Uzaktan..

 

Korona virüsü aile içindeki bazı kuralları yerle yeksan etmiş durumda. Genelde telefon ve bilgisayar ekranı başında geçirdikleri zamanı belirli limitler içinde tutmaya çalıştığımız çocuklarımız, uzaktan eğitim günlerinde sabahın erken saatlerinde ekran başına oturuyorlar. Bundan önce ellerinde bu aletleri biraz fazla gördüğümüzde kızarken, şu günlerde çocukları sabahları kendi ellerimizle yataktan kaldırıp bilgisayar başına oturtuyoruz.

 

Önceden, hafta içi akşamlarda televizyon izleme zamanı en fazla 45 dakika ile kısıtlıyken, bu günlerde her akşam seyredilecek filmi içimizden biri seçiyor. Gençlik günlerimden bugüne kadar geçen zaman zarfında bile şu iki haftadır seyrettiğim kadar romantik komedi seyretmemiştim, iki kız çocuğu annesi olmanın getirdikleri!

 

Öte yandan uzaktan eğitim sistemi evimizde sıkı bir disiplin içinde işliyor. Ben anne olarak gerek okul müdiresi, gerek aşçı, gerek öğretmen, gerek servis elemanı olarak tüm gün mesaideyim. Çocuklar ise sabah sekiz gibi oturdukları bilgisayar başından öğle yemeği arası için kalkıp, sonra yine 16.00’ya kadar derse devam ediyorlar. Hal böyle olunca, uzun soluklu olacağa benzeyen evde kalma sürecini sağlıklı yönetebilmek için de bazı kuralları esnetmek lazım geliyor.

 

Öte yandan böyle bir durum ile karşı karşıya kaldığı için insanın öncelikleri de değişiyor sanırım. Günlük hayatın kuralları, davranış biçimleri, her gün düşünmeden takip ettiğimiz rutinler anlamlarını bir nebze yitirmiş durumdalar. Bu dönemde evde kalabilme şansına sahip insanlardan biriyim, bu farkındalık ile mikro bir eko sistem içinde hayatımızı devam ettiriyoruz. Evde kaldığım için ne canım sıkılıyor, ne de hapsolmuş hissediyorum; açıkçası olağanüstü şu günlerde sorunsuz bir şekilde hayata devam edebilme şartlarına sahip olmak yeterince değerli geliyor.

 

Her neyse, çocuklar sabah erken kalktıkları için yatma saati konusundaki kuralları yine de sıkıya yakın bir şekilde uygulamaya devam etmek gerekiyor. Ayrıca bu kural sayesinde ben de istediğim bir filmi seyredebilmek için fırsat yaratabilmiş oluyorum. Geçen hafta bu durumdan faydalanarak Amerikalı yönetmen Joseph Losey’nin üç filmini izleyebildim mesela; Eva (1962), The Servant (1963), The Accident (1967). Her bir film için ayrı ayrı yazılar yazmak mümkün tabii ama ortak bir tema olarak Losey’nin filmlerinde bir insanın başka bir insanla kurduğu tutkulu ilişkiye tanık oluyoruz. Bu tutku bazen karşılıklı, bazen eforik ama daha çok hastalıklı, karanlık, tek taraflı ve tüketici oluyor. İlişkileri ve ilişkilerdeki iletişimsizliği merceğine alan filmlerde, politika ve sınıfsal hiyerarşi konuları da güçlü bir şekilde işleniyor.

 

Kendisini “romantik bir Marxist” olarak tanımlayan, Joseph Losey (1909-1984) Wisconsin doğumlu bir tiyatro ve sinema direktörü. Tıp okumak üzere başladığı eğitiminde keskin bir dönüş yaparak tiyatroda karar kıldıktan sonra, Amerika’nın en iyi okullarından Dartmouth ve Harvard Üniversiteleri’ni bitiriyor. 1946-47 yıllarında Los Angeles’ta bulunan Alman tiyatro yönetmeni ve oyun yazarı Bertolt Brecht ile birlikte çalışıyor. Kariyerinin ilk dönemlerinde daha çok politik tiyatro yönetmenliği yaparken Amerika’nın 1940’ların sonundan 50’lerin ortasına kadar yaşadığı McCarthy döneminde komünist yönetmen olarak fişleniyor, ve mahkemenin kendisini ifadeye çağırmaya hazırlandığı haberini alınca da Avrupa’ya gidiyor. Yargılanma ihtimali ortadan kalktığında bile Amerika’da kendisine iş verilmediği için 1953 yılında İngiltere’ye yerleşiyor.

 

İlerleyen yıllarda Losey’nin yolu kendisinden 21 yaş küçük İngiliz yazar Harold Pinter ile kesişiyor ve 60’lar boyu ikili arasında yakın bir çalışma ilişkisi devam ediyor. Bu dönemde Losey, Pinter tarafından senaryolaştırılan üç film yapıyor. Yukarıda bahsettiğim The Servant ve Accident filmlerinin yanı sıra, 1970’te Losey tarafından çekilen The Go-Between filminin senaryosunu da yine Pinter yazmış. 1960’ların İngiltere’sinde toplumsal sınıf, insan ilişkileri ve cinsel temaların incelendiği bu filmler, hikâyenin ve karakterlerin çekim gücünün önüne geçmeden arka planda ince ama kuvvetli bir politik eleştiri sunuyor.

 

Internette Harold Pinter hakkında okurken, yazarın 2005 yılında Nobel edebiyat ödülü kabul konuşmasına denk geldim. O zaman hasta olduğu için ödül törenine katılamayan Pinter, önceden kaydedilen “Sanat, Gerçek ve Politika” başlıklı konuşması ile İsveç’te yapılan ödül törenine uzaktan katılabilmişti. 45 dakikalık bu konuşmada oyunlarını nasıl yazdığı, karakterlerine nasıl hayat verdiği, bir yazarın bireysel ve toplumsal sorumlulukları gibi konuların yanı sıra çok sert bir batı dünyası (özellikle Amerika ve İngiltere) eleştirisi de yapan Pinter konuşmasını şu sözlerle bitiriyor:

 

“Aynaya baktığımızda karşımızdaki görüntünün gerçek olduğunu düşünürüz. Ama bir milimetre kadar hareket ettiğimizde bu görüntü değişir. Aynada görebileceğimiz yansımalar sınırsızdır. Ancak bazen bir yazarın aynayı vurup kırması gerekir, çünkü aslında aynanın öteki tarafında gerçek bize bakıyordur.

 

Var olan ağır koşullara rağmen; vatandaş olarak toplumsal hayatlarımızdaki hakiki gerçekliği tanımlamak için cesur, net ve sağlam bir entelektüel kararlılığa sahip olmak en önemli yükümlülük olarak bizlerin üzerindedir, ve aslında bir zorunluluktur. Eğer böyle bir kararlılık bizim politik vizyonumuzda bulunmuyorsa, neredeyse kaybetmek üzere olduğumuz insan haysiyetini onarma ümidimiz de olamaz.”

 

 

 

- Advertisment -