişini yaptırmak ister kimi de kaşla göz arasında bir check up randevusu ayarlar. Siyasette yol alabilmek adına dini liderler, muhtarlarla kurulan ilişki, hemşehricilik filmde ilk üçte yer alır.

Kesal ilk sahneden itibaren filmi her daim kalabalıklaştırır; sahnelerde insanlar çoğalır, çiğ ışık artar, kötü müzik kulakları tırmalar, gürültüden konuşulanlar duyulamaz hale gelir ve Doktor Kemal’in koşturmacasını takip eden kamera ile bu kaosun dozu artar.  Kamera bu kalabalık ve telaşın merkezine yönelerek esasında karakterin yalnızlığını, acizliği, çaresizliğini yoğunlaştırır. Doktor’un sakin telaşının ardında, ruhunda kopan fırtınalarla ilgilenir. Bu ses, insan, ışık kalabalığından müteşekkil girdaba kapılmış da çıkamayan bir insanın şaşkınlığı vardır ifadesinde. Plan sekanslarda büyük oranda kalabalık arasında, geniş açılarda, omuzları düşmüş haliyle görürüz onu ve duygu hallerine, varoluşsal sorgulamalarına en çok bu sahnelerde yaklaşırız.

Sahneler kalabalıklaştıkça yalnızlaşan Doktor Kemal’in neden siyasete girmeye niyetlendiğini, hangi saiklerin onu buraya yönlendirdiğini göremeyiz (bu yönelimine dair ufak detaylar izleseydik karakterimiz bir kat daha derinleşebilirdi). Fakat girdiği bu yolda etrafının hemen insanlarla sarıldığını, “Çare Doktor”, “Doktor Bey sizden iyisini mi bulacaklar”, “Devir Doktor Kemal devri!”, “Ben sizin yanınızdayım”   gibi sözlerle kuşatıldığını ve bir nevi  bu alaka ile hipnoz edildiğine de şahit oluruz. Doktor Kemal’in daha çok itibar ve güce talip olduğu âşikâr. Herkes gibi onun da aklında ‘halay başı’ olmak var, hükmetmek ya da itaat etmek döngüsünde herkes gibi o da ilkine talip. Onun bu zaaflarıyla, zayıf tarafıyla ilgilenir film ve yönetmen, karakterine bu manada hiç de insaflı davranmaz. Gittiği sünnet düğününde masadan bulduğu boş bir kutuyu kapatıp düğün sahibine takdim edecek, yaptığı trafik kazasını şoförüne yükleyecek kadar işini bilir, bencil bir tarafı vardır.

Etrafındaki kuru kalabalığın çok da anlamlı olmadığı, bu insanların yiyip içip sonra da insanı yarı yolda bırakacağı, Doktor Kemal’e yaklaşanlardan biri tarafından dillendirilir. Bu yiyicilik haline filmde önemli bir alan açılır. İlk sahnede Bir Numara ve ‘avane’si mükellef bir sofranın başında oturmuşlardır. İlerleyen sahnelerde de özellikle desteğini almak için kapısını çaldığı eski bakan, eski aday gibi kişileri hep donatılmış sofra başlarında görürüz. ‘Büyük’ler yiyip içerken çevrelerinde çalışan işçilerin payına azarlanmak düşer. Aday adaylığını açıklayacağı, düğün salonunda gerçekleşen yemekte de Doktor Kemal’in sahnedeki konuşmasına olan tüm dikkat yemek servisi başlayınca dağılır. Bu refleks biraz da ülkemizde siyasette konsantrasyonun neye dönük olduğuna dair ima barındırır. Doktor Kemal’in siyaset yolundaki hızlı dönüşümü, hiç bulunmayacağı yerlerde kendine alan açmaya çalışması, hiç muhatap olmayacağı kişiler ile sadece tokalaşabilmek için gösterdiği üstün performans, siyasetin kişinin iktidar, erke dönük iştahını gün yüzüne çıkarma noktasında nasıl bir katalizör vazifesi gördüğünü gösterir.

Filmde bu kaotik döngüye kapılmayan tek kişi Doktor Kemal’in eski eşi Figen’dir (Nazan Kesal).  Eşinin düştüğü duruma şaşkın gözlerle bakan, “gerçekten bu kadar çok mu istiyorsun adaylığı?” diyerek sorgulayan, çok bunaldığı için mekânı sürekli terk etmek isteyen Figen’in bu hali biraz da Doktor Kemal’in iç sesi gibidir. Zira Doktor’u da siyasetten başı dönmeden evvel buralarda tutmak pek mümkün olmazdı herhalde.

Ercan Kesal’ın hayatı dikkatle kavrayan gözlem yeteneği, hikâyeciliği, yazdığı senaryolarda, katkıda bulunduğu filmlerde ince detaylar olarak çıkıyor karşımıza ve anlatım gücünü destekliyor. Komedi ile trajedi halleri, insanın en ulvi ve en karanlık yönleri arasında gidip geliyor onun karakterleri. İnsana dair en muğlak, tanımsız, karanlık, akıl dışı taraflarla ilgileniyor öykülerinde. Senaryo fakiri sinemamızda, memleketin meselelerine, insanına, kolektif hafızaya kayıtsız kalmayan bu dikkatli bakış şimdiye kadar el attığı filmlere hep olumlu manada katkı sağladı. Filmin en çok dikkat çeken sahnesindeki, siyasilerle dolu asansöre iyi ki “fazla” gelmiş de inmek zorunda kalmış Ercan Kesal, yoksa sinemamız onun bu ince dokunuşlarından mahrum kalacaktı.

*Tuba Deniz

Hayal Perdesi Sinema Dergisi’nin kurucuları arasında yer aldı. BİSAV Türk Sineması Araştırmaları’nın (tsa.org.tr) web editörlüğünü yaptı. Birçok dergi ve gazetede sinema ve fotoğraf üzerine yazıları yayımlandı. Yeşilçam Günlüğü (2010), Yönetmen Sineması: Derviş Zaim (2009), Yönetmen Sineması: Semih Kaplanoğlu (2010), Türk Sinemasında Yerli Arayışlar (2010) gibi pek çok kitapta makale ve söyleşileri yayımlandı. Biraz Mağrur Biraz Mağdur Türk Sinemasında Kahramanlar (2017), Türk Sinemasında Yerel Kodlar (2018) ve Eskimeyen Filmler 3 kitaplarının editörlüğünü yaptı.

- Advertisment -