Geçen hafta seçimlerin ardından son yılların en grotesk tartışması yaşandı.
Tartışmanın merkezinde, CHP’li belediye başkanlarının göreve başlarken yaptıkları vardı.
Ekrem İmamoğlu, görevinin ilk günü makam odasında geniş ailesini ağırladı, çağırdığı beyaz takkeli imamın okuduğu duaya aile üyeleri amin dediler, bunun videosu da sosyal medya hesaplarından paylaşıldı.
Balıkesir’in 72 yıl sonraki ilk CHP’li belediye başkanı olan Ahmet Akın ise, ilk gününün sabahında Zağnos Paşa camisine sabah namazına gitti ve videosunu paylaştı.
İki gün sonra da aynı camide Kadir Gecesi için mevlit programı organize etti.
Tıpkı İzmir Konak’ın CHP’li kadın belediye başkanı gibi. O da Kadir Gecesi’ni iftar daveti vererek idrak etti.
CHP’li Alaşehir ve Gemlik belediye başkanları Kuran’ı öpüp başlarına koyarak göreve başladılar. Hatta Alaşehir Belediye başkanı biraz daha ileri gidip “Kutsal kitabın öngördüğü şekilde dinimizin tüm değerlerine sahip çıkacağım” diye söz bile verdi.
CHP’li Bursa belediye başkanı bütün kampanya boyunca defalarca teravih ve sabah namazlarından video paylaştı.
Ataşehir, Tuzla, Çerkezköy’deki CHP adayları ise promosyon olarak zikirmatik, seccade, tespih dağıtmışlardı.
CHP’li başkanlar Ramazan boyu iftarlar, sahurlar, teravihlerden bildirdiler. Yeni seçilen başkanlar, “Behzat Ç.” de dahil olmak üzere “Kadir Gecemizi tebrik eden” mesajlar paylaştılar.
Buraya kadar grotesk bir şey yok.
Grotesk kısmı ise bundan sonra başladı.
Bir grup muhalif İslamcı, CHP’li başkanların, özellikle de İmamoğlu’nun yaptığına “din istismarı” dedi ve CHP’lileri bu yapılanın laikliğe aykırı olduğuna ikna etmeye çalıştı ve ne oldu?
Fena linç yediler.
En sık duydukları ve en kibar cümle şuydu:
“Ne var ki bunda?”
Gerçekten de bunda ne vardı ki?
Ama Türkiye’nin yakın tarihinde “bunda” çok şey bulunmuştu.
Tarih 15 Nisan 1994…
24 Mart 1994 yerel seçimlerinde sürpriz bir şekilde İBB başkanı seçilen Refah Partili Recep Tayyip Erdoğan, Belediye Meclisi’nin ilk toplantısını açıyor.
Laiklik korkuları zirve yapmış. Başkanlardan, göreve gelir gelmez otobüslerde kadın ve erkeklerin ayrılması bekleniyor. Daha hiçbir adım atmamışlarken, laiklik gösterileri yapılıyor.
Erdoğan, Refah’ın azınlıkta olduğu Belediye Meclisi’ni açarken üyeleri “Tarihteki Türk büyükleri ve şimdiye kadar görev yapan, hayatta olmayan İstanbul belediye başkanları için fatiha” okumaya davet ediyor.
Ortalık bir anda karışıyor.
SHP, DSP, ANAP ve DYP’li üyeler Atatürk için saygı duruşu yapılması için önerge veriyorlar. Sonra da ayağa kalkıp saygı duruşuna geçiyorlar. Erdoğan ve Refahlı üyeler de onlara katılıyor.
Ertesi gün olay gazetelerde bir laiklik krizine dönüyor. “Şeriatçı başkan”lı manşetler atılıyor.
Ama olaylar burada da durulmuyor.
İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı, Erdoğan hakkında soruşturma başlatıyor.
Kriz, birkaç gün sonra Erdoğan’ın bu kez aylardır büyük kuraklık yaşayan İstanbul’a yağmur yağması için yağmur duasına çıkacaklarını söylemesiyle iyice tırmanıyor.
Protesto gösterileri oluyor, gazete manşetleri “şeriatçı başkanı” bir kez daha kınıyor ve ayıplıyor.
Nihayet, bir hafta sonra 76 ilin Cumhuriyet Başsavcısı, Refahlı belediye başkanlarını hedef alan bir laiklik uyarısı yayınlıyor.
Peki, savcıları belediye başkanlarına karşı yayınladıkları laiklik muhtırası için kim kutluyor?
Tabii, o günlerin CHP’si SHP’nin genel başkanı.
Yani bundan 30 yıl önce, makam odasına mevlithan çağırtıp dua okuyarak göreve başlamak değil, göreve fatiha okuyarak başlamak bile, “ne var ki bunda” denmeyecek ciddi bir kriz konusuydu.
Hatta daha yakın zamanlarda, bugün CHP’li başkanların yaptıklarını yapmak, Türkiye’de parti kapatma iddianamesine delil olarak bile giriyordu.
Fazilet Partisi kapatma davasında “Fazilet Partili Altındağ Belediye Başkanı Mehmet Ziya Kahraman’ın 1999’da Belediye Meclisi toplantısına, bazı meclis üyelerinin şiddetli muhalefetine rağmen, Fazilet Partili Belediye Meclisi Üyesi Havva Bektaş’ın başörtülü olarak katılmasına izin vermesi,” partinin laiklik karşıtı eylemlerinden biri olarak yer almıştı.
AK Parti hakkında 2008’de açılan kapatma davasının delilleri arasında d,a bugün CHP’li belediye başkanlarının özgürce yaptığı eylemler, laikliğe karşı odak olma suçuna delil olarak sıralanmıştı.
Bir kaçını hatırlayalım:
“2005 yılında Samsun Gazi Beldesi Belediye Başkanı, Adalet ve Kalkınma Partili Süleyman Kaldırım’ın önsöz yazdığı ‘Muhtasar İlmihal -Resimli Namaz Hocası’nı ilköğretim okulu öğrencilerine 2005 yılı Eylül ayında bedava dağıtması…
“Dinar İlçesi’nin AKP’li başkanı Mustafa Tarlacı, 2005 yılı Ramazan ayı boyunca 8 camide teravih namazı kıldırdı…
“AK Parti Eyüp Belediye Başkanı Ahmet Genç, 2006 yılı Ramazan ayında Eyüp Sultan Cami bahçesine kurulan Ramazan çadırına ismini ve sıfatını içeren afişler astırttı…
“AKP’li Kocaeli Büyükşehir Belediye Başkanı İbrahim Karaosmanoğlu, 2006 tarihinde üzerinde kartviziti ve AKP logosu bulunan 5.000 adet Kuran-ı Kerim’i Büyükşehir amblemini taşıyan çantalar içerisinde belediye personeli aracılığıyla kentte dağıttırdı…
“AKP’li Bolu Belediye Başkanı Alaaddin Yılmaz, 2004 yılı Kasım ve Aralık aylarında belediyenin görevleri içerisinde bulunmadığı halde belediyeye ait otobüsü seyyar mescit haline dönüştürdü…
“AKP Gençlik Kolları Ankara İl Başkanlığı tarafından 2006 yılında “Hoş geldin Ya Şehr-i Ramazan”, “Adalet ve Kalkınma Partisi Gençlik Kolları Ankara İl Başkanlığı İftar Çadırı” yazıları ile iftar çadırı açıldığının belirlendi….
“AKP’li Isparta Belediye Başkanı Hasan Balaman’ın Isparta Müftülüğü tarafından düzenlenen ‘Hafızlık Taç Giyme Töreninde’ yaptığı konuşmada; “başörtülü bir kadın da belediye başkanı, daire başkanı olabilmeli, imam hatipli bir kişinin hırsız veya uğursuz olduğu görülmemiştir” dediği…”
Abdurrahman Yalçınkaya’nın, bundan sadece 15 yıl önce yazdığı iddianamedeki delilleri, böyle uzayıp gidiyor.
O günlerde kimse bunlar için “ne var bunlarda” demiyordu. Çünkü o güne kadar siyasetçiler benzer şeyleri pek yapmamışlardı.
Geçmişe doğru gittikçe, dinin kamusal hayattaki görünürlüğü yavaş yavaş kayboluyor.
28 Şubat postmodern darbesini tetikleyen en büyük kriz, Erbakan’ın başbakanlık konutunda bazı tarikat liderlerine verdiği iftardı.
Çünkü 90’ların başında Çankaya Köşkü’nde Özal’ın verdiği iftar davetine kadar, resmi makamlarda benzer bir organizasyon hiç yapılmamıştı.
Demirel, Ecevit, Menderes, İnönü dönemlerinde, bırakın iftar davetlerini, başbakanlar ve cumhurbaşkanları cenaze namazı dışında camilerde görünmez, Ramazan’da oruç tutup tutmadıkları bilinmezdi. Suudi Arabistan ziyareti sırasında Kabe’ye gidip ihramla umre yapmaya cesaret eden ilk cumhurbaşkanı, Kenan Evren olmuştu.
Çünkü Kemalist Cumhuriyet’in kamusal alanında dinin görünürlüğü, Diyanet ve camilerle sınırlandırılmıştı.
Dini semboller ve dini terminoloji kullanan siyasetçiler dönemine göre ya irticacılıkla suçlanırdı, ya da en kibarı dini siyasete alet etmekle.
Dindar bir halk ile dinin görünmediği bir devlet ve kamusal alan şizofrenisi, siyasetçilerle toplum arasındaki duygusal makası da hep açık bıraktı.
Benzer biçimde, resmi kamusal alanda Kürtler de Kürt kimlikleriyle, dilleriyle uzun yıllar boyunca görünemediler.
Tam olarak, Kemalist Cumhuriyet’in kamusal alanında tek bir kimlik ve kültür geçerliydi; vatandaşların dinleri, farklı dilleri ve kültürleri kamusal alanda görünmez kılınmıştı.
Bu ikiyüzlü, çift karakterli bir toplum ve siyaset yaratmıştı.
Merkez sağ partiler, laik devlet ile dindar halk arasında bir tampon bölge rolü oynadılar uzun süre. Dindar halka karşı laikliği, laik devlete karşı dindar halkı savundular, ama kırmızı çizgileri asla aşmadan.
70’lerden itibaren bir grup seküler entelektüel, bu Kemalist cumhuriyetçiliğe, baskıcı laikliğe ve tek tipçi milliyetçiliğe itiraz etmeye başladı.
Kürtler ve dindarların kamusal alanda görünme, temsil edilme taleplerine destek verdiler.
Resmi tarihte yazmayan tarihi gerçekleri literatüre soktular.
Sadece iyi akademisyenler, dürüst entelektüeller oldukları ve resmi devlet çizgisinden saptıkları için, uzun yıllar gericileri ve bölücüleri cesaretlendirmekle, meşrulaştırmakla, hatta onlara yol açmakla suçlandılar.
Atatürk düşmanı, liboş, İkinci Cumhuriyetçi, sonra YAE’ci diye adlar takıldı; bugün artık bütün bu dedikodu düzeyindeki suçlamaların akademik bir adı bile var: post-Kemalistler…
Haklarında akademik mi siyasi mi olduğu belirsiz öfkeli makaleler yazılıyor; bu post-Kemalistlerin Cumhuriyet okumasıyla bugünlerimize neden olduğu iddia ediliyor.
Halbuki AK Parti’nin bugün ne yaptığı, geçmişte yaşanan tarihi gerçekleri değiştirmiyor.
Sokrates’in yargılanması zamanın şartlarına göre değerlendirilemeyeceği gibi, Cumhuriyet’in uygulamaları hakkındaki ahlaki ve fikri kanaatler de bugünün ihtiyaçlarına göre değiştirilemez.
Katliam katliamdır, adaletsizlik adaletsizliktir, baskı baskıdır, ayrımcılık da ayrımcılık.
Peki o halde post-Kemalistler niye suçlanıyorlar?
Mesela bundan 40 yıl önceden itibaren şöyle şeyler söyledikleri; çevre-merkez, halk-devlet karşıtlığı gibi tezler ileri sürdükleri için suçlanıyorlar:
“Devletle millet yarışırsa millet kazanır. Kurucu irade refleksi CHP’nin gündelik yöneticilerini hep devletin tarafında olmaya itiyor. Devletin tarafında olduğunuzda milletin tarafında olamıyorsunuz. Bizde şöyle bir gerçek var; bu ülkede insanlar devleti severler, devletin emriyle askere giderler, canlarını vermeyi göze alırlar, devletlerine laf söyletmezler. Ama devlet karşılarına geçerse de gereğini yaparlar. Devlet milleti yönetmeye kalktığında direnir. Örnek, 1983 Kenan Evren. Bu asker kökenliyi seçeceksiniz dedi, millete istikamet verdi, büyük bir şokla Özal geldi. Özal da şaşırdı ama devlet-millet rekabetinde millet kazandı.”
Ya da mesela 30 yıl boyunca başörtüsü yasakçılığına karşı şöyle direndikleri için de suçlanıyorlar:
“O gün ne oluyordu biliyor musunuz, devlet milletin ne giyeceğine karışıyordu. Devletle millet karşı karşıya geldi o gün. Ve devlet üniversitelerde başörtüsü yasağı getirdi. Aynı görüşteki erkekler üniversiteye giriyorken sadece kadın öğrenciyi dışarıda tutmak kadın-erkek eşitsizliğidir. Kaldı ki her başını örteni siyasal İslamcı, her başını örteni cumhuriyet düşmanı ilan etmek; sen kimsin de buna karar veriyorsun? O gün mesela bazı CHP’liler yanlışlıkla devletin tarafını tuttular. Oysa CHP’liler orduevlerine başörtüsüyle girmeme talimatı verenin gırtlağına yapışmalıydılar.”
Neyse ki gecikmeli de olsa bugün bu post-Kemalist tezleri, 50 yıl sonra ilk kez partisini birinci parti yapmış CHP’nin genel başkanı Özgür Özel, Halk TV ekranında söylüyor.
CHP’nin açık farkla seçim kazanmış başkanları makam odalarında dua okutuyor, göreve sabah namazına giderek ya da Kuran’ı öperek başlıyorlar. İstanbul Belediye Başkanı Kürtçe bilmediği için hayıflanıyor.
Samimiler mi yoksa bunlar sadece taktik mi, bilmiyoruz.
Kesin olan, artık eski Cumhuriyetçi-Kemalist dil ve yöntemlerle siyaset yapamadıkları, toplumla iletişim kuramadıkları…
Bir CHP’li siyasetçi için artık merkeze yönelmek, iktidar olmak, geniş kitlelerden oy almak için siyaset yapmanın yolu ve yöntemi çok açık; Cumhuriyetçi-Kemalist dili ve tarzı aşmak, onları esnetmek…
Belki gömleği tümden çıkardık demiyorlar, ama başka gömleklerle etrafta geziyorlar.
Zaten önemli olan da bu.
Samimiler ya değiller, ama günün sonunda teravihten video atarak, zikirmatik, seccade dağıtarak, sabah namazına giderek, makam odasında dua okuyarak, Kürtlerin haklarına saygı duyduklarını belli ederek seçimleri kazandılar ve seçim başarıları eski ideolojik takıntıları da önemsizleştirdi.
Kimse artık o ideolojik takıntılara takılmıyor. Kimsenin takılmasını da istemiyorlar.
O yüzden İmamoğlu’nun makam odasında imamlı duası haber bile olmadı.
15 yıl önce parti kapatma gerekçesi olan eylemler, şimdi o parti kapatmayı savunanlarca tekrarlanıyor ve başkası yaptığında “dini sömürü” diyenler bu kez “ne var ki bunda” diyorlar.
Ama bunu derken “artık bu normal, aşalım bunları” da demiş olmuyorlar.
Bu eylemleri eleştirenlere, “Seçimleri kazanmak için bu yapılması gerekiyorsa, siyasetçilerimiz bunu yapsınlar, neden gıcıklık yapıp, ortalığı bulandırıyorsun, ne gerek var” diyorlar aslında.
Tam da bu aşırı pragmatizm, bu değişimin zayıf karnı. CHP’deki bu değişim de, Cumhuriyet’in diğer reformları gibi, yarım yamalak jakoben.
Tepede yaşanıyor ama tabana dayatılamıyor.
Duvarında Erdoğan ve Mahmut Ustaosmanoğlu’nun fotoğrafı asılı Erzurumlu Mahruze Teyze’nin bu kez oyunu almaya başaran Ekrem İmamoğlu’nun, bu siyasi becerisi ve herkese hitap eden profili takdir ediliyor. Ama Mahruze Teyze’nin siyaseten “kandırılması”ndan çok memnun olanlar, mesela onun gönül verdiği tarikatın da kapatılmasını savunabiliyor. Oralarda henüz bir esneme yok.
Bu herkesin oyunu alabilme, onlarla konuşabilme işlerini, mesela İmamoğlu’nun, Yavaş’ın onlar adına yapıp halletmesini, ama kendilerini bu işe bulaştırmamasını istiyorlar.
Bir gün Mahruze Teyze, Halk TV ve Sözcü TV’yi açıp izlediğinde bu gerçekle karşılaşabilir.
Çünkü herkesin CHP’li komşusu İmamoğlu, Yavaş ya da Kılıçdaroğlu değil.
Yine de Ramazan’ın son günleri hüsnü zanı elden bırakmamakta fayda var. Eski Kemalist tarzların, dilin artık işlevsiz, demode kalması, bunun tam itiraf edilmese de anlaşılması, CHP genel başkanının liberal, az önce Şerif Mardin, İdris Küçükömer okumuş gibi konuşması bile önemlidir.
Büyük değişimler, kıtaların hareketleri, suların yükselmesi gibi yavaş yavaş oluyor.
30 yıl önce Erdoğan yaptığında hakkında soruşturma açılanı 30 yıl sonra İmamoğlu yapınca “ne var bunda” deniyor. 15 yıl önce parti kapatma delili olan, 15 yıl sonra seçim kazanma taktiği oluyor.
Ve bunlar çelişki değil, kıtaların ağır ağır hareketi…
O halde biraz erken de olsa, vakit henüz tam girmese de teşvik için, haydi aşkla hep birlikte: Merhaba ey post-Kemalist CHP.