Kokulu üzüm zamanıydı… Henüz 10-11 yaşlarındaydım. Ramazan ayında oruç tutmak istiyordum. Özeniyordum büyüklere. Geniş bakır sininin etrafında toplanan bereketli iftar sofrasında biz çocuklara da yer vardı. Ayrılık, gayrılık olmasa da hak ederek oturmak istiyordum o sofraya. Bir an önce büyümek isteğiydi benimkisi. Yıllar sonra anlayacaktım büyümenin özenilecek, matah bir şey olmadığını…
Sahura kalkmak için birkaç başarısız girişimde bulunduktan sonra sonunda ev halkını ikna etmiş, anam tarafından sahura kaldırılmıştım. Uyku sersemi yenilen birkaç lokma yemekten çok, kalkmış olmak sevindirmişti beni. Uçuyordum adeta. Öğlene doğru uyandığımda yaşıtlarımın yanına koşturdum hemen “Bakın ben oruçluyum” diyerek. Bir süre sonra saatler geçmek bilmiyordu benim için. Yine de direniyordum. İftara birkaç saat kala annem beni kokulu üzüm toplamaya gönderdi elime bir kuiça (hasırdan yapılan küçük sepet) vererek. Büyük bir kızılağacı sarmalayan kokulu üzüm asmasına sarılıp en tepeye çıktım. Üzümün kokusu burnumun derinliklerinden girip yüreğime iniyordu. Ağaçta bir tek ben ve kızılağacın yapraklarına karışmış asma yaprakları vardı. Bir süre sonra nefsime yenik düşüp posasıyla birlikte yemeye başladım üzümleri. Ki, yenmezdi kokulu üzümün posası ama delil bırakmak istemiyordum geriye. İlk büyük günahımı işleyerek indim ağaçtan…
İçimde pişmanlık yoktu. Hiçbir şey olmamış gibi eve geldiğimde iftar sofrası kuruluyordu. Her zaman bereketli olan evimizin bakır sinili sofrası özenle hazırlanıyordu. O akşam iftar sofrasında akşam ezanını beklerken günün konusu bendim. Annem ‘’soldu yüzü baksana’’ dedi benim için. Babaannem “tutamaz dedunuz ama tutar benum uşağum” diye övgüler gönderdi. Başımı eğerek bu övgüleri hak etmediğimi bilen bir suskunlukla karşıladım söylenenleri. Benim bu suskunluğuma alışık olmayan ev halkı halimi oruçlu olmama verdi. Dedem, “baksana uşağın sesini soluğuni kesti oruç” dedi gülerek. Okşadılar başımı iftar sofrasında sevgiyle…
Ramazan’ın aç ve susuz kalmak olmadığını çok erken yaşlarda öğrendim . Ramazan, her şeyden önce sevgiydi, karşındakini anlamaydı ve barıştı. Karadeniz coğrafyasının hırçınlaştırdığı sert adamlar, Ramazan ayında başka bir kimliğe bürünürdü. Yıl içindeki kavgalar küslükler biterdi. Camide kılınan teravih namazlarında yaramazlık yaptığımız için tekme tokat dışarı atılsak da, en çok sonrasında yapılan dini sohbetlere bayılırdım. O sohbetlerde İslam alimlerinin, evliyaların hayatları anlatılırdı. İlmin; bildikçe küçülme, kibirden uzak durma ve mütevazılık demek olduğunu o sohbetlerde öğrendim ben. İlim “Öğrendikçe toprağa daha yakın olmak demekti” benim için…
Şehirde de coşkuyla karşılanırdı Ramazan ayı. Rize’nin o zamanki en ünlü sokağı Şeytan Sokağı’nda esnaf her gün biri tarafından karşılanan Ramazan sofraları kurardı. Sokağın Dosma’ya çıkan dik yokuşunda yorgancılar, çeyizciler ve sandıkçılardan oluşan esnafın en ünlüsü ve sözü dinlenen adamı yorgancı Yener Usta’ydı ki kendisi aynı zamanda mesleği başkalarına öğreten ustaların ustası olma özelliğini taşıyordu. Orta Cami’yi geçip varılan düzlükten sonra züccaciye, giysi dükkânları ve bakırcılar gelirdi. Sokağı, Kalaycı Ömer’in dükkânı sonlandırırdı. Kalaycı Ömer, küçük dükkânında ayak körüğüyle harladığı ateşiyle ölene dek baba mesleğini sürdürmüş, bakır kap kacakları kalaylamıştı. Şimdilerde kararan tencereler için “seninki daha kara” diyerek avunuyorsak, bilin ki Kalaycı Ömer gibi ustaların gün be gün yok olmasındandır. İşte bu el erbabı insanların kurdukları ramazan sofralarının ana yemeği güveçti. Bol etli güveçler Kazdal Camii’nin yanındaki fırına verilir, sofralarda kandilin yanması beklenirdi. O Ramazan sofralarında tanıdık olsun olmasın sokaktan geçen herkes buyur edilirdi. Tanrı misafirlerine soru sormak ayıptı sofralarda. İcap ederse kendisi anlatırdı. En önemlisi küçük dükkânlara yardım istemek için gelenler, eli boş gönderilmezdi. Kurulan sofraları karşılayanlar böbürlenmezdi şimdiki gibi. Şimdilerde çokça görür olduk dev pankartlarda; “Bu akşamki iftar sofrasını falanca işadamı karşıladı” diye.
Çok ayıp olan şeyleri yaşar ve görür olduk bugünlerde. Hele beş yıldızlı otellerde, lüks restoranlarda iftar sofraları düzenleme görgüsüzlüğü kimsenin aklına gelmezdi. Safların giderek keskinleşip, ateşe atıldığı memlekette, Ramazan ayının güzel şeyler getireceğini umut ediyorum. Ramazan, asla ve asla aç ve susuz kalmak değildir şiarının altını bir kez daha çizerek muhabbeti bir Karadeniz türküsüyle noktalayalım. “Oy Trabzon Trabzon, içi kalay, içi kalaylı kazan. Efkarli günlerume, merakli günlerume, geldi çatti, geldi Remezan…”
Hayırlı Ramazanlar…