Suriye trajedisinin yurtsuz bıraktığı sığınmacılar; Kürt nüfusun büyük kentlere verdiği göç; giderek yoğunlaşan Arap ve Rus turizmi… Bütün bunlar bir arada, bu ülkenin “modern orta sınıflarındaki”latan ırkçılığı görünür kıldı. Farklılıklara gerçekten tahammülü olmayan çok güçlü, ayrımcı bir damar var içimizde.
Modern orta sınıflar dediğime bakmayın. Batı medeniyetinin inşa ettiği hümanist değerleri küçümseyenlerin; kof bir yerlilikle böbürlenmeyi, içinde debelendiğimiz kültürel katılıkların tartışılmasını “oryantalizm”etiketiyle bastırmayı marifet sayanların da ırkçılıkla mesafesi aynı. Kendisini Türk modernleşmeciliğine yabancı hissetmiş; hatta mağdur olmuş geleneksel sosyolojide de kendi inanç ve kimlik dünyasının dışındakilere karşı kötü duygular besleyenler hiç de istisna değil. Sadece nefret nesnelerimiz değişiyor, farklılıklara yönelik öfkede benzeşiyoruz.
İnsanlığın, farklılıklar üstünden durmaksızın yeniden ürettiği grupsal aidiyet duygusunu ehlileştirmesi; can yakan çatışmalara dönüşmesini aşması bedelsiz olmadı. Batı medeniyeti, aidiyet referansı olarak din öğretilerinin baskın olduğu bir çağı “aydınlanma”yla kapattığında, aklın zaferinin mutluluk getireceğini umuyordu. Oysa etnik aidiyetler üzerinde yükselen yeni çatışmacılık, insanlığın tanıdığı en büyük yıkımı getirdi. Kırk milyon can kaybı, soykırım vahşeti, yıkılan kentler, şehirler dolusu sivili yok eden nükleer saldırılar… İkinci dünya savaşı böyle bir felaketti…
Bu, benzeri olmayan bir bedeldi ve ayrımcılığın lanetlenmesi; eşit haklar üzerinden hümaniter kültürün inşası için güçlü bir motivasyon üretti. Batı, kendi ırkçı, yıkıcı damarıyla açık açık yüzleşti. Devletler ve sivil toplumlar, barışçı kültürel değerler üstünde kendilerini yeniden ayağa kaldıracak mekanizmalar oluşturmaya giriştiler. Yeni kuşakların ırkçılık, militarizm, çatışmacı milliyetçilik, yabancı düşmanlığı gibi hastalıklardan uzak yetişmesi için her düzeyde sistematik çaba gösterdiler. İnsan Haklarının dokunulmazlığı üzerinde uzlaşmayı temel alan güçlü bir kurumsal toplumsal dinamik oluştu.
Bugün küresel bir hastalık izlenimi veren ırkçı popülist dalgaya karşı yine en etkili direniş bu dünyanın içinden geliyor. Batı dünyası içindeki İslamofobik yükselişe cephe açan; iktidarları fethetmesini engelleyenler de yine o dünyanın hümaniter değerlerine sahip çıkan toplumsal kesimler. Ortadoğu, Rusya, Çin ve diğer coğrafyalar popülist dalganın önünü kesecek dinamikleri temsil etmiyorlar. Bir kısmı o dalganın bizzat taşıyıcılığını yürütüyorlar.
Bu pencereden bakınca bizde yaşayan ırkçı, ayrımcı damar daha anlaşılır olur. Çözülen imparatorluk üzerine kurgulanan geç uluslaşma projesi Türk etnik kimliğine dayandırıldı. Kurucu irade, ”Türkler ve Türk’e düşman ötekiler” bilinci yaratmanın, ihtiyaç duyulan aidiyet çimentosuna geçerli bir cevap oluşturacağını varsaydı. Cumhuriyet kuşakları mekteplerde, Türk’ün kahramanlıklarını, düşmanın kalleşlik ve korkaklıklarını tedris ettiler. Ruslar kalleş, Almanlar domuz, İtalyanlar hırsız, Araplar hain, Yunan zaten som düşmandı… Kürtler mi? O da ne? Yetmişli yıllarda Asala terörizmi can yakmaya başladığında da hiçbir şey anlamadık. Ne istiyordu bu adamlar bizim diplomatlardan?
Kısacası, Batı kendi ırkçılığıyla yüzleşirken biz hala etnik aidiyet mitleriyle uğraşıyor; onu bunu düşmanlaştırıp birbirimize “yüce ulus”propagandası yapmakla iştigal ediyorduk.
Yüzleşmeye gelince… İte kaka bir taziye mesajı verdikten sonra, bildik inkâr şarkılarına bir doz yukarıdan dönüş yaptık. Düşünün; tarih boyunca İttihat ve Terakki’nin hedefi olmuş, 2000’li yıllara kadar “kendi ülkesinde sürgün” duygusu yaşamış İslami gelenekten gelen “çok güçlü” bir siyasetçi, “İttihatçılar, Ermeni milliyetçiliğinin yayılmasından korktukları için bütün bir Ermeni nüfusunu çoluk çocuk kadın erkek yaşlı genç demeden köylerinden kasabalarından toplayıp sürgüne ölüme göndermiş, mallarına el koymuştur. Bu; tarihi bir haksızlık, büyük bir yanlıştır. Biz, bugünün insanları, bu katliamın sorumlusu değiliz. Ama bu gerçeği tarih adına kabul edip acıları paylaşmazsak o zaman biz de sorumlu oluruz” demiyor; diyemiyor. Neden diyemiyor sizce? İttihatçılıkla barıştığı için mi? Yoksa etrafında, bütün dünyanın bildiği bu gerçeği öğreneceği güvenilir tarihçiler olmadığından mı? Hiçbiri bence. Diyemiyor, çünkü toplumunu tanıyor. Böyle bir yüzleşme adımına gelecek tepkileri hesap edebiliyor. Ve bütün politikacılar gibi bu riski almanın getirisinin ne olacağını soruyor. Kendi sorusuna verdiği cevabın ne olduğunu da biz 24 Nisan konuşmalarından anlıyoruz… İhtimal ki, tehcire uğrayan nüfusun Müslüman olmaması da “resmi tezler” in hazmını kolaylaştırıyor.
Özetle… Anadolu’nun üst üste binmiş, yüzyıllara yayılmış etnik ve kültürel zenginliğini görünmez kılmayı uluslaşmanın gereği sayan; zorlama bir Türk kimliği üretirken, (tehcirle, mübadelelerle, inkârcı asimilasyon siyasetleriyle) fiilen de bu kimliği tek hâkim kılmaya çalışan bir iradenin eli değdi bu topluma.
Ne tarihimizle yüzleşmişliğimiz var, ne de yabancı düşmanı, farklılıklara kapalı, tekçi millilik ideolojisiyle.
Ders kitaplarımızdan medya dilimize; siyasetçi kürsülerinden akademi amfilerine kadar her yere ırkçı milliyetçiliğin kokusu sinmiş.
O yüzden, kendine “sosyal demokrat”kimlik yakıştırıp “medeniyet temsilcisi”cakası satanların Suriyelileri plajlardan kovmasına da; “severiz yaratılanı yaratandan ötürü”diye tasavvufi bilgelik taslayanların Kürt siyasetçileri itibarsızlaştırmanın yolunu onları “Zerdüşt” ilan etmekte aramasına da, İmamoğlu’na vurmak için akıl ettikleri “Pontus” sataşmalarına da şaşırmamak gerekir.
Irkçılıkla hesabını kesmiş bir toplum değiliz.
Kahramanlık atfettiğimiz siyasetçilerimiz de farklı değil. Irkçı renkleri çok güçlü bir toplumsal kültür üzerinde iktidar sörfü yapmakla meşguller. Seçmen kazanmak için linç kültürüyle flört ettiklerine de tanık oluyoruz.
Çatışan kutupların hiddetli taraftarları olmayı “ileri bir politik bilinç”in işareti saymak; karşı tarafa söz çakmaktan tatmin olmak, hepimizin ruhunu okşayan bulaşıcı bir patolojiye dönüştü. Bu öyle “ileri bir bilinç” ki, sadece karşı tarafın ırkçılığında sinyal veriyor. Kendi ırkçılığına kör.
Büyük sözler savurmak. Dava adamı olmak. Kendini yere göğe koyamamak… Hepsi iyi hoş da…
Dürüstçe aynanın karşısına geçme cesareti göstermek gerekir önce.