İki önceki yazım (El Bab arenasında karşılaşmalar) “Suriye havzasında gerilimle birlikte askeri yığınak ve aktiviteler de artıyor” cümlesiyle başlıyordu.
Üzeri çoğunlukla hava muharebelerine uygun uçaklarla dolu; ancak bakım için çekildiği doklardan apar topar kaldırılıp, Akdenize gönderilmesine karar verildiğinden eksiltilmiş yük ile yola çıkan Amiral Kuznetsov bölgeye henüz ulaşmadı, ama Rusların balistik füze avcısı uzun menzilli S-300 Tartus’a indirildiği açıklandı.
Bu yazı yazılana dek ABD ve Rusya arasındaki gerilim daha da artmış ve taraflar karşılıklı antlaşma iptallerine kadar ilerlemişlerdi ki, bunlardan biri de tedavülden kaldırılan nükleer silahların temel malzemesi plutonium stoklarının imhası üzerine olanı.
Bu koşullarda, Putin’in bu tür bir anlaşmayı iptal yoluyla “nükleer sopa” salladığı anlamını çıkarmamak imkânsız.
İmhası iptal edilen plutonium stokları, yeni nükleer silâhların imaline giden en kısa yol. Dolayısıyla karar yeni bir silâhlanma çılgınlığının başlayabileceğini düşündürüyor ki, Putin’in amacı da tam bu olsa gerek.
Rusya Suriye’deki varlığını giderek, Amerikalıların deyişiyle bir “haydut devlet” (rogue state) seviyesine doğru çekiyor ve bunun başlıca sorumlusu da yine ABD’nin kendisi.
Savaş, silâhlarınız ne kadar gelişmiş, ordularınız ne kadar güçlü ve etkin olursa olsun, herşeyden önce irade gerektiriyor ve ABD bu iradenin oldukça uzağında olduğu sinyalini, üç yıl kadar önce, başta Türkiye herkes ondan halkına savaş açmış Esad’a karşı sert bir duruş beklerken yan çizmek suretiyle verdi.
Olayların en başında, Rusya daha sahaya inmemiş ve İran da henüz Suriye konusunda kapı arkasındayken, buna karşılık Arap Baharı yükselirken, Esad henüz bunca suç işlememiş, yüzbinlerce insanın kanına ve dönüşü olmayan bir yola girmemişken, ABD’nin yapacağı bir kararlılık gösterisi çok işe yarabilirdi.
Ama aksi oldu. Rusya’nın uzaktan gönderilmiş birkaç uyarısı, ABD’ye Suriye’de — belki Obama’ya sorulsa “barışçı.” ama belli ki Putin tarafından “korkakça” diye algılanan — geri adımları attırdı.
O kritik andan beriRusya, hem eski hinterlandında ve hem de Suriye bazında Ortadoğu’da askeri varlığını sürekli artırdı ve şimdi üçüncü bir dünya savaşının kıyısında duruluyor.
Washington Post’ta Richard Cohen imzasıyla yayınlanan, Haksöz Haber’den Gökhan Ergöçün’ün çevirdiği “Halep Amerikan zayıflığının sembolüdür” başlıklı yazı, Halep ile Guernica arasında kurduğu analojiyle başlayarak, durumu bütün çıplaklığıyla ortaya koyuyor (http://www.yeniakit.com.tr/haber/richard-cohen-halep-amerikan-zayifliginin-semboludur-219328.html).
“Bu Kerry’nin hatâsı değil. Suç Obama’ya ait. Obama, George W. Bush karşıtı biri olarak çok mağrur hareket ediyor. Obama bizi Irak gibi gereksiz savaşların içine çekmedi. Ama bunun sonuçları Suriye için korkunç oldu; 500 bin ölü ve 7 milyon göçmen. Avrupa’ya doğru milyonlu ifadelerle kabaran bir umutsuzluk dalgası…” diyor Cohen, Bush dönemine gönderme yaparak.
Ortadoğu’nun güncel problemlerinin sorumlusu tek başına ABD değil.
ABD Soğuk Savaş’ta bölgeyi devralmadan çok önce, istikrar — bir daha kurulamasın diye, evet tam da o şekilde — başta İngiltere ve onun Birinci Savaş galibi ortakları tarafından bozuldu.
ABD’ye düşen de bölgeyi bir Soğuk Savaş arenası olarak ve işine geldiği gibi şekillendirmek oldu.
Sovyetler çöktükten sonra çekilmek istediler, ama oluşmasında fazlasıyla katkılarının olduğu koşullar ve olaylar buna izin vermedi.
En uzağa çekilebildikleri durumda, bu sefer Ortadoğu onları buldu ve 11 Eylül günü onları anavatanlarında vurdu.
İkiz Kulelere inen darbe öylesine yıkıcıydı ki ABD’yi temellerinden sarstı ve oyun kurucular, benzeri birkaç tanesine daha dayanamayacaklarını anladılar.
Ortadoğu’nun kendilerine dönük haklı nefretini başka bir yere, tercihan anavatandan uzağa çekmeleri gerekiyordu. Onlar da savaşı kendi topraklarında kabul etmek yerine, gerisin geri Ortadoğu’ya taşıdılar.
Uydurma sebepler ileri sürülerek Irak işgal edildi ve zamanında İngiltere’nin yaptığına benzer biçimde, bölgenin çatışma enerjisini kendisine döndürecek düzenlemelere gidildi.
Zamanında İngiltere ve Fransanın Sykest-Picot ile yaptığının bir benzeri tekrarlandı; sürdürülemez bir “Yeni Irak” oluşturuldu.
İşte IŞİD’ı doğuran da bu oldu.
Yani Trump doğruyu söylemiyor.
IŞİD’in bölgedeki doğumunun gerçek bir ebesi var ise o Obama değil; Irak işgali ve sonrasını ayarlayan kimi kendisi gibi Cumhuriyetçi, kimi de Obama gibi Demokrat öncüller.
Obama bir anlamda bütün bunlara son vermek istedi — veya zaten sona da gelinmişti.
ABD postalının bölgede dolaşması için artık bir sebep olmadığı sanılıyordu ve ona göre de davranıldı; ABD askeri (arkasında, konuşlandığı eskisinden kat be kat fazla askeri üs bırakarak) Irak’tan çekildi.
Bu, Obama’nın verip de tuttuğu nadir sözlerden biriydi (ve örneğin yine bölgeyle yakından ilgili ama mesafe olarak çok uzaktaki, Küba/Guantanamo hapishanesinin kapatılması da yerine getiremediklerinden biri).
Ortadoğu’daki ABD’nin savunalacak bir yanını, özellikle de Müslümanlar açısından, bulmak zor görünüyor. Ancak Rus saldırganlığını dengelemenin tek yolu da ABD ile birlikte hareket etmek.
Üstelik, hem kendi kamuoyunun hem dünya kamuoyunun kontrolü ve baskısı altındaki ABD’ye göre çok daha çabuk ve sorumsuzca pozisyon değiştirebilen Suriye/İran/Rusya üçlüsü karşısında, belki ABD’den de akıllıca davranarak yapmak gerekiyor bunu…
Öncelikle kabul edilmesi gereken gerçek, Esad’ın bir varoluş mücadelesine “ne pahasına olursa olsun” diyerek girdiği; onca şiddet, yıkım ve kayıptan sonra da bu mücadeleyi (belki kazanmasa bile) kesinlikle kaybetmediği.
İçinde bulunulan koşullarda bu gerçeğin reddi, öncelikle, bölgedeki şiddetin ve yıkımın sürmesi anlamına geliyor.
Radikal bir değişikliğe gidilmeksizin şimdiki şekliyle sürdürülen askeri müdahalelerin sonunda gelecek olan, er veya geç, Rusya’nın da içinde bulunduğu bir topyekûn savaş tehlikesi.
Bütün bunları durdurmak için yapılması gereken açık: İşlediği suçları ve bütün o kıyımı sineye çekip Esad’ın varlığını kabullenmek; bunun ilânıyla birlikte tarafları koşulsuz bir ateşkese davet etmek.
Zamanında gerekli iradeyi göstermemek konusunda ABD ve Obama yalnız değil. Türkiye’nin de bunda sorumluluğu var.
Bugün Fırat Kalkanı olarak bilinen harekâtın daha küçük çaplısı, Türkiye Esad ile daha fazla ilerlenemeyeceğini anlayıp diplomatik ilişkileri keserek çekildikten hemen sonra yapılsaydı ve örneğin Suriyeli göçmenlerin misafir edildiği kamplar Türkiye tarafında değil de sınırın Suriye tarafında inşa edilip korunsaydı, geldiğimiz yer çok farklı olabilirdi. Ama bu iradeyi de Türkiye gösteremedi.
Bu aşamada, 17-25 Aralık 2013 darbe girişimi sırasında Dışişlerinde Hakan Fidan, Ahmet Davutoğlu, Feridun Sinirlioğlu ve Yaşşar Güler arasında geçen, ardından sızdırılan ve MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın “sekiz adam gönderirim, dört füze attırırım” sözleriyle hatırlanan tartışmayı tekrar hatırlatmakta da yarar var (http://marksist.org/icerik/Haber/5330/Tapenin-gercekligi-kabul-edildi-Suriyeye-askeri-mudahale-nasil-planlanmisti).
Rusya Suriye’yi SSCB’nin çöküşü sonrası dünya lideri pozisyonuna çıkan ABD’nin prestijini sarsmak ve karşı kutup oluşturmak için kullanırken, ABD’den de fazla bir umut beklememek gerekiyor.
ABD’de seçimlere doğru son virajlar alınırken, ne Clinton ve ne de Trump tarafı çözüm için ümit veriyor.
Trump ile Clinton arasındaki televizyon tartışmasının gölgesinde kalıp pek farkedilmeyen bir diğer tartışma, adayların başkan yardımcıları Mike Pence ile Tim Kaine arasında, Farmville/Virginia Longwood Üniversitesinde gerçekleşti (https://www.youtube.com/watch?v=vQSBxvcaXGM ).
İki başkan yardımcısı adayı arasında geçen tartışma sonrası Foreign Policy dergisinde Micah Zenko imzasıyla yayınlanan yorumda, adayların hem kendi liderlerinin söylediklerinden ve hem de gerçeklerden epey uzak oldukları ifade ediliyor ve kabaca “ABD Suriye’de yanlışlıkla savaşa girecek” yorumu yapılıyor (http://haber.sol.org.tr/dunya/foreign-policy-abd-yanlislikla-savasa-girecek-171392).
Bütün bu kaos içinde aklı gerçekten başındaymış gibi duran tek ülke Türkiye ve gözler giderek daha fazla Cumhurbaşkanı Erdoğan’a dönüyor.
Bu sefer gösterilmesi gereken “barış iradesi”.
Erdoğan’dan bu bekleniyor.