Siyaset konuşmak ve okumaktan kendilerine gına gelmiş dostlarımın tavsiyesine uyarak, Diyarbekirli gençlerin sevdalarına dair bir şey çiziktirdim geçenlerde. Halil (Berktay) Hoca hemen topa girdi ve anılarla bezeli harika bir Ahmed Arif yazısı yazdı. Arif de kalemi hünerli her Diyarbekirli gibi başkasının davasına/davalarına mektuplar döşenmiş, sözcüklerden sevda köprüleri inşa etmişti.
Laf arasında Halil Hoca “Şimdi aklıma takıldı: Vahap’ın kendisi de böyle miydi acaba?” diye bir sual tevcih etmişti. Mevzuyu sarahate kavuşturmak şart oldu. En baştan anlatayım öyleyse.
1980’lerin Diyarbekir’inden, Alipaşa’sından bahsediyoruz. Telefon tek tük evlerde vardı; öyle ha deyince telefona sahip olunamıyordu. Uzunca bir süre beklenir, varsa postanedeki eş dost devreye sokulur, telefonun mümkünse tez bir vakitte eve bağlanması rica edilirdi. Bir statü sembolüydü telefon; evin başköşesine konur, annelerin-ablaların-yengelerin göz nuru dantel işlemelerle süslenirdi.
Telefonu olan ev, mahallenin iletişim merkezi işlevi görürdü. Askerdeki oğlana, İstanbul’daki kardeşe, Almanya’da akrabaya o evin telefon numarası verilir, ihtiyaç duyulduğunda araması söylenirdi. Öyle zırt pırt aranmazdı elbet; ancak aciliyet kesbeden bir hal olduğunda başvurulur ve “komşuya rahatsızlık verilmemesi” sıkı sıkıya tembih edilirdi. Mübareğin zili çalar, karşıdaki ses biraz mahcup bir edayla görüşmek istediği kişiyi belirtirdi. Eğer yakın bir komşuysa istenen, pencereden ses edilirdi. Yok, biraz ötedeki komşuysa telefonu olan, evin çocuklarından biri (genellikle küçük olan) bir koşu çağırmaya gönderilirdi. Komşu nefes nefese gelir, görüşmesini yapar, ev sahibine binbir çeşit dua ederdi.
Mektubun rayihası
Lükstü yani telefon! Nadirdi, pahalıydı. Mektubun yeri ise bir başkaydı. Her şeyden önce minnetsizdi. Yazardınız; götürür ya Çiftkapı’daki ya da Balıkçılarbaşı’ndaki postaneye verirdiniz ve gerisine karışmazdınız; o bir şekilde muhatabına varırdı. Ucuzdu ayrıca, herkesin gücü yeterdi mektup yollamaya; beş bir paraya sayfalarca derdinizi anlatır, dünyayı bir zarfa sığdırırdınız. Hem mektubun, mektup yazmanın kendine has bir rayihası da vardı.
O sebepten mektup vazgeçilmezimizdi. Lakin mektup işinin de müşkül bir tarafı yok değildi: Mektubu yazacak ve sonra okuyacak kişiyi bulmak. Okur-yazarın az ve kıymetli olduğu dönemlerdi, en azından bizim mahalle için. Yine de problemin “okumak” kısmı bir biçimde halledilirdi; evde okumayı söken bir velet varsa, o sorun şöyle ya da böyle giderilirdi.
Fakat “yazmak” ayrıydı. Mektup yazarı, mektubu gönderenin duygularının mütercimi olmakla mükellefti. Bu da öyle çat pat okumakla altından kalkılabilecek bir yük değildi. Mektup yazacak olanın ağzı iyi laf yapmalı, leb demeden leblebiyi anlamalı ve kalemi cevval olmalıydı. Öyle ki gönderenin hissiyatını kâğıda nakşedebilsin.
“Asker ocağı kimseye kalmaz, sana da kalmaz”
Mahallelinin hüsnü zannı, mektuplarını teslim ettiklerinden biri de bendim. Mektup yazarlığı kariyerimin ilk basamağı da asker mektuplarıydı. İki kısma ayrılırdı bu mektuplar: Ailelerin askerdeki çocuklarına gönderdikleri mektuplar ile sevdalı kadınların askerdeki eşlerine, nişanlılarına, yavuklularına gönderdikleri mektuplar.
Benim ve benim gibiler için askere aile mektubu yazmak, en kolayıydı, çocuk oyuncağıydı. (Gerçi, çocuktuk zaten!) Ne söyleneceği, ne yazılacağı önceden üç aşağı beş yukarı belliydi. Cümleler peşi sıra gelir, kalem kâğıdın üzerinde kayardı.
Allahın selamını göndermekle mektuba girilirdi. Ev ahalisinin durumunda endişe edecek bir hal yoktu. Ananın ve babanın sağlığı yerindeydi. Abiler, ablalar, kardeşler afiyetteydi. Burayı merak etmesindi. Tek bir dertleri vardı, o da onun sıhhatiydi. Kendine iyi bakmalı, yediğine içtiğine dikkat etmeliydi. Başını belaya sokmamalı, komutanlarına ters gitmemeliydi. Sayılı gündü, gelir geçerdi. Akıllı uslu dursundu; Allah bitirirdi. Asker ocağı kimseye kalmamıştı ona da kalmazdı.
Kalıp ifadeler böyle arka arkaya dizilirdi. Sonra eğer güncel bir hadise vuku bulmuşsa, onun anlatımına geçilirdi. Dam, loğlanmıştı. Kışlık odunlar alınmıştı. Amcaları köydeki tarlayı satmış, Ben u Sen’de başlarını sokacak bir gecekondu bulmuşlardı. Küçük kardeşi okula başlamış, abisi yeni bir işe girmişti. Çok şükür geliri fena değildi, patronu da iyi bir adama benziyordu. Kız kardeşine de mahalleden bir talip çıkmıştı. Delikanlının eli iş tutuyordu, ailesinin de hali vakti yerindeydi. Kendisi ne diyordu bu işe, rızası var mıydı?
“Evin çocuğu”
Hadiseler aktarılırken diplomatik olmaya dikkat edilmeliydi. Nihayetinde çocuk askerdeydi, eli kolu bağlıydı, yapabileceği bir şey yoktu. Üstüne üstlük bir de hasretlik çekiyordu. Binaenaleyh onu üzmemek lazımdı. Tatsız bir gelişme olduğunda asker elden geldiğince bundan haberdar edilmezdi. Ama eğer askerin mutlaka bilmesi gereken bir hadise olmuşsa bunu olabildiğince yumuşatarak aktarmak gerekirdi. Mesela dedesi ağır bir ameliyat geçirmişse, bu durum mektuba “Deden küçük bir rahatsızlık geçirdi, hastaneye götürdük, doktorlar ona iyi baktılar, şimdi sağlığı iyi” olarak geçerdi.
Buna mukabil müsbet bir olay olmuşsa, bu biraz abartılır, askerin hoşuna gidecek öğeler olaya serpiştirilirdi. Aklı burada olan askerin uzaktaki sevincine sevinç katacak, mutluluğunu katlayacak kalem numaraları yapmakta bir beis yoktu.
Mektubun sonunda tekrar bir selam faslı geçilir, askere bir ihtiyacının olup olmadığı sorulur, ondan hep iyi haberler beklendiğinin altı çizilir ve o tekrar Allaha emanet edilirdi.
Böyle az buz mektup yazmadım. Çok itibarlı bir işti. Bilhassa kadınların nazarında diğer çocuklardan ayrı bir yerimin olmasını sağladı. Çocuklarıyla aralarında bir bağ olarak gördüler beni; sağ olsunlar değer verdiler; yüreklerinden kopan küçük hediyeleriyle taltif ettiler. Mektup yazarlığı beni “evin çocuğu” yaptı, sokaktaki her eve rahatlıkla girip çıkmamı sağlayan bir ruhsat oldu. Demek ki yazmak, gerçekten insanın hayatına değer katıyordu!
Ailelerin asker mektuplarıyla başladık.
Kısmet olursa kadınların askerdeki sevdikleri için mektup yazma tecrübemi de anlatırım.