Ana SayfaYazarlar“Oralarda on dokuz yaşıma rastladım”

“Oralarda on dokuz yaşıma rastladım”

 

[6 Haziran 2016] Küçük kızım da üniversiteyi bitirdi. Mezuniyetine gittim (gittik); hâlâ da dönemedim. Yollarda yazıp bitirir ve şu Menderes faslını kapatırım demiştim; o da olmadı. Tersine, biraz isteksizlendim, hüzünle karışık.

 

Liseden sonra, gönderdik çocuğu kuzeybatı Massachusetts’ın medeniyetten hayli uzak “Mor Vadi”sindeki küçük ama çok iyi, çok sıkı bir koleje. Daha önce büyük kızım da benzer bir tezgâhtan geçmişti. Boston’dan da beş saat, New York’tan da. Ablası gibi bunu da birkaç kez ziyaret ettim, dört yıl boyunca.

 

New England’ın küçücük kasabaları, artık kendileri gibi ücra gençliğimden tanıdığım. 1964-65 kışının Noel tatilinde, fazladan üç beş kuruş para biriktireyim diye iki hafta, günde iki öğün (6-7 saat) garsonluk yapmıştım civardaki bir kayak merkezinde. Çalışmadığım saatlerde ise oturup uzun bir dönem ödevi yazıyordum. Tesadüf, sanat tarihine girişte (HART 12a-12b miydi?) has İstanbullu, Robert Yüksek’ten Spiro Kostof’un şubesine düşmüştüm. Sonradan çok ünlenecek, ama hayata da çok erken veda edecekti. Gencecik bir yardımcı doçentti o sıralar. Alt tarafı 15 kişilik sınıfta, hiçbir özel iletişim kurmadıydı uzun süre. Sonra bu sömestir sonu ödevi çıkageldi. Araştırmasını daha önce yapmış; Harvard’ın Fogg Müzesi’nden bir Antik Yunan heykeli ile gene Boston’daki Isabella Stewart Gardner’dan bir Rönesans resmi bulmuştum (galiba Pollaiolo’nun bir “Herkül”ü); bütün boş vakitlerimi dünyaya meydan okuyabilen bireysel kahramanlık ve özgüven karşılaştırmasını derinleştirmeye harcıyordum. Dolmakalemle ve elle yazıyordum, çizgisiz beyaz kağıtlara (daktilo alamadığım için). Sonrasında Kostof çok beğenip ilk defa varlığımı kabullenmiş, hemşeriliğimize prim vermiş; üzerine Türkçe “Aferin Halil Bey” ve ardından “you have done us proud” [bize gurur verdiniz] yazmıştı). Uzaktan gözlermiş meğer, bakalım bu ne yapacak diye. Böyle cool biriydi. 1965 yazında  ise, gene Berkshires tepelerindeki göllerden birinin yanına kurulmuş bir  YMCA yaz kampında (on yaşlarındaki sekiz oğlan çocuğunun her şeyinden sorumlu) kabin amiri ve yüzme öğretmeni olarak çalışmıştım. Derken iki dönem arasında ok atmayı çalışıp öğrenmem gerekmişti, okçuluk öğretmenliği de yapabilmek için. 30 yarda “American Archer” vb brövelerim kimbilir nerede duruyor olmalı… Bunlar geçerdi aklımdan, bir fasıl otuz küsur yıl, bir fasıl da kırk küsur yıl sonra bu sefer baba sıfatıyla aynı yollarda aynı Greyhound  – Peter Pan  otobüslerinin penceresinden kuzey Amerika yağmur kuşağının kâh karlı, kâh yemyeşil ormanlarını seyrederken. “Bir numara” için, Amherst ve sonra South Hadley. “İki numara” için, Springfield aktarması, Pittsfield aktarması, nihayet Williamstown. Yaşandı ve kapandı, onun ve bizim hayatımızda bir dört yıl. Bu satırları yazarken herhalde son defa Boston’a dönüyorum, bir daha uğrayacağımı hiç sanmadığım bu güzergâhtan. 

 

Evet,  mezuniyet. Mezuniyetler. “Mezun,” yani “izin” almış, yani şunu bunu yapmaya yetkili, kompetan, kalifiye olmak. Kapanan ve açılan kapılar. Bitişler ve başlangıçlar — değişik açılardan Hocalık başka, öğrencilik başka. Güya ortada bir tek olay var: ister orta, ister yüksek öğretim/öğrenim. Ama iki ayrı noktadan bakıyorsunuz ve sonuçta farklı şeyler haline geliyor. Kendi diploma törenimi hatırladım, tâ 1968’de, neredeyse elli yıl önce. O yaştayken, henüz sadece kendi küçücük tecrübeniz ve çok sınırlı ufkunuz var; hareket halinde ve gelip geçici olan sizsiniz; bir ucundan girip diğer ucundan çıktığınız kurumun öbür yanını, bir ömür boyu tekkeyi bekleyenleri algılamıyorsunuz. Oysa siz gidiyorsunuz ve onlar kalıyor; sonraki ve daha sonraki ve daha daha sonraki kuşaklara ders anlatmayı, sınav yapmayı, tezlerini okumayı, sonunda da diploma vermeyi sürdürüyorlar. Bunun ne demek olduğunu, kendim yolun öte tarafına geçtiğimde anladım. Bu sefer siz hep orada duruyorsunuz ve göçmen kuşları andıran farklı nesiller bahçenize bir konup bir kalkıyor. Prensip olarak sonsuz bir seri. Onlar kendilerini o an için benzersiz  sanıyor. Sizse güz bağında salkımların ve tanelerin tekrarını düşünüyorsunuz. Toplumları toplum yapan döngülerin akışını.

 

Kızımın ve sınıf arkadaşlarının birkaç yıllığına kurduğu dünya dağılırken kapıldıkları telâşlı sevinç ve tedirgin, bilinmezliklerle dolu heyecanı da böyle seyrettim, her iki uçtan. Nâzım kadar epik boyutlarda olmasa da, “on dokuz yaşıma” rastlamış gibi oldum: “birbirimizi birde tanıdık  / oysa birbirimizin yüzünü görmüşlüğümüz yoktu / fotoğraflarımızı bile / (…) / ağzında ham bir elmanın tadı dünya / (…) / gözünde türkülerin boyu kilometre kilometre ölümün boyu bir karış / ve haberi yok başına geleceklerin hiçbirinden…”  Sessizliğe gömüldüm. Sordular, nedir bu halin diye. Banallikten korktum. Anlatamadım.

 

- Advertisment -