Kartalkaya’da 78 kişinin hayatına neden olan yangının yarattığı şok sürüyor. Sosyal medyadaki “belgeler savaşı” o kadar karmaşık bir hal aldı ki, kendi adıma tüm sorumlu kişilerin kim olduğunu anlamaya zorlanıyorum. Umarım ki sorumlular adaletin öngördüğü gerekli cezayı alırlar. Ancak üstüne çalıştığım alanla ilgili olması hasebi ile sosyal medyadaki bir tartışma ile ilgili kanaatlerimi paylaşmak istiyorum. Ve bir sorumlu kültüre dikkat çekmek istiyorum.
Ne zaman Türkiye’de bir felaket olsa sosyal medyada kader, tevekkül ve sorumluluk kavramları etrafında tartışmalar çıkar. Bir grup felaketi ve ölümleri kadere bağlarken, başka bir grup ise kader kavramını reddederek tedbir vurgusu yapar. Mesela sosyal medyada şu mesaj yaygın olarak paylaşıldı: “İnsanlar kadere değil tedbire emanet edilir.” Elbette ki bu tartışmada kritik şey, kaderden ne kast edildiği. Farklı din ya da yaşam felsefelerin farklı kader algıları olabilir. Bir ateist bile bir çeşit kader kavramına inanabilir. Ancak ben bu yazıda genellikle Türkiye bağlamında İslami kader anlayışı esas alındığı için bu kavram üstünde duracağım. Peki bu tartışmada haklı taraf kim? Ben hem tedbir/sorumluluk kavramının hem de kader/tevekkül kavramının önemli olduğunu düşünüyorum. Dolayısı ile bu yazıda orta bir pozisyon savunmaya çalışacağım. Aslında iki tavrın da kendi bağlamı içinde insani olabileceğine de dikkat çekeceğim.
Önce kader kavramını fazla teknik tartışmalara girmeden açayım. Kelime anlamı “ölçü” olan kader, İslami bağlamda Allah’ın her şey üzerindeki ilahi bilgisini ve hükmünü ifade eder. Evrende olan her şeyin (her yerde ve geçmiş, şimdi ile gelecekte olan her şeyin!) Allah’ın kontrolü altında olduğu ve O’nun iradesine göre gerçekleştiği fikrini kapsar. Buna başımıza gelen hem iyilikler hem de bizi zorlayan imtihanlar dahildir. Kadere iman İslamın altı şartından biridir. Dolayısı ile Müslümanlar için çok temel bir inançtır. Peki bu insanın özgür olmadığı anlamına mı gelir? Tabii ki hayır. Allah’ın hükümlerinden biri, yani insanla ilgili koyduğu ölçü/kader, insanın özgür olmasıdır. Kader ile özgür iradenin bir arada nasıl işlediğine ilişkin, hem İslam düşüncesinde hem de çağdaş felsefede çok sayıda model mevcuttur. Yazıyı çok teknik hale getirmemek adına bu modellere girmeyeceğim. Zira ana mesajım için bunlara ihtiyaç yok.
Kader kavramı özellikle tasavvufta önemli bir kavram olan Tevekkül ile ilişkilidir. Tevekkül Allah’a güvenmek demektir. Kadere iman, huzuru ve Allah’a güvenmeyi (tevekkül) teşvik eder, çünkü kişi tüm olayların O’nun planı dahilinde olduğunu kabul eder. Müslümanların olaylara tevekkül ile yaklaşması beklenir. İyi ama bu, tedbir ve insanların sorumluğu ile çelişmez mi? Kanaatimce hayır. Büyük kelamcı ve tefsirci Fahreddin Razi’nin tanımı bu noktada faydalı olacaktır: “İnsanın dış sebepleri gözetlemekle beraber onlarla kalbini meşgul etmeyip, kalbini onlara bağlamayıp Allah’ın ‘İsmet’ sıfatına dayanmasıdır.” Buradaki dış sebepleri gözetme kısmı çok önemli. Dolayısı ile tevekkül, hedefe ulaşmak için gerekli olan maddi ve manevi sebeplerin hepsine başvurduktan ve yapacak başka bir şey kalmadıktan sonra Allah’a dayanıp güvenmek ve ondan ötesini Allah’a bırakmak demektir. Hz. Muhammed Tevekkülü şöyle anlatır: “Deveni bağla ve Allah’a güven (tevekkül et)”.
Müslüman bakış açısında kulluk görevlerimizi inkâr edip Allah’a havale edemeyiz. Anne/baba mesela bebeğe bakmalıdır. Allah baksın diye bırakırsa bebek ölür. Bu Allah’ın bebeğe bakmadığı anlamına gelmez, annenin sorumluluğunu reddedip yerine getirmediği anlamına gelir. Tevekkül elimizden geleni yapmamız ama bunun yetmediğinin bilincinde olup hâlâ Allah’a güvenmemiz gerektiği anlamına gelir. Bebeğimize görevimizi yapsak da bu yeterli olmayabilir. Allah’ın yardımı da lazımdır.
Tevekkül ve kader konusunu anlamada Stoacı düşünürlerin kontrol ikilemi faydalı olacaktır. Antik Stoacılar da kaderciydi. Hattâ önemli sloganlarından biri “Amor Fati” (kaderini sev) ifadesiydi. Ancak onlar da kaderin sorumluluğun reddi olmadığının farkındaydı. Bu noktada kontrol ikilemi ilkesi devreye giriyor. Bu ilke dahilinde Stoacılar olayları/şeyleri ikiye bölerler: kontrolümüz altında olanlar ve kontrolümüz altında olmayanlar. Stoacılar gerçek özgürlük ve huzurun yalnızca kontrolümüz dahilinde olana odaklanmak ve kontrolümüz dışında kalanları soğukkanlılıkla kabul etmekten geçtiğini savunur. Bunu yaparak, artık kontrol edilemeyeni kontrol etmeye çalışarak enerji harcamadığımız için gereksiz kaygı ve hayal kırıklığını azaltırız. Sınava mı gireceğiz? Elimizden geldiği ölçüde çalışacağız. Ancak kontrolümüz dışındaki konular olan sınavın zorluğu, not verme süreci veya hastalanmak gibi öngörülemeyen durumlar üstüne kafa yormayacağız. Böylesi bir kafa yorma ya da bu konuda üzülme hiçbir işe yaramayacaktır. (Konumuz Stoacılık değil ama Stoacılara göre kontrol edebildiğimiz şey çok sınırlıdır. Aslında çoğu zaman sadece zihin hallerini içerir.)
Tevekkül kavramı da benzerdir. Kişi kontrolü altında olan şeylerden kesinlikle sorumludur. Bu konuda elinden geleni yapmalıdır. Devesini bağlamalı, çocuğuna en iyi şekilde bakmalı, yangına karşı mümkün olan en iyi önlemi almalıdır. Ancak kontrolü dışında kalan kısımlarda Allah’a güvenmelidir, zira mutlaka her durumda kontrolü dışında çok sayıda parametre vardır. Ve tabii büyük resimde bir plan da vardır.
Şimdi Kartalkaya’daki trajediye geri dönelim. Otelin yanmasını kader ile izah edersek bu kimsenin sorumlu olmadığı anlamına mı geliyor? Elbette ki hayır! Olayların gidişatından belli ki ne otel sahibi ne de sorumlu yetkililer yapabilecekleri her şeyi yapmışlar. Dolayısı ile kader kavramına atıfla onları aklamamız mümkün değil. Ve onları sorumlu tutmak için de kader ya da tevekkül kavramlarını da inkâr etmemize gerek yok.
Ancak bugünden baktığımızda da, ne yazık ki bu trajediyi önlemek için yapabileceğimiz bir şey artık yok. Dolayısı ile bazı insanlar kader kavramı ile kendilerini ya da arkadaşlarını sakinleştirmeye çalışabilirler. Bu normal insani bir davranıştır. Stoacılar bunun sağlıklı olduğunu söyleyecektir; sonuçta geçmişi kontrol edemeyiz. Olanı kabul etmemiz bizi rahatlatacaktır. Bazı okuyucular bu noktada Stoacı perspektifi biraz soğuk bulabilir ve Aristotelesçi bir safta durup dozunda bir acı ve yasın insani/adil tavır olduğunu söyleyebilir. Bu da anlaşılır bir duruştur. Ancak hem tevekkül kavramının, hem de Stoacı kontrol ikileminin bize hatırlatacağı önemli dersi unutmamak lazım (Aristoteles de buna katılacaktır): kontrolümüzde olana odaklanmayı ihmal etmemeliyiz. Ve kısmen kontrolümüzde olan iki önemli şey var. Birincisi, sorumlulara ceza vermek yetkililerin kontrolünde. Ceza vermek için geç değil. İkincisi de bir daha böyle trajedilere engel olmak için önlem alınmasını sağlamak. Bizim toplumumuz ne yazık ki çoğu zaman, gayet insani ve anlaşılır bir tavır olan duygusal tepkilerde kalıp, kontrolümüz altındaki bu konularda ne yapabileceğine odaklanmıyor. Çoğu zaman enerjimiz bu duygusal tepkilerde harcanıyor, ötesine geçmiyor. Oysa ötesi çok önemli.
Yazıyı bitirmeden önce bu trajedi ve çok sayıda trajedide parmağı olan toplumsal bir fenomene/kültüre dikkat çekmek istiyorum: Yerli ahlâksız kapitalistler. Batının iyi yönlerini alalım tartışması nedense hep bilim ya da düşünce ile ilgili konuşuyor. Oysa bunun çok daha ilginç yönleri var (önümüzdeki günlerde birkaç boyutuna değineceğim). Mesela bazı iş insanlarımız Batı’dan en uç kapitalizmi aldı. Uç diyorum çünkü kapitalizmin türleri var. Uç kapitalizm derken ne kast ediyorum? Kâr için her şeyi mübah gören bir kapitalizm. Kârı insan refahının önüne koyan bir kapitalizm. Kısaca buna ahlâksız kapitalizm diyorum. Bizim topraklarda bu kapitalizm türünü benimseyen ciddi bir iş insanı zümresi çıktı. Ahlâksız kapitalist ev yaparken orada oturacakların refahını düşünmez. Amaç kârı maksimize etmektir; gerekirse yamuk yumuk odalar yapılır, deprem güvenliği hiçe sayılır, en çok oda ve daire getiren plan tercih edilir. Ahlâksız kapitalist olarak gıda mı üretiyorum? Bunu tüketeceklerin sağlığı değil, kâr önemli. Kârı en çok ne maksimize edecekse o kullanılmalı, isterse sağlıksız olsun. Otel mi yapıyorum? Otele daha çok ne müşteri çekecekse, oda fiyatını ne artırırsa onu yaparım. Yangın önlemleri ne müşteri çeker ne de fiyatı arttırır. Dolayısı ile ona para harcamaya gerek yok!
Aslında kader kavramında çok, bence bu iş modelinin (ahlâksız kapitalizmin) İslâmîliğini tartışmamız lazım. Tabii ahlâkîliğini de. Ahlâksız kapitalistler yasa da tanımaz, rüşvetin haramlığını da tanımaz; dolayısı ile bunlarla mücadele, etkin ve çok katmanlı/taraflı denetlemeleri gerektirir. Ancak buna geçmeden önce biz toplum olarak bu kültürü tanımalı ve sorumlu tutmalıyız. Bu kazanın tek sorumlusu bu otelin sahibi ya da ona göz yuman yetkililer değil. Aynı zamanda bir kanser gibi toplumda yayılan ahlâksız kapitalizmdir. Bu kültür ifşa edilmeden, özel önlemler almadan ve etkin bir şekilde mücadele etmeden, daha çok böyle trajedi görürüz, ne yazık ki.