Futbol tutkunları için hayatın meşin yuvarlağın etrafında döndüğü günlerden geçtik. Avrupa Şampiyonası oynandı ve hayat, topun etrafında döndü, dönüyor. Çünkü Tuncer Köseoğlu’nun dediği gibi “Futbol bize sadece sahada top peşinde koşturan ve onları izleyen insanları anlatmaz, hayatın kendisini anlatır.” Her bir maç farklı okumalara kapı açtı, kiminin umut gördüğü yerde başka birilerinin hayalleri kırıldı.
Şampiyona esnasında ve sonrasında futbolun hoşluğuna odaklandık, güzelliğine dair kelimeler tükettik. Lakin meselenin bir başka yönü de var. Ve o yönü deşmek için, bir büyük kalemin rehberliğine başvuracağız.
İkinci Dünya Savaşı’nın bitmesinin ardından İngiliz Futbol Federasyonu, Birleşik Krallık ile Sovyetler Birliği arasındaki barışı kutlamak için Dinamo Moskova takımını adaya davet eder. Dinamo Moskova, Sovyet liginin şampiyonu ve 1940’ların en iyi takımlarından biridir ve davet kapsamında adadaki bazı takımlarla dostluk maçları oynayacaktır.
“Kahire’ye gidip piramitleri görmemek”
Ancak Sovyet rejimi, bu dostluk maçlarına çok büyük anlam atfeder; Dinamo, Sovyetlerin Batı’ya karşı üstünlüğünü göstermelidir; bütün maçlarını ya kazanmalı ya da en azından için kaybetmemelidir. Stalin ve Beria, konuyla özel olarak ilgilenir; zaten harika bir takım olan Dinamo, ligdeki rakiplerinin en iyi oyuncularıyla takviye edilerek İngiltere’ye gönderilir.
Sovyet takımının İngilizlerden başlıca talebi Arsenal ile karşılaşmaktır. Takımın teknik direktörü Mikhail Yakushin’e göre, ha Londra’ya gelip Arsenal’a karşı oynamamışsınız ha Kahire’ye kadar gidip piramitleri görmemişsiniz, arada hiçbir fark yoktur. Kahire’ye gidip piramitleri görmemek ne kadar anlamsız ise, Londra’ya gelip Arsenal ile oynamak da o derece anlamsızdır. İngiltere’ye kadar yol tepilmişse Arsenal ile oynanacaktır, başka türlüsü akla bile getirilemez.
Dinamo, ilk maçında, 85 bin seyircinin önünde, Chelsea ile 3-3 berabere kalır. İkinci maçında, Galler’den üçüncü lig ekibi Cardiff’i 10-1 gibi farklı bir skorla sahaya gömer. Üçüncü maçında çok istediği Arsenal ile kapışır. Gözün gözü görmediği yoğun bir sise rağmen 55 bin kişinin takip ettiği maçta, Arsenal’i tekme tokat 4-3 yener. Sis o kadar yoğundur ki Dinamo maçın önemli bir kısmını 12 kişi ile oynar. Sahadaki fazla oyuncuyu ne rakip ne hakem ne de seyirci fark eder. İskoçya’dan Glasgow Rangers ile oynadığı dördüncü maçı da 2-2 bitirerek adadan yenilgi almadan ülkesine dönmeyi başarır.
“Spor husumet nedenidir”
Dinamo’nun ziyaretinin bitmesinin ardından George Orwell 14 Aralık 1945’te Tribune’de bir Değerlendirme kaleme alır. (*) Sporun, devletler tarafından kullanılmasından hoşnut değildir Orwell; Dinamo’nun maçlarında meydana gelen nahoş hadiseler (Arsenal maçında oyuncuların kavga etmesi, Glasgow’da bir meydan kavgasının çıkması, vb) onun spora dair menfi düşüncelerini tahkim eder:
“Dinamo takımının ziyareti artık sona erdiğine göre, Dinamo oyuncuları ülkemize gelmeden önce pek çok kişinin düşündüğü şeyi açıkça söyleme zamanı da geldi: Spor her zaman husumet nedenidir ve böyle bir ziyaretin İngiliz-Sovyet ilişkileri üzerindeki tek etkisi, bu ilişkiyi eskisinden biraz daha kötü hale getirmesidir.” (s.74)
Orwell’a göre, Dinamo’nun Britanya turunun tek çıktısı, iki tarafta da yeni düşmanlık tohumları ekmesi olmuştur. Zaten başka türlüsü de düşünülemez. Çünkü her zaman rekabete dayanır, taraflar kazanmak ister ve kazanmak adına da ellerinden geleni yapar. Parkta kendi takımınızı seçip arkadaşlarınızla eğlenmek için yaptığınızda spor keyifli olur. Ama bir itibar meselesine dönüştüğünde spor en vahşi mücadele güdülerini ayaklandırır:
“Bir okul maçında bile sahaya çıkmış olan herkes bilir bunu. Uluslararası spor karşılaşmaları sembolik savaştan başka bir şey değil bana göre. Asıl dikkat çekici olan, oyuncuların değil izleyicilerin tavırları; izleyicilerin arkasında da, bu saçma yarışmalar uğruna sinir krizi geçirecek hale gelen; koşmanın, zıplamanın ve top tepmenin –kısa süreliğine de olsa milli meziyetlerin ölçüsü olduğuna inan n uluslar var.” (s. 75)
“Ateşli silahların kullanılmadığı bir savaş”
Kriket gibi güce değil zarafete dayanan bir sporun bile husumete neden olduğunu belirten Orwell’ın nezdinde, herkesin sakatlandığı futbolda durum daha kötüdür. Ama düşmanlık yaratma konusunda en beteri bokstur.
“Dünyanın en korkunç manzaralarından biri, karma bir izleyici kitlesi önünde dövüşen beyaz ve zenci boksörler olsa gerek. Boks meraklıları hep iğrençtir zaten, özellikle boks meraklısı kadınların davranışları o kadar beter ki, bildiğim kadarıyla ordu onların boks müsabakalarını izlemesine izin vermiyor.” (s. 76)
Orwell’ı en rahatsız eden konu, sporun milliyetçi emeller için kullanılmasıdır. Bilhassa özgürlüklerini yeni kazanmış genç devletlerde heyecan en üst seviyede olduğundan spor müsabakaları saplantılı ruh hallerini daha fazla açığa çıkarır. Kazanmaya ihtiraslı bir şekilde bağlanma, adaleti ve oyunu kurallarına göre bir değer olmaktan çıkarır. Hileyle hurdayla olsa dahi insanlar galip gelmek ister; çünkü kazanmak onları üste çıkarırken kaybetmek onların kendilerine aşağılanmış hissetmelerine yol açar.
“Ciddi spor müsabakalarının fair play ile hiç mi hiç ilgisi yok. Nefretle, kıskançlıkla, böbürlenmeyle, kurallar hiçe saymakla ve şiddet sahneleri seyretmekten sadistçe bir zevk almakla ilgisi var daha çok; bir başka deyişle ateşli silahların kullanılmadığı birer savaş bunlar, adeta.” (s. 76-77)
Hayali toplulukların asli temsilcileri
Sporun kitlesel hayata doğrudan etki edecek düzeyde ilgi görmesinde, iki faktörün tayin edici olduğu söyler Orwell: Şehirleşme ve milliyetçilik. Şehirleşme, insanları hareketsiz ve sınırlı bir alanda yaşamalarına neden olur ve onların spora daha fazla yönelmeleri sonucunu doğurur. Kırsalda enerjisini dağıtacak birçok faaliyeti doğal olarak gerçekleştiren genç bir insan, şehre geldiğinde bu gücünü harcamak için spor aktivitelerine katılır.
Milliyetçilik ise sporu, milli mücadeleyi anlatma, tek tek bireyleri milletle özdeşleştirme ve milletlerin kendi üstünlüklerini diğerlerine ispatlama vesilesine dönüştürür. Eric Hobsbawm, bir futbol maçında kişinin millet kimliği içinde erimesini kendi tecrübesi üzerinden aktarır. 1929’da Avusturya ve İngiltere karşı karşıya gelirler. 12 yaşındaki Hobsbawm arkadaşlarıyla birlikte radyodan dinler bu maçı. Çocukların gözünde bu basit bir oyun değil, karşılıklı ulusal intikamların alınacağı ölesiye bir mücadeledir.
“Arkadaşlarım Avusturya iken, orada tek İngiliz oğlan çocuğu olan ben İngiltere idim. (Bereket versin ki maç beraberlikle bitti.) Bu şekilde oniki yaşındaki çocuklar takım tutma kavramını millete kadar genişletmiş oluyorlardı… Milyonların oluşturduğu hayali topluluk, onbir isimli bir ekipte daha gerçek görünmektedir. Birey, alkışlamakla yetinse bile, kendi milletinin bir sembolü haline gelmektedir.” (Hobsbawm, Milletler ve Milliyetçilik, s.170)
Çıplak uyarıcı
Spor, milliyetçiliğin en mühim yakıtlarından biridir. Orwell, bu nedenle, sporda dürüstlük, adil rekabet ve olimpiyat ruhu arayanları şaşkınlıkla izler. Ona göre, müsabakalar milletleri birbirlerine karşı tutuşturmak veya aralarında zaten var olan yangını daha fazla harlamaktan öte bir netice doğurmaz.
“Dünya çapındaki husumetlere yenilerini eklemek istiyorsanız yapabileceğiniz en iyi şey Yahudiler ve Araplar, Almanlar ve Çekler, Hintliler ve Britanyalılar, Ruslar ve Polonyalılar, İtalyanlar ve Yugoslavlar arasında, her biri yüz bin karma seyirci tarafından izlenecek bir dizi futbol maçı düzenlemektir. Uluslararası rekabetin temel nedenlerinden birinin spor olduğunu iddia etmiyorum elbette, ama büyük çaplı spor karşılaşmaları, milliyetçiliği körükleyen nedenlerin yan etkilerinden biri, bana kalırsa. Yine de ulusal şampiyonlar diye etiketlenen onbir kişilik takımları rakip bir takımla savaşa göndermek ve iki tarafa da yenilen ülkenin itibarını yitireceğini hissettirmek durumu kötüleştirmekten başka bir işe yaramıyor bence.” (s. 78)
Hakkı var elbette üstadın; salt Avrupa Şampiyonası sırasında üzerimize boca edilen milliyetçiliği anımsadığımızda onun çıplak uyarıcılığına ancak şapka çıkartabiliriz. Yine de sanki biraz fazla yüklenmiş spora, futbola. Futbolun milliyetçi gayeler için kullanımı bir vakıa ama futbolun insanlar ve ülkeler arasında ilişkin yumuşatan, dayanışma ve işbirliği bağlarını geliştiren taraflarını da yabana atmamak lazım.
Gerçi Orwell böyle düşünenleri naif bulur ve onların kendisini her seferinde hayrete düşürdüğünü söyler. Varsın bizim naifliğimiz de bu olsun!
(*) George Orwell, Sporun Ruhu, (b.y: Dali’den Kara Kurbağasına Bazı Düşünceler), Çeviri: Begüm Kovulmaz, Sel Yayıncılık, İstanbul, 2015, s. 74-78.