Sözümüzü baştan söyleyelim. Niyetim, herkesin başına gelebilecek acı bir olaydan yola çıkarak genç ve yetenekli bir polisiye yazarını linç etmek, fırsat bulmuşken ‘vurun abalıya’ demek değil… Emrah Serbes, başına gelen olaydan sonra, işlediği suçu bir haftalığına da olsa örtbas edip şoförüne atmak yerine kabullenseydi “Yazık oldu…” der; susardık. Fakat böyle bir olaydan kahramanlık devşirmeye kalkması ve sosyal mesajlarla dolu itiraf mektubunu kibirle donatması üzerine bize de birkaç kelam etme hakkı doğdu. Meramımı anlatmaya çalışacağım…
Gerçekliğin yok olduğu, her şeyin algılarla yönetildiği bir dünyada yaşıyoruz. Bize gösterilen/sunulan bir olayın/olgunun gerçek mi kurgu mu olduğu anlaşılmıyor. Gerçeklik kaybı öyle bir hale geldi ki bazen ‘gerçek’ bile ‘gerçek miyim’ diye kendinden şüpheye düşüyor… İşte zeki ve yetenekli polisiye yazarımız, bu şüphelerden yola çıkarak kendi kurgusunu yarattı. Yarattığı kurgu işe yaramayınca, bir kahraman edasıyla ortaya çıkarak yeni bir kurguya geçiş yaptı. Bu da gerçek değil, yaratılan kurgunun devamıdır belki de…
Televizyonun insanları nasıl aptal yerine koyduğunu, gerçek olmayan bir olayı nasıl gerçekmiş gibi yansıttığını 1998 yapımı ‘The Truman Show’ filmi çok iyi anlatır. Ünlü oyuncu Jim Carrey’nin hayat verdiği Truman, güzel karısı ile mutlu bir hayat sürmektedir. Bir gün, öldüğünü bildiği babasını sokakta görünce kafası karışır ve yaşadığı hayatı sorgulamaya başlar. Truman aslında herkesin hayranlıkla izlediği bir show programındaki figürden başka bir şey olmadığını, sahip olduğu hayatın gerçek dışı (kurmaca) olduğunu anlar…
Filmin üzerinden 20 yıl geçti, dünya değişti, teknoloji insan aklının sınırlarını zorluyor. Büyük televizyon şirketlerinin yaptığı gerçeklik algısını yönetme işini şimdi bireyler yapıyor. Her birey, teknolojinin yardımıyla kendi ‘gerçek olmayan’ dünyasında yaşayabiliyor. Bir süre sonra o kurguladıkları hayata inanıyorlar… Sosyal medya, gitmediği yerlere Photoshop yardımıyla gitmiş gibi gösteren, yaşamadığı hayatı yaşıyormuş gibi yapan insanlarla dolu. İşin daha da tuhafı bunlar fenomen olup özenilen hayranlıkla izlenen kişiler oluyorlar… Bu işten yüklüce para kazanan insanlar bile var.
Emrah Serbes’in kurguladığı olaya gelince; Türk sinemasında sıklıkla işlenmiş klişe bir yöntem aslında. Suçun parasız biri tarafından üstlenmesi, “Sen yat, ben içerde sana bakarım…” olayı biraz da. Bu klişenin en ünlü filmi Yılmaz Güney’in 1971 yılında yazıp yönettiği fakir kayıkçı Cemal’in hikâyesini işleyen Baba'dır . Film, işlemediği bir cinayeti iki çocuğu ve karısının istikbali için üstlenip cezaevine giren bir ‘babanın’ dramatik öyküsünü anlatır…
Bu olayda da benzer bir kurgu var. Yazdığı kitapların bir bölümü televizyonda dizi, sinemada film olan ünlü polisiye yazarı, İzmir’den Bodrum’daki evine doğru yol alırken aşırı sürat nedeniyle baba ile 16 yaşındaki çocuğun öldüğü, annenin ağır yaralandığı kazayı yapıyor. Bir ailenin yok olduğu olayda ilk kurgu olay yerinde yaşanıyor. Emrah Serbes’in arkadaşı ve şoförü Kenan Doğru, kazayı kendisinin yaptığını söylüyor adli mercilere… Tam ‘sen benim yerime yat, ben sana bakarım’ durumu. Öyle ya genç ve ünlü yazarımızın, kaybedeceği çok şey var, yeni projeler, kitaplar bekliyor. Bir de medyanın üzerine gelmesi hali var. Oysa Kenan’ın kaybedeceği, -özgürlüğü saymazsak- çok şey yok. Kurgu ilk etapta başarılı oluyor, Kenan hapse, Emrah özgürlüğe yürüyor.
Her şey yolunda giderken olayı soruşturan savcı, bu kurguya çomak sokuyor. Kaza yapan aracın patlayan hava yastıklarının üzerindeki kan örneği, tutuklanan Kenan Doğru ile uyuşmuyor. Yakalanacağını anlayan cinayet romanı yazarımız, ilk kurgunun elinde patlaması üzerine içine bolca vicdan sosu boca ettiği kibirli ‘itirafnamesini’ sosyal medyada paylaşıp teslim oluyor… Ne de olsa günümüz dünyası imaj üzerine kurulu, böyle acı bir olaydan ‘yakalanmayacağı halde vicdanına yenik düşerek teslim olan asil bir kahraman’ yaratılacak… Kurgu üzerine kurgu diye buna derim ben.
Emrah Serbes,i bu olayda bir kitabında, “Sanıldığı kadar kötü biri değilim. Ama sanıldığı kadar iyi biri de olmayabilirim” diye yazdığı kurgu roman kahramanında dönüştüğünü görüyoruz. 'Neyin gerçek, gerçek, neyin kurgu' olduğunu bir kez daha sorgulatıyor biz sessizce izleyenlere… Teslim olduktan sonra savcıya verdiği ifadede kaza sırasında uyuşturucu ve alkol almadığını, kırmızı ve yeşil reçeteli ilaç aldığını söylemiş. Bu kadar kurgunun olduğu bir yerde Serbes’in doğru söylediğini kabul etsek bile aldığı ilaçların araç kullanmak için çok tehlikeli olduğunu; başta dikkatsizlik olmak üzere birçok duyu kaybı yaşayacağını biliyor olması gerekmez miydi?
Bakın; ülkemiz 30 yıldan fazla bir süredir düşük yoğunluklu savaşın içinde. Teröre kurban verdiklerimizden çok daha fazlasını her yıl trafiğe kurban veriyoruz. Bu kazaların önemli bir bölümü direksiyona geçtiği zaman kural tanımaz, kendini yolların efendisi sanan Emrah gibiler nedeniyle oluyor. Şimdi bu ‘trafik canavarlığını’ işleyeni, önemli bir şahsiyet olduğu için görmezden mi geleceğiz, yok mu sayacağız?
Emrah Serbes, kendisini önemli şahsiyet katında çoktan gördüğü için tutuklandıktan sonra, polisler arasında cezaevine giderken “Hiçbir şey bir kızın hayatından daha değerli olamaz.” sözünü birkaç kez tekrarlayarak bağırdı. Kahramanımız belli ki kendini suç işleme özgülüğü katında görüyor ama 16 yaşında genç bir kızın buna engel olduğunu hissediyor. Hayatımda duyduğum en ahlaksız ve kibirli söz… Sanki kahramanımızın hayatının bundan sonraki bir bölümünü cezaevinde geçirmesine neden olan kazanın suçlusu 16 yaşında hayatına son verilen kızmış gibi… Toplumsal vicdana seslenirken bile vicdansızlık yapıyor Serbes… Bana bu yazıyı yazdıranda işte bu söz oldu. 20 yıl önce Truman kendisine kurgulanan bir show dünyasında yaşıyordu. Şimdi her yerde Trumanlar var. Kendileri kurgulayıp, kendileri inanıyorlar. Bizlerden de inanmamızı bekleyerek…