İyi manşet atmış Cumhuriyet: “78 kuşağı sesini kaybetti.” Mecaz değil. Ayda birkaç kez üniversite öğrencisi veya değil; genç veyageçkince biri katledilince cenaze törenini düzenleyip defini gerçekleştirmek genellikle 70’lerin en kitlesel Marksist sol hareketi Dev-Yol/Dev-Genç’e düşerdi. O trajik veda konuşmasını yapmak da O’na. İşinin zorluğu sokaktaki eğreti bir yüksekliğe, genellikle de omuzlara, tırmanıp kent gürültüsünde elindeki derme-çatma megafonla o kalabalığa sesini duyurmaktan ziyade maneviydi. Her seferinde yeniden konuşacak gücü ve sözü bulmak kolay olmasa gerekti.
Ama bulurdu. Hem de en hasını… Yapılmasına alışıldığı gibi ezber klişeleri tekrarlamadığından yerine başkası çıkarsa hayal kırıklığı olurdu. Bunu devrimci mücadelenin yoğun ve ağır gündemi öylesi birikime maddi, manevi fırsatı tanımadığından ortalama ajitatörlerin sahip olamadığı entelektüel birikimine borçluydu.
Tabii ki “ağzı iyi laf yapan” belagat ustasıydı. Ama o güzel sözü ardındaki klişeye yatkın kökenin boşalttığı bir için gölgesiyle de, kitabi bilmişlikle de değil; akılla donanmış militan bir enerjinin inandırıcılığıyla dile getirmesiyle farklılaşır ve farklılaştırırdı o trajik cenaze töreni eylemlerini, forumlarını.
Ama sadece cenazeler değil tabii. Zekası ve birikimiyle Kızıldere, Nurhak gibi sol liderlerin toplu katli, Deniz’lerin, sağın Marksist solla alakasız 27 Mayıs’ın intikamı/rövanşı niyetine şuursuzca idamı gibi yıldönümlerinin veya gündemsizlikten Vietnam-Kamboçya halkları mücadelelerine destek veya emperyalizmi, faşizmi lanetleme gibi rutin içerikli ve fraksiyonların terminoloji ve söylem pekiştirip varlık kanıtladığı konuşmalarla doldurulan rutin forumların da gözdesiydi. Üşenilmeyip okuduğu İ.Ü-Beyazıt’tan İTÜ’nün Maçka vadisine veya başka yerlerdeki okullara getirtilirdi. Ne yapıp-eder, otomatiğe bağlanmış ezberleri tekrarlamadan da bağlı ve liderlerinden olduğu grubun görüşlerini klişelere sığınmayan meşru terminolojisiyle dile getirmenin yolunu bulup hiç yoktan dinlenmeye değer bir mecra ve konu yaratıp, sıkmadan dinletmeyi becerirdi.
Bülent gibi yaratıcı istisnalar, dramları hakkında konuşulabilir anılara dönüştürmek kadar uyumsuzluktan kaynaklanan ironilere de neden olabiliyordu:
Unutmadığım vaka Akademi’nin (artık Mimar Sinan) giriş holü üst kat köprüsünden holü doldurmuş kitleye Dev-Yol’un öncü savaşı savunmasına rağmen bir türlü harekete geçmemesi eleştirilerine cevaben, Marx’a referansla: “ Biz gerektiğinde Almanca, gerektiğinde Fransızca konuşuruz!” cümlesi üzerine, (Marx müzakereye yatkın Alman işçi sınıfının ağırbaşlı mücadele geleneğini Almanca konuşmak; ayaklanıp sokağa dökülmeye yatkın Fransız işçi sınıfının ateşli geleneğini de Fransızca konuşmak diye adlandırmıştı.) arkamdan muhtemelen başka fraksiyondan olup ondan da pek hoşlanmadığı belli bir homurtu geldi: “Ukalaya bak ne yapalım çok dil biliyorsan?” Öyle Deniz Gezmiş gibi yağız-yiğit delikanlı, Mahir Çayan gibi de içli-derin Anadolu delikanlısı postürlü olmayan o zamanki çelimsiz bedeninden çıkan sözler o kalabalıktan herhangi biri olan görüntüsüne de çok yakışırdı. Sonra da sadece bir kez karşılaştım. Çerkesliği besbelli açık renk pala bıyık da tok sesine pek yakışmıştı. Dev-Genç’in İstanbul’daki başlıca vitrin karakteri olarak daha 13 Eylül’den vur emriyle arananlardan olması şaşırtıcı değildi. Ama oturup vurulmayı bekleyecek tabiatta olmayıp Fransızca konuşmayı da iş bellemiş aktif bir devrimci olarak, önce Avrupa’ya oradan da Filistin’e savaşmaya gidip sonra dönmüş. Kendisi gibi Che Guavera’nın Mahir Çayan’ın bu dünyadaki son mirasçılarından biri olarak Devrimci Yol’un ağabeyi Nasuh Mitap’ın Kırklareli’ndeki kitlesel veda töreninde konuştu mu bilmem, ama değilse eksik olmuş. Zamanların hızlı değiştiğini hep yenisi eklenen telafisi olmayan kayıplar öğretiyor. O kadar inandırıcı ve davetkâr maddeci bir hatipten çağrı dinlemek tekrar nasip olur mu kim bilir?
Eski ANAP’lılardan biri Türkiye’nin 60’lardan beri elli yıldır gençlik hareketleri içinde siyasi tecrübe kazanmış gençlerini formel siyasi pratiğe devşirememiş olmanın eksiğini çok çektiğini ifade etmişti. Özellikle de sol için geçerli bir tespit bu. Sağ hep Aydınlar Ocağı gibi devlet güvenceli yarı-resmi ideolojik hegemonların Türk-İslam şemsiyesi altında birleşik hareket ettiğinden ve Refah, AKP, olmadı cemaat gibi İslamcı adreslerin yanı sıra epeydir ülkü ocağı türevli faşizan eğilimlerce beslenmek üzere MHP gibi bir adresi de hazır tuttuğundan o kanalları zaten açıktı. Lüzumundan uzun yaşamış ithal ikâmeci ekonominin Necip Fazıl tutuculuğuna hapsolmuş kültür ortamı ve neredeyse Sovyetik bürokratik devlet kapalılığıyla yönetilen siyasal rejiminin biraraya gelmesiyle ortaya çıkmış kasvetli, kavruk ve ezik sosyal ortamında binbir dolabın döndüğü siyaseten karanlık zamanlarından samimi ve zeki bir parlaklıkla sıyrılarak mücadelenin ön safına atılmış bir Bülent Uluer’e tercih edilesi bir siyasetçi ve/ya kadrolu tv yorumcusu kanaat önderi profili iş başında da ben mi kaçırıyorum? HDP Ertuğrul Kürkçü’yü bünyeye dahil edebildi. İyi de etti. Keşke gücü Bülent’e de yetseymiş. Eminim parlaklığıyla verecek daha çok şeyi vardı. Hiç değilse ders olup başkalarının vakit varken aktif formel siyasete katılmalarına vesile olsa.
Evet sesimizdi ama anlattığım gibi daha ziyade de trajik haleti ruhiyelerin ve zor zamanların… O nedenle olsa gerek dost yakınlığında olmasak da acıyı söyleyen bir dostu yitirmiş hissettim.
Başta ailesi, solun, emekçi sınıfların ve mağdurluğu tatmış tüm sosyal grupların başı sağolsun. İstikrarlı, tecrübeli ve yaratıcı bir zekalarını yüreğiyle de birlikte yitirdiler. Nurhak kurbanı Sinan Cemgil ve arkadaşlarına hapishanede yakılmış ağıtın o tören ve forumlarda sık tekrarlanan dizesiydi: “Böyle kalır sanma devran, yola devam eder kervan!..” Eder mi?.. Hangi yola? O zamanlar kastedilene mi? Yoksa şimdiye kadar hep gittiğine mi?