Seçim dönemi bütün sorunlar bir yana bir açıdan adeta bir kamusal şenlik havası yansıtıyor. Ölümle sonuçlanan saldırılar, bir ilkokul müsameresinde olmadığımızı hatırlatan düşündürücü hadiseler. Kan siyaseti, tıpkı rutinleşen darbeler gibi bu ülkedeki halkın iradesiyle gelişen siyaseti kuruluş tasarımı ve giderek de küreselci düzenlemeler adına zapturapt altına almanın acımasız yöntemi. AK Parti hükümetleri yıllarının bu topluma sağladığı en önemli gelişmelerden biri, faili meçhul cinayetlerin tarihimizde hiç olmadığı kadar azalması. Kuşkusuz barış sürecine duyduğumuz ihtiyacın, bu sürece verilen desteğin içinde okunabilir faili meçhul cinayetlerdeki düşme. Yakın tarihimiz kadar geleceğimizi de şekillendiren barış süreciyle ilişkimizin seyrettiği grafik zaten.
Her seçmenin bir hükümeti başarılı bulması veya idealindeki hükümete ilişkin beklentileri konusunda farklı sebepleri olabilir. Ekonomik açıdan işlerin yolunda gitmesi, dile getirilsin veya getirilmesin her zaman ilk tercih sebebi. “Önce yiyeceğinizi ve giyeceğinizi ararsanız eğer, cennetin kapıları önünüzde kendiliğinden açılacaktır” diyor ya Hegel.
Bunu takiben gelir dağılımındaki adaletle ilgili sorular ve endişeler geliyor. İktidar paylaşımlarda adil ve eleştiriye açık, muhalefet ise hakkaniyetli ve projelerde üretken olmalı, diye düşünürüm. Taşeron işçi sorunları başta olmak üzere holdinglerin dev çatıları altında kaybolmuş ve ucuza gelebilir mesai tehdidi yüzünden işini kaybetme korkusuyla suskunlaştırılmış işçiler, ekonomi alanında her şeyin yolunda gittiği görüntüsünü sorgulama sebebi oluyorlar, layıkıyla görmeyi başarıyorsak. Seçimlerden sonraki yeni hükümetin işçi sorunlarını hamasetin ötesine geçen köktenci bir yaklaşımla ele alması, görece maddi kalkınmanın ötesinde bunu anlamlı kılan adaletin sağlanması açısından da o kadar önemli ki…
AK Parti çatısı altında siyaset yapan arkadaşlarımız sohbetlerimiz sırasında hükümetin sosyal ve ekonomik alanda gerçekleştirdiği başarıların görmezden gelindiği veya hafife alındığı görüşünü dile getiriyorlar. Oysa sorunu başka bir açıdan da okumak gerekir. Toplum sürekli değişiyor ve siyasetçiler kadar bilim adamları da bu değişimdeki etkenleri ve değişimin içerdiği eğilimleri, soruları ve endişeleri okuma başarısı gösterdiği oranda yeni sorunlar fark edilip tanımlanabilir. Bu da kuşkusuz bir zihinsel ve fiziki çeviklik gerektiriyor. Sözünü ettiğim zihinsel ve fiziki çevikliğin önemli bir örneği, Milli Görüş geleneğinin sahip olduğu ve AK Parti’nin önemli başarılarına da kaynaklık teşkil etmiş olan yoksullarla hemhal olma yeteneğidir. Bu yetenek elbette Milli Görüş için çalışan kesimlerin ağırlıklı olarak yoksul tabakalara mensup olmalarından ileri geliyordu. Bu tabii ve dinamik bağ etrafında korunan duyarlıklar toplumsal sorunların doğru okunmasının yanı sıra çözüm yollarını da incelikli bir şekilde kavramaya götüren bir etkiye sahipti.
Görece varsıllaşmayla gelen site yaşantıları ve yalıtım sebebi olan içe kapanma, böylelikle sahip olunan ayrıcalıkların ve müreffeh hayatın içinden seslenme, sözünü ettiğim okuma imkânını elbette tehdit ediyor. Kapitalizmin taleplerine uyumlu politikalarla gelen hareketlenme bir canlanma sağlarken, yoksulluğun haritası da yeni bir mahiyet kazanıyor. Yoksul, kalkınma coşkusunu yansıtan albenili perdelerin ardında bir görünmezlik içinde, fark edilmeyi bekliyor. Yukarıda değindim; taşeron işçi sorunu bütün can yakıcı boyutlarıyla birlikte kalkınma mucizesinin güllük gülistanlık yaşanmayacağını anlatan sahneleri fark etmeye çağırıyor bizleri. Onları nasıl gördüğümüz ve yorumladığımız, durduğumuz yere bağlı. Daha önemli soru ise Müslüman duyarlığıyla baktığımız yerde işçinin emeğini (bu şimdiki maaş düzeninde mecaz bir anlam ifade ediyor olsa bile) alın teri kurumadan ne ölçüde gözettiğimiz. Bu bakış açısının meydanlarda gerçekleşen gösterilere dönük yorum ve tepkileri de kapsadığını belirtmeliyim. AK Parti’yi besleyen mazi ve özgün kılan duyarlık, meydanlardan yükselen protesto seslerini duymaya açıklığıyla gelişmeyi sürdürüyordu. Seçim günleri devletin kıyılarından merkezine gelmeyle birlikte kaybolduğunu düşündüğüm duyarlıklar konusunda bir özeleştiri ve muhasebeye izin verebilir umarım. Sözgelimi işçi sorunları konusunda duyarlı gençlerin kötü niyetli veya kötü niyetli odaklarca kullanılan kişiler olduğunu düşünmek ancak toplumsal olguları toplumdan ve sokaklardan koparak değerlendirmekle olası.
Beri taraftan AK Parti’nin gösterdiği başarıların arka planını “arabulucu dil” açısından da okumak gerekiyor. Sağ-sol ve benzeri toplumsal tezatların ötesinde başka bir imkâna işaret ettiği için de AK Parti, ülkenin bir çıkmazda bulunduğu dönemde görev üstlenmeye layık bulunmuştu. Kutuplaşma siyaseti, bu partinin arka planında bulunan geleneğin “arabuluculuk” misyonunun ötesinde, “devlet olma”yla ilgili başka bir evreyi gösteriyor kuşkusuz.
Olguları ve bizzat kendi durduğun yeri de doğru değerlendirmek paralaks bir bakışla olası. Hep aynı noktadan baktığınızda bir yerden sonra gördüğünüz sadece ezberleriniz olur, o noktada işler nasıl cereyan ediyor olursa olsun. Kimileri, seçim zamanı eleştiri olmaz, diye bir yaklaşım içinde, ancak aynı çevrelerin olağan dönemlerde eleştiriye açık olduğunu da hatırlamıyorum doğrusu. Eleştiri zayıf düşürmez, kuşatır. Yorumlama ve eleştiri alanındaki yavanlığın tabii neticesi söylemsel yoksullaşmadır elbette.
Eleştiriye açıklıkla ilgili bir özgüveni de salt silahlanma ile kazanamıyor bir toplum. Silahlanma alanına hasrettiğimiz bütçenin mesela eğitim alanına tahsis edilen bütçeyle mukayese edilmesini ayrıca önemli buluyorum. Bizler silah tüccarlarının kanlı planları için müsait arazi olmayı bir yazgı, daha kötüsü de “gelişme” ölçüsü olarak gördüğümüz ölçüde sahici gelişmeyle aramızda hep bir mesafe olacak. Bütçede eğitime ayrılan payla silahlanmaya ayrılan pay arasındaki her şeye rağmen ters orantı ciddiye alınıp sorgulandığı ölçüde kendine güvenli bir toplum inşa edebiliriz. İmam Hatip okulları bir ayrıcalığa sahiplermiş gibi sürekli tartışma gündeminde yer tutuyor. Çeşitli edebiyat söyleşileri için sayısız İmam Hatip lisesine gittim son iki yıl içinde. Tartışmalar nasıl seyrederse seyretsin aileler İmam Hatip liselerini tercih ettiğinden bu okullar kapasitelerinin çok üzerinde, kalabalık. Bazen olması gereken öğrencinin iki katı nüfusa sahip sınıflarda eğitimi sürdürmek hem öğretmen hem öğrenci için çile çekmek anlamına geliyor. Hep harf devriminden şikayet ediyoruz ve haklıyız da… Ancak sahici anlamda okuyan bir toplum olmayı öncelememek için de her zaman bahanelerimiz oluyor. Düz liseler için de geçerli bir uygun mekan meselesi nasıl çözümlenebilir, ilkokul öğrencilerine bahçeli eğitim imkanı sağlamak nasıl mümkün olabilir diye düşünmek gerek. Elbette hantal müfredatın sebep olduğu ağırlık ayrıca irdelenmeli.
Bir toplumun medeni seviyesinin hapishaneleri, hastaneleri ve okul sistemiyle ölçülebileceğini düşünürüm. Hapishaneler, bir açıdan gözlerden ırak oldukları için de daha fazla hatırlamamız gereken gölgeli alanlar. Hiçbir zaman aklımızdan çıkmaması gereken bir yara, ölümcül hasta olduğu halde hapishanede tutulan mahkumlar. Mahkum, tutuklu ve göz altına alınmış kişi mahremiyetinin sağlanması ise, Onur Can Yaser ve annesinin acı duyuran hikayelerinin asla unutulmaması gereken dersleriyle üzerimize düşen bir ödev. Bütün bu acı olayların sorumluluğunu toplumsal kutuplaşmanın kamplarına terk etmeyen, maddi ve manevi “faili meçhuller”e izin vermeyecek bir siyasete ihtiyacı var Türkiye’nin.
Bu noktada polis şiddeti konusunda duyarlığımı hatırlamadan edemeyeceğim. Gezi’deki polis şiddetini eleştirdiğimde, kimi çevreler beni “gezicilerin oyununa gelmekle” suçladılar. Oysa ben 1980’lerde polis Beyazıt Meydanı’nda başörtülü öğrencilere şiddet kullandığında da itiraz etmiştim, İran’da 2009 seçimlerinin ardından reformistlerin sürdürdüğü itiraz yürüyüşlerindeki polis şiddetini de –Türkiye’deki kimi İslamcı kesimlerin yazılarıma tepki göstermesine karşılık- eleştirmekten geri durmadım. Beri taraftan beni “Gezi’de polis aşırı şiddet kullandı” diye yazdığım için eleştirenler, aylar sonra Sabah gazetesi benzeri içerikte bir manşet attığında hiç de itiraz etmediler. Böyle bir konuda ilkeli olmak Müslümanın vazifesidir diye düşünürüm. Bu ilkelerle ilgili duyarlığımızı da ancak özeleştiriyi ve sokağın seslerine açıklığı sürdürerek faal kılabiliriz.
“Dindarlar en iyi arabuluculardır”, diye yazar Kierkegaard. Hz. Ali’nin bir valisine yazdığı şu cümleler Kierkegaard’ın sözlerini açıklamakta yardımcı olabilir: “Halk iki kısımdır, bir kısmı dinde kardeşin, öbür kısmı yaratılışta eşindir.” Vatandaşlık hukukunun bireye sağlaması gereken güvenceler kadar, kardeşlik umutları da bizi bir toplum olarak ilgilendirmeli. Kardeşliğiniz istenmiyorsa da sizin kardeşlikte direnmeye hakkınız var, çünkü bu kendi hayat görüşünüzle alakalı bir tutumunuz, tavrınızdır. İşte böyle bir siyasi kavrayışa sahip olmak için seçim günleri bir tefekkür vesilesi olabilse keşke…
dunyabulteni.net