Çevremizde meydana gelen bir çok olayın dışında kalıyoruz. Örneğin, geçtiğimiz günlerde Rusya’nın Ukrayna’dan kaçırdığı çocukların iadesinin Katar tarafından sağlandığını gördük. Arkadan Hamas’ın 7 Ekim tarihli terör saldırısı sırasında kaçırdığı 200 küsur rehine arasından iki ABD vatandaşının serbest bırakılması da Katar’ın arabuluculuğuyla gerçekleşti. Oysa böyle bir rol, savaştaki her iki tarafla iyi ilişkiler içinde olmakla övünen iktidarımızın olabilirdi. Aynı şekilde Bakanın yazısının mürekkebi henüz kurumadan patlayan Hamas-İsrail savaşında iktidarımız iştiyakla arabuluculuk hevesini dile getirmiş olmakla beraber, her iki taraftan da bu konuda bir işaret almamıştır. Gerçi her ikisinin de savaşı durdurmak niyeti olmaması arabuluculuk gayretlerinin bir yere varmasını haliyle engellemekteydi. Oysa, iktidar savaş patladığından bu yana gayet ılımlı bir çizgi benimsemiş, örneğin 15 Ekim günü İstanbul’da bazı İslamcı partiler tarafından düzenlenen Filistin mitingine destek vermemek suretiyle sönük geçmesini sağlamıştır. Ancak her an çizgi değiştirmekle ünlenen iktidarımızın ılımlı çizgisinin kalıcı olup olmayacağı konusunda bir teminat mevcut olmadığı için haliyle savaşın durdurulması gayretlerine dahil edilmiyor ve örneğin bölgeyi turlayan Batılı devlet liderleri ülkemize uğrama ihtiyacını, en azından şimdiye kadar duymamış oluyorlar.
Bakanın uzmanlar tarafından kaleme alınmış olması muhtemel yazısında dünyanın jeopolitik durumu hakkında çekilen fotoğraf tabii ki çok doğrudur. Aslında tüm dış politika analizlerinde 1945 sonrası dünyanın durumu benzer bir şekilde irdelenmekte, bu analizlerde örneğin İkinci Dünya Savaşı sonrasında kurulan uluslararası teşkilat yapısının bugünün ihtiyaçlarına uymadığı görüşlerine sıklıkla rastlanmaktadır. Bunlarda yenilik olmaması bir eleştiri konusu olmamalı bence. Bakanın ve Dışişleri bürokrasisinin dünyaya bakış açısının rasyonel olması bir yerde memnuniyet kaynağı olmalıdır.
Bakan sadece manzarayı tarif etmemekte, ayrıca iktidarın kendinden menkul “Türkiye Yüzyılında” sorun çözücü olma arzusunu dile getirmekte, kutuplaşma yerine tesanüte (solidarity) dayalı bir uluslararası sistem kurmak istediğini söylemektedir. Bu sistemin temel unsurları arasında ortak değerlerden bahsedilmekte, ancak bunların neler olduğu tasrih edilmemektedir. Ne yazık ki bugünkü dünyada tüm oyuncular aynı değerleri paylaşmıyorlar. Türkiye dahil Doğunun değerleriyle Batınınkiler arasında uçuruma varan bir fark var. Aynı şekilde yazıda zikri geçen ortak hedeflerin de fiiliyatta pek mevcut olmadığını, tersine iki kutupluluktan sonra kaotik bir ortama sürüklenen dünyamızda her ülkenin diğerlerinkilerle bağdaşmayan hedefler benimsediğini söylemek geriyor.
Yazının sonraki bölümlerinde Türk dış politikasının karşılaştığı sınamalara teker teker yer veriliyor. Burada da genelde yuvarlak laflar, iktidarın tek taraflı değerlendirmeleri karşımıza çıkıyor. Örneğin ülkemizin yüzbinlerce Suriyelinin evlerine geri gitmelerine yardımcı olduğu ifade edilmektedir. Aslında geri giden Suriyelilerin önemli bir bölümü evlerine değil, kendi mahallerinden uzak, ancak TSK ile müttefiklerinin kontrol ettiği, daha önce Kürtlerin oturduğu bölgelere yerleştirildikleri herkesçe malumdur.
Orta Doğu bölümü son haftaların gelişmeleri karşısında geçerliliğini bir hayli kaybetmiş durumda. Bölgedeki büyük tehditlerin başında terör denmesi önemli bir öngörü şeklinde yorumlanabilir ama HAMAS’tan bahsedilmemiş olması, Batı ülkelerinin aynen PKK gibi onu bir terörist örgüt olarak tanımlamasına karşılık olarak, Türkiye’nin bunu yapmaya yanaşmaması haliyle bir eksikliktir. Filistin sorununun çözümünün iki devletten geçmekte olmasının vurgulanması şaşırtıcı değildir. Çoğu ülke bunu söylemekte ancak bu çözümün gerçekleşmesi hala çok uzaklarda bir ihtimal. Yine de bu konuda Bakanın yazısının orijinal bir içerik taşıması pek beklenemezdi.
Makalenin Ukrayna bölümü da şaşırtıcı olmamıştır. İktidarımız Rus istilası başladığından bu yana kendine mahsus bir denge sürdürmeye çalışmış olup bu yazı o dengeyi yansıtmaktan ibaret sayılmalıdır. Örneğin iki ülke arasındaki savaştan bahsediliyor, ancak bu savaşın Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısıyla başladığına dikkat çekilmiyor. Yine de Ukrayna’nın bağımsızlığı ile toprak bütünlüğüne yapılan vurgu terazinin Rusya lehine kaymasını engellemektedir. Ancak bu savaşın da bitmesi için vazgeçilmez koşul olan iki tarafın iradesi mevcut olmadığı sürece Türkiye dahil üçüncü ülkelerin yapabilecekleri bir hayli sınırlıdır. Diğer taraftan iktidarımızın haklı olarak rol almakla iftihar ettiği Tahıl Koridoru Anlaşmasının Temmuz ayında sona erdikten sonra yenilenmemiş olmasının alternatif güzergahlar sayesinde yeni krizlere yol açmadığı da açıktır.
Müteakip bölümlerde Türkiye’nin Doğu komşuları ile ilgili sorunları ve olası çözüm yollarıyla ile ilgili irdelemeler yer almaktadır. Vurgu barış ve müzakereler yoluyla sorun çözmeye verilmekte ancak pratikte bunun her zaman öyle olmadığını geçtiğimiz ay Azerbaycan’ın silah zoruyla Karabağ’a el koymasında gördük. Diğer komşularla ilişkilerde de vurgu hep “kazan-kazan” teması işleniyor. Ancak ülkemizin Bosna-Hersek, Kosova, Afganistan vs gibi ülkelerin karşılaştığı sorunların çözümünde ne şekilde yardımcı olabileceği pek açık değildir.
Yunanistan bölümünde de yine pozitif gündeme dikkat çekiliyor, Türkiye’nin bir çok alanda güveni tesis edecek adımlar atmaya hazır olduğu söyleniyor, ancak iki ülke arasında onyıllardan beri devam eden Ege sorunlarından bahsedilmemekte, dolayısıyla onların ne şekilde çözülebileceği konusunda herhangi bir ipucu verilmemektedir.
Kıbrıs konusunda bir takım bocalamalardan sonra bir ara terk edildiği tahmin edilen KKTC’nin bağımsızlığının tanınması isteği tekrar edilmektedir. Bu defa tanıma masaya oturmanın ön şartı olarak öne sürülmese dahi gerçekleşmesinin mümkün olmadığı, Azerbaycan başta olmak üzere Türkiye’nin yakınlarından hiç birinin bu adımı atmayacağı sanırım bellidir. Zaten Kıbrıs sorunu konusunda yeniden masaya oturma yönünde taraflarda irade olduğunu söylemek mümkün değil sanırım.
NATO ile ilgili paragrafta, Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısının yarattığı yeni sınamaya değinilmemekte, terörle mücadeleye verilen önem vurgulanmakta, ancak NATO’nun genişlemesi ile ilgili ve özellikle İsveç’in adaylığının ne zaman onaylanacağına dair hiçbir işaret verilmemektedir.
AB ile ilişkiler bölümü bana hakikaten gerçek üstü geldi. Nereden çıkarılmışsa, katılma müzakerelerin teknik mahiyette olduğu iddiasıyla, siyasetten arındırılmaları ve bu şekilde ilerlemeleri gerektiği görüşü bütün yazıda bana orijinal gelen tek görüştür diyebilirim. AB katılma sürecinin teknik olduğu kadar, hatta ondan daha fazla siyasi mahiyette olduğunu bence bilmeyen yok. Yazıda son zamanlarda Cumhurbaşkanının dile getirdiği, Türkiye olmaksızın AB’nin bir stratejik bütün olmayacağı görüşü ifade ediliyor. Buradaki ima, ülkemizin tüm eksikliklerine rağmen sırf olası stratejik katkısı nedeniyle Birliğe dahil edilmesi gerektiği yönündedir sanırım. Katılmanın gereklerinden, değişik AB kurumlarının müzakerelerin tekrar başlaması için atılması şart olduğunu hatırlattığı adımlardan metinde hiç bahis yok. Bununla birlikte paragrafın son cümlesinde sanki sonradan eklendiği izlenimini veren reform gayretlerine yeni bir ivme verildiği ifadesi dikkat çekmektedir. Bu reformların içeriği hakkında hiç bilgi verilmemesi tabii bir takım soru işaretlerine yol açmaktadır.
Yazının sonraki bölümlerinde bölgesel ekonomik yapılanmalara hız verilmesine atfedilen önem anlatılmakta, Türkiye’nin dünyanın ilk on ekonomisi içine girme hedefi istikametinde bir refah alanı yaratmak istendiği genel bir takım ifadelerle dile getirilmektedir. Bahsedilen projelerin ne kadarının gerçekçi olduğunu zaman gösterecektir.
Özet olarak, Bakanın yazısında yeni bir şeye rastlamak mümkün olmamaktadır. Yine de söylemin yumuşak tonlu ve saldırganlıktan uzak olması, göreve geldiğinden bu yana takip ettiği çizgi ile uyumlu gözükmektedir. Ancak, bugünkü Türkiye’de Dışişleri Bakanı ne kadar ehil olsa da, kendisi de bir bürokrattan farklı değil. İlk ve son söz yine en tepedekindedir.