1 Kasım 2015 seçimleri sonrasında siyasetin tekrar istikrar kazanacağı; özellikle de yönetimin önündeki en büyük sorunlardan biri olan bürokrasinin çıkardığı engellerin de aşılmasıyla yeniden inşa sürecinin hız kazanacağı öngörülüyordu. Ancak iç ve dış siyasette yaşananlar seçim olmadan bir değişimi ve o değişimle birlikte yeni bir dönemi zorunlu kıldı.
Bu döneme ait iç siyaset unsuru olarak, artık ülke siyaseti tamamen AKP ve onun liderliği tarafından belirlendiği için, sadece AKP liderliğini ve AKP içi dengeleri katabiliyoruz. Muhalefet partileri ve sivil toplum örgütleri olması gereken tartışma alanının tamamen dışında kaldı. İktidar yanlısı sivil toplum örgütleri bu sürece müdahale etme iradelerini büyük oranda teslim etmişti. Muhalif parti ve sivil toplum örgütleri ise tüm enerjilerini sadece Erdoğan karşıtlığına harcadıkları için kıymetli ve temellendirilmiş hiçbir önermede bulunamadılar. Orta vadede de böyle bir çaba gösteremeyecekleri açık.
Dış siyaset ise, gerek analiz edilmesinin, gerekse hangi tavrın daha doğru olacağı hususunda bir karar verip taraf olunmasının zorluğu bakımından çok daha çetrefilli bir alana işaret ediyor. Özellikle Suriye konusu tüm diğer ilişkileri de önemli ölçüde belirlediği için iktidarın önündeki ana problem haline gelmiş bulunuyor. Kürt sorununda çözüm sürecinin devam ettirilememesinin en önemli nedeni, PKK nin Suriye sorununun yarattığı alan boşluğunu değerlendirmek, uluslararası güçlerin de bu durumu kullanmak istemesi oldu. Suriye üzerinden Rusya ile yaşanan sorunun yarattığı ekonomik problemler de, Türkiye’nin dış siyasetinin doğruluklar barındırsa da revize edilmesi gerektiğini ortaya çıkardı. AB sürecinin de son dönemde Suriye konusunu da içine alan bir alanda tartışılması, mevcut dış siyaset stratejisinin değişikliğini bir kere daha zorunlu kaldı.
İç ve dış siyasette kısaca özetlenen bu durum, başbakanın değişimini ya da başbakanın siyasetinin değişimini zorunlu kılabilirdi. Ama maalesef bu değişiklik demokratik bir tartışma süreciyle değil, iç siyasette kariyer hedeflerinin, ayak kaydırmaların, güce tapınmanın, entelektüel kibirin tüm taraflarda iç içe geçerek işlemesi sonucu meydana geldi. Erdoğan burada kritik bir müdahalede bulunarak, demokratik değil ataerkil bir yöntemle de olsa lider olarak olaya el koydu ve sorunların daha da büyümesini engelledi. Ama tabii bu müdahalenin sonucunda tüm sorunlar çözülmüş değil; sorunlar orada olduğu yerde duruyor. Sadece bu sorunları yönetme şekli değişecek ve o yönetim şeklinin de başkanlık gibi bir projeyle yürütülecek cephe savaşı olarak devam edeceği bir dönem başlayacak.
Yaşanan bu süreçte taraf olarak duran ve medyada veya sosyal medyada yeralan isimler, süreci takımlarının galibiyeti ya da mağlubiyeti olarak gördükleri için, en objektif yorumlar beklediğimiz kalemlerden bile havaya da olsa kurşun sıkan yazılar görebildik. Oysa yaşanan süreç Türkiye’nin ve bölgenin en az bir yüzyılını belirleyecek. Bu süreçte çeşitli kesintiler ve taktik yöneliş değişimleri olabilir. Bugüne kadar daha farklı müdahaleleri bile liderliğin öngörülerinin doğruluğu üzerinden açıklayanların bugün bu öngörüleri hiçe sayması, çok da doğru bir yaklaşım oluşturmuyor.
Başkanlık sistemi en demokratik sistem olduğu için ya da tüm sorunları çözebilecek bir hap olduğu için değil, mevcut tıkanıklığın aşılmasında önemli ve değerli bir önerme olduğu için desteklenmeli. Ancak menzil kadar yolun ve yoldaşların da önemli olduğunu çok iyi bilen bir toplumsal kesimin önermesiyle, istenilen başkanlığın bu değerlere gerçekten sahip olan insanlara konuşma ve tartışma alanları açması ve sürecin ileride yeni yaralar yaratmayacak şekilde yönetilmesi gerekiyor. Burada da ana sorumluluk yine liderliğe düşüyor .