[2 Haziran 2015] Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu seçim kampanyasına müdahil olma, neredeyse el koyma ve kapıp götürme biçimlerine karşı olduğumu daha önce de yazdım. Kısmen benzer, kısmen farklı fakat örtüşen fikirleri Cengiz Alğan (Seçimlerde ‘bel altı’ vuruşları, 27 Mayıs) ve Oral Çalışlar da dile getirdi (Dini ve eşcinselliği siyaset malzemesi yapınca, 29 Mayıs).
Sırf Erdoğan sorununa en kapsamlı değinmeler ise Vahap Coşkun’dan geldi. Coşkun konuya ilişkin ilk yazısında, her ne kadar cumhurbaşkanından mutlak bir tarafsızlık beklenemeyecek de olsa, Erdoğan’ın kabul edilebilir limitleri çok aştığına dikkat çekti (Seçim ve tarafsızlık, 28 Mayıs). İkinci yazısında, bundan AKP’nin yarar değil pekâlâ zarar da görebileceğini; esasen böyle bir rahatsızlığın doğrudan doğruya AKP içinde mevcut olduğunu belirtti (Seçim ve siyasî rüşt, 1 Haziran). Son ayların bu tür yanlış müdahaleciliklerini ve Erdoğan’ın hükümete yönelik eleştirilerini kestirmeden kamuoyu önüne taşıdığı örnekleri hatırlattı (Dolmabahçe mutabakatının reddi; faiz inadı, Merkez Bankasına amatörce karışma ve sonunda doların aşırı yükselmesi). Bunlara, en önemlisi, başkanlık sistemini zorla seçim kampanyasının merkezine yerleştirmesi eklenebilir. Acaba Erdoğan, seçimin nasıl olsa kazanılacağını varsaydı da, kazanıldığı takdirde başkanlık sisteminin de fiilen tasvip görmüş olacağını mı öngördü? Tersini, yani muhalefete önemli bir tutamak, karşısında sonuna kadar direnilecek ve birleşilebilecek bir iddia sunmanın geri tepip yüzde 42-43 dolaylarında olası bir kriz hattı yaratabileceğini hiç mi hesap etmedi? Öyle veya böyle; Vahap Coşkun’un, bu yüzden AKP’nin 7 Haziran seçimlerinde herhangi bir başarısızlık yaşaması halinde, faturanın Cumhurbaşkanı Erdoğan’a değil de Başbakan Davutoğlu’na kesilmek istenmesinin çok büyük haksızlık olacağını vurgulaması dikkat çekiciydi.
Hemen hepsine katıldığım bu endişelerin üzerine, bir de Fetih Şöleni geldi. Türkiye’nin Millî Mücadele ve Cumhuriyet etrafında dönen ulusal bayram (19 Mayıs, 23 Nisan, 30 Ağustos, 29 Ekim) ve anmalarının (10 Kasım) yanı sıra bir “Osmanlı bayramı”na da ihtiyacı var dense, herhalde katılırım. Ama bu öyle genel ve kapsayıcı bir kutlama değil; AKP’nin ikinci ve asıl büyük İstanbul mitingi oldu. Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i’nin hemen ilk sayfasında Marx, insanların tam da en büyük değişimleri gerçekleştirirken, atalarının otoritesinden kuvvet almaya ihtiyaç duyduklarını kaydeder. Fetih Şöleni’nde de tarih tamamen güncel siyasetin emrine ve iktidar partisinin tekeline verildi. 1453 ile 1950 (Demokrat Parti’nin 14 Mayıs seçim zaferi), 1994 (Erdoğan’ın İstanbul Büyükşehir belediye başkanı seçilmesi) ve önümüzdeki 7 Haziran oylaması arasında kesintisiz bir devamlılık belirlendi. Özetle, “Fetih = AKP’nin yeni bir seçim zaferi” denklemi kuruldu.
Bu arada öğrendik ki “Fatih’in ve sancağımızın yere düşmesi” tehlikesi varmış. Keza, “İstanbul’u kutsal emanetler başında kesintisiz Kuran okunan bir şehir olmaktan çıkarmaya çalışanlar” mevcutmuş. Aynı fikrin biraz değişik bir ifadesiyle, İstanbul’a “namahrem eli”nin değmesi olasılığıyla yüz yüzeymişiz. Hepsinde, İslâmî temalarla yoğrulmuş bir milliyetçilik doruğa çıktı. Hiçbirine müsamaha gösterilmeyeceği, göz yumulmayacağı, müsaade edilmeyeceği, imkân verilmeyeceği vurgulandı.
Ne kadar gerçek, ne kadar hayalî olduklarının tartışmasına girmek istemiyorum. Ama bir noktada, bu göz yummama ve müsaade etmeme söylemi çok somuta indirgendi. Bilmem farkında mısınız; imkân verilmeyecek şeyler veya kişiler arasında “Ermeni soykırımı, Pontus soykırımı diyen hainler” de yer aldı. İlginç bir ayrıntıyı da ekleyeyim: Ben bu ifadeyi daha 30 Mayıs Pazar gecesi Milliyet’in web sitesindeki ilk haber özetinde kendi gözlerimle okudum. Ertesi sabah kalktım; şunu kopyalayıp bir yere yapıştırayım da saklayayım dedim — ama yok. Her nasılsa çıkmış; sadece şu kalmış: “Zulüm 1453’te başladı diyen hainlere göz yummayacağız.” Bana göre, içinde “hain” sözcüğü ve isnadı geçen her şey kötü ama Ermeni soykırımı demenin tekrar hainlikle suçlanmaya başlaması daha bir kötü, kolayca tahmin edebileceğiniz ama aşağıda tekrar izah edeceğim nedenlerle. Aman zaman, nereye gitti bu ibare? Başka yerlere de baktım ve sonunda iki ayrı yerde, iki ayrı versiyonuyla buldum (ki bu da gazeteciliğimiz açısından tereddüt yaratıyor): (a) “Zulüm 1453′de başladı, Ermeni soykırımı, Pontus soykırımı diyen hainlere imkân vermeyeceğiz. …” (Sözcü) (b) “Bilesiniz ki zulüm 1453’te başladı diyen, yok Pontus, yok Ermeni soykırımı diyen hainlere göz yummayacağız.” (Hürriyet) Gördüğünüz gibi, imkân vermemek ile göz yummamak arasında küçük bir fark oluşuyor da, Ermeni soykırımı demenin hainlikle bir tutulması her ikisinde aynı kalıyor.
Gelelim sorulara, başlıkta söz verdiğim gibi. (1) 23 Nisan 2014 ve 20 Nisan 2015 tarihlerinde AKP hükümeti Cumhuriyet tarihinde eşi görülmedik bir adım attı; geleneksel 24 Nisan soykırım anmalarının yıldönümüne denk getirerek, 1915 mağduru Osmanlı Ermenilerinin anısına peş peşe iki taziye mesajı yayımladı. Bu mesajlarda soykırım demedi (ve muhtemelen, Ermenistan’ın ve Ermeni diaspora örgütlerinin ne istediği kesinleşinceye kadar da, siyasî taktik gereği demeyecek; bkz 20 Nisan’dan bu yana Etyen Mahcupyan’ın ve benim çeşitli yorumlarımız). Öte yandan, çok net bir tolerans ve tartışma özgürlüğü vaadinde bulundu. Başbakan Erdoğan’ın 23 Nisan 2014 metninde “1915 olaylarına ilişkin farklı görüş ve düşüncelerin serbestçe ifade edilmesi; çoğulcu bir bakış açısının, demokrasi kültürünün ve çağdaşlığın gereğidir” dendi ve herkes “farklı söylemleri empati ve hoşgörüyle karşıla”maya çağırıldı. Bir yıl sonra, Başbakan Davutoğlu’nun 20 Nisan 2015 metninde, Türkiye’nin “tüm görüşlerin serbestçe dillendirilip, özgürce tartışılabildiği, her türlü belge ve bilginin soruşturulabildiği bir ortam sağlayarak, ortak geleceği inşa etme hedefi doğrultusunda önemli pozitif adımlar atmakta” olduğu vurgulandı.
İyi, güzel de, ifade ve tartışma serbestliği nasıl bir dil ve üslûp gerektirir dersiniz? Soruna ilişkin “farklı görüş ve düşünceler”den biri olduğunu herkesin bildiği (ve yeryüzünün ciddi akademik çevrelerinin de büyük ölçüde benimsediği) soykırım tezi, ülkenin cumhurbaşkanı tarafından “hain”lik olarak nitelenirse, başbakanken taahhüt ettiği empati ve hoşgörünün hayata geçmesi mümkün mü? Ben bu soruyu, Papa’nın Vatikan’daki bir âyinde “20. yüzyılın ilk soykırımı” cümlesini sarf ettiğinde karşılaştığı resmî tepki üzerine de sormuştum (Eski yanlışlar sökün etti, 14 Nisan; Taziyenin özgürlüğü Papa’yı kapsamıyor mu, 15 Nisan). Bir buçuk ay geçti; aynı ezici, mahkûm edici ifadeler döndü dolaştı, dışarıdan ve diplomatik ilişkiler alanından ülke içine yöneldi. Dolayısıyla kendim ve benim gibi düşünen bütün aydın ve sosyal bilimciler için de tekrarlayabilirim aynı soruyu. Hani meseleyi tarihçilere bırakmak istiyordunuz? Hem tarihçilere bırakılacak, hem de cumhurbaşkanı bir kısım tarihçiye peşinen hain diyecek; olacak iş mi bu? Bütün bir tarihsel, bilimsel tartışmayı tek bir sözcüğe indirgemekten yana olmadığım; Türkiye’ye soykırımı ne yapıp yapıp kabul ettirme siyasasına karşı çıktığım biliniyor. Ama aynı zamanda, illâ bu soru sorulacaksa, evet, soykırımdır dediğim ve diyeceğim, zira elimizdeki bütün verilerin bilinçli ve kasıtlı devlet emirlerinin varlığına işaret ettiği kanaatinde olduğum (ya da başka bir ifadeyle, soykırım sözcüğünü kullanmasam da olguları sıralayış ve yorumlayış tarzımdan soykırım sonucunun çıkacağı) da biliniyor. Peki, şimdi ben bilimsel düşüncelerim ve vicdanî kanaatim sonucu gene bir hain mi oldum; böyle düşünenler hep hain mi, Erdoğan’ın, hükümetin ve AKP’nin gözünde? 15 yıl önce, resmî ideoloji dinozorlarının gözünde haindim, kuşkusuz. Dönüp dolaşıp 2000’lerin başlarına geri mi döndük? Dönmediğimizi biliyorum. Dönemeyiz, çünkü toplumdaki fiilî özgürleşme buna engel. Ama gene de, bu tür patlamaların kimseye güven vermediğini; böyle atavistik refleks ve reaksiyonların gölgesinde “tüm görüşlerin serbestçe dillendirilip özgürce tartışılması”nın kolay olmadığını herkesin anlaması lâzım.
Ve (2) Fetih Şöleni haberinin 30 Mayıs akşamı web sitesine yüklenen ilk versiyonundan Milliyet niçin çıkarmış olabilir, “Ermeni soykırımı, Pontus soykırımı diyen hainler[e göz yummama]” ifadesini? Hürriyet ve Sözcü’nün o cümleyi eksiksiz alıntılamaları normal, çünkü kendi kafalarına çok uygun; Erdoğan’ı hep durdukları yere getirmekten memnun olmaları lâzım. Buna karşılık anti-AKP olmayan Milliyet’in kısaltma operasyonu nasıl yorumlanabilir? Olumlu bir yan vehmedebilir miyiz bu basit işlemde? Artık bu tür klişelerden, kim kullanırsa kullansın rahatsız mı oluyorlar? Erdoğan’ı mı gözetiyorlar, can sıkıcı bir gafa karşı? Ağzından kaçtı, bunu çıkarın diye bir talimat mı aldılar? Gelişen bir toplumsal duyarlılık ve sorumluluğun belirtisi mi?
Böyle bir sofistikasyon beklemiyorum ama keşke öyle olsa deyip, gelecek sefer Sorular (II)’yi Aydınlar Bildirisi’nin tuhaflıklarına hasredeyim.