Bir akademisyen olarak bir süredir üniversitelerin geleceği ve medeniyet iklimine sundukları katkı hakkında bendişeliyim. Endişeliyim ifadesi eksik; çok endişeliyim. Beni endişelendiren yapay zekâ devrimi ya da beyin göçü değil. Entellektüel gücü yüksek bir üniversite bunları kolaylıkla atlatabilir. Beni asıl endişelendiren işte tam da üniversitelerin beyin ölümü/entellektüel ölüm gerçekleştirmesi riski. Bu yazıda, bu konu hakkındaki endişelerim üzerinde siz kıymetli okuyucular ile düşünmek istiyorum. Yazım iki kısımdan oluşacak; birincisi küresel bir analizi içerecek. İkincisi ise medeniyetimiz gözünden olaylara yaklaşacak.
Önce küresel analizle başlayalım. Bu yazımın başlığı bana ait değil. Bundan tam 10 yıl önce meşhur edebiyat ve kültür teorileri uzmanı Terence “Terry” Eagleton’ın kaleme aldığı “Üniversitenin Yavaş Ölümü” makalesinden alınma. Eagleton bu yazısında, kendine özgü o meşhur hiciv içeren üslubu ile, üniversitenin geleceği ile ilgili benim de duyduğum endişelerin önemli bir kısmını aktarıyor. Ne yazık ki ben onun kadar usta bir kalem değilim, dolayısıyla bu endişeleri kuru bir üslupla kısmen kendi bakış açımdan aktaracağım.
Eagleton bu makalesinde üniversitelerin nasıl entellektüel ve kültürel kurumlar olmaktan çıkıp neoliberal ekonomik çıkarlara boyun eğen kurumlar haline geldiğine dair güçlü bir eleştiri sunuyor. Eagleton öncelikle üniversitelerin geleneksel misyonunu hatırlatmakla başlıyor. Üniversiteler öğrenmenin, eleştirel düşüncenin ve bilginin kendisinin bir değer olarak kabul edilip peşinden koşulduğu kurumlardı. Üniversiteler bir zamanlar entellektüellerin büyük felsefi, etik ve sosyal sorularla ilgilenebilecekleri yerler olarak işlev görüyordu. Burada bilgi ve derin düşünceye, anlık pratik çıkarlardan daha çok önem veriliyordu. Üstelik tam da bu teşvik ediliyordu. Aşağıda bizim medeniyetimize döndüğümde değineceğim gibi, bizim medreselerde de durum farklı değildi.
Ancak daha sonra durum değişmeye başladı. Üniversiteler geleneksel misyonlarını yavaş yavaş terk etmeye ve “şirketleşmeye” başladı. Bu dönüşümün birkaç temel nedeni var. Önemli bir neden, akademik kurumlarda piyasa güçlerinin ve şirket finansmanlarının önemli hale gelmesi. Bunun sonucunda üniversiteler bağımsız düşünürler yetiştirmek yerine, ekonomiye hizmet etmek üzere tasarlanmış beceri temelli eğitime doğru kaydı. Diğer bir önemli neden, üniversitelerin gittikçe bürokratikleşmesi ve mali büyümeye odaklanması.
Eagleton’ın (ve tabii benim) en büyük kaygılarından biri, bu değişimin, anında finansal getiri sağlamadıkları için giderek daha fazla feda edilebilir olarak görülen beşerî bilimleri nasıl orantısız bir şekilde etkilediğidir. Bir zamanlar üniversite eğitiminin çekirdeğini oluşturan edebiyat, felsefe, teoloji ve sanat; mühendislik, psikoloji ve işletme gibi doğrudan ekonomik uygulamaları olan diğer disiplinler lehine bir kenara itilmektedir. Aynısı, bir oranda teorik fizik gibi kuramsal alanlar için de söylenebilir. Bu Türkiye’de daha da ürkütücü, çünkü bizde beşerî bilimler, sosyal bilimlerle aynı sanıldığı için onlarla aynı çatıda okunuyor.
Bu noktada mühendislik, işletme ve diğer uygulamalı bilimlerin önemli olduğunu vurgulamak isterim. Buradaki temel eleştiri bunların önemsiz olduğu değildir. Tam tersine, kanaatimce çok önemlidirler. Buradaki temel eleştiri beşeri bilimlerin gözden çıkarılmasıdır. Yoksa uygulamalı bilimlerin gözde olması değildir.
Peki beşerî bilimlerin çöküşü neden bizi endişelendiriyor? Eagleton’un da dikkati çektiği gibi beşerî bilimler eleştirel düşünceyi, ahlaki muhakemeyi ve tarihsel farkındalığı geliştiren disiplinlerdir. Bunun sonucunda, iyi işleyen bir toplum ve medeniyet için olmazsa olmazdırlar. Aşağıda dikkat çekeceğim gibi, Batı emperyalizminin baskısı altında otantikliğini/özgünlüğünü korumaya çalışan toplumlar için bu disiplinlerin önemi çok daha büyüktür. Ancak, ekonomik rasyonalitenin hâkim olduğu bir dünyada bu disiplinlere gereken önem verilmemekte, bu da üniversitelerdeki varlıklarını aşındıran fon kesintilerine ve müfredat değişikliklerine yol açmaktadır.
Eagleton, bilginin artık bir kamu ürününden ziyade bir meta olarak görüldüğü kanaatindedir. Üniversiteler giderek işletmeler gibi işlev görmekte, eğitimi artık müşteri gibi görülen öğrencilere satmaktadır. Bu ise artık akademisyenlerin özgür kalamadığı anlamına geliyor. Akademisyenler artık ne yazacaklarına kendileri karar veremiyor; çoğu zaman “ekonomik-kârlı” araştırmalar yapmak zorunda kalıyorlar. Bazen kurumlar akademisyen üzerinde hangi konularda yayın yapması, ya da ne formatta yayın yapması gerektiği konusunda baskı kurabiliyor. Bu ise akademik özgürlüğü ciddi mânâda tehlikeye atıyor. Eğitimin artık içsel bir değeri yok gibi davranılıyor, işe yerleştirme ve maaş ana ölçek olarak görülüyor.
Eagleton’un işaret ettiği bir başka sorun da yönetimselliğin yükselişi. Bir zamanlar her disiplinde o alanın akademisyenleri karar verirken, artık akademi dışı ya da alan dışı müdahaleler çok daha güçlü. Akademik katkılar anlamları ile değil, sayısal çıktılara öncelik veren performans ölçütlerini merkeze oturtan yaklaşımlarla değerlendiriyor. Bu da yine yayınların genelde kitap olarak sunulduğu, geniş kitleleri etkileyen ve zamanla etkisi artan beşerî bilimler yerine, mühendislik ve işletme gibi teknik makale merkezli yayınların daha çok kıymet görmesine neden oluyor. Beşerî bilimciler, sosyal bilimci olmaya zorlanıyor. Genç akademisyenler kısa dönemli sözleşmelerle hızlı sonuç almaya zorlanıyor. Bu da derin araştırmalar yapmaya engel oluyor.
Akademinin dili de değişiyor. Yeni moda sözcükler İnovasyon, Verimlilik ya da İstihdam Edilebilirlik. Bunlara karşılık Hakikat, Hikmet, Adalet, Entellektüel Arayış gibi kavramlar ise gittikçe “geri kafalı” akademisyenlerin kullandığı kavramlar gibi algılanıyor.
Bu noktada “bize ne, siz beşerî bilimciler düşünün” diyebilirsiniz. Eagleton, bu dönüşümün sadece akademik bir sorun değil, daha geniş bir kültürel ve siyasi sorun olduğu konusunda uyarıyor. Üniversiteler tarihsel olarak kültürün sorgulanmasında ve toplumsal değişimin şekillendirilmesinde kritik bir rol oynamıştır. Üniversiteler entellektüel bağımsızlıklarını kaybederse, toplum bir bütün olarak ideolojik kontrole ve ekonomik determinizme karşı daha savunmasız hale gelir. Toplumlar teknik bilgisi yüksek, ama bilgelikten yoksun bireyler tarafından domine edilir. Düşünürler yerini Musk gibi bireylere bırakır, devletlerde demokratik değerler zayıflar. Birazdan bahsedeceğim gibi, bizim gibi otantik varlığını sürdürmek için mücadele eden toplumlarda ise üniversitenin ölümü daha trajik sonuçlara yol açar. Açayım.
Şimdi yazımın ikinci kısmına geçeyim. Biz belli noktalarda Avrupa ve Amerikan kültüründen ayrışan bir medeniyetiz. Bu farkımız elbette teknoloji, fen bilimleri ya da şirket stratejilerimizde açığa çıkmıyor. Buralar zaten kültürün ya ikincil olduğu, ya da önemsiz olduğu alanlar. Bizim biyolojimiz ya da atomlarımız farklı değil. Dolayısı ile fiziğimiz, biyolojimiz ya da mühendislik uygulamalarımız aynı olacaktır. Ama beşerî bilimler farklıdır. Teoloji, felsefe, tarih ya da edebiyat medeniyetlerin perspektifini yansıtır. Bu perspektifler gittikçe küreselleşen ve Batı emperyalizminin etkisi altındaki dünyada kaybolma riski ile karşı karşıya. Bu riskle mücadeleyi ben önemli buluyorum. Bu, bilim ve evrensellik düşmanı olmak değildir; medeniyet olarak otantik varlığını koruma mücadelesidir. Ama mühendislik, işletme ya da ekonomik kâr hedefleyen diğer disiplinleri ön plana alıp beşeri bilimleri zayıflatmak, bu mücadelenin entellektüel kalesini yıkmaktır. Böylesi bir durumda kültürel savaş baştan kaybedilmiştir. İşte benim, İngiliz düşünür Eagleton’dan daha endişeli olmamın sebebi bu. Eagleton’un 10 yıl önce hissettiği iklim değişimini, ben bizim topraklarda bugün hissediyorum. Biraz açayım.
Eagleton’un endişelerine katılıyorum. Ama Müslüman bir düşünür olarak başka söyleyeceklerim de var. Bizim için bilgi/ilim Allah’ın kutsal bir emanetidir. Kendi başına değerlidir. Peygamber efendimiz bize onu aramanın her insan için farz olduğunu bildirir. Bilgi asla sadece maddi bir meta olarak görülemez. Neo-liberal düşüncenin bilgiyi ekonomik faydaya indirgeme anlayışı bizim medeniyete yabancıdır. Ya da yabancıydı mı demeliyim? Pazarlanabilen beceriler pahasına entellektüel sorgulama ve teorik bilgileri terk etmek, ne yazık ki bizde de trend olmaya başladı.
Bizim medeniyette beşerî bilimlerin, teknik disiplinlerin yerini dolduramayacağı eleştirel düşünmenin, önemli bir rolü daha vardı: ahlaki ve manevi gelişim için önemli bir değer olması. Farabi, İbn Sina ya da Sufiler felsefeyi sadece soyut bir entellektüel egzersiz olarak değil, ahlaki bilgeliği geliştirmenin bir aracı olarak görmüşlerdi. Bizde eğitim kurumları sadece entellektüel titizlik vermekle kalmaz; karakter gelişimine de olumlu etki etmeye çalışır. Daha net bir ifade ile, bizim medeniyetimizin perspektifinde eğitim sadece istihdam sağlamaz. Tek amaç kesinlikle çıkar maksimizasyonu arayan bireyler yetiştirmek değildir. Tam tersine; bilgiyi ahlaki açıdan kendini mükemmelleştirme ve topluma hizmet etme aracı olarak arayan, ahlaki açıdan dürüst bireyler yetiştirmek çok ama çok önemlidir. Diğer bir deyişle, bizim vizyonda hikmet olmazsa olmazdır. Bu ise, üniversitelerin özel bir iklim oluşturmak için mücadelesiyle mümkündür. Peki biz bu iklimin arka planını besleyecek entelektüel disiplinleri yaşatıyor, geliştiriyor ve onlara özen gösteriyoruz muyuz? Onlarla ilgili endişe duyuyor muyuz?
Eleştirel düşünce boyutu da bizim için çok daha önemli. Felsefe, teoloji, edebiyat ve tarih, medeniyetin inşası ve muhafazasında kritik rol oynar. İyi felsefecileri, teologları, edebiyatçıları ve tarihçileri olmayan bir toplum, başkalarının yaptığı felsefe ya da yazdığı tarihle yaşar. Böyle bir toplum ekonomik ya da teknolojik olarak bağımsız olsa bile, kültürel olarak bağımlı olmaya mahkûm olur. Medeniyet olarak otantikliğini yani özgünlüğünü kaybeder.
Bir akademisyen olarak benim hissiyatım, ülkemizde de beşerî bilimlerin zayıfladığı yönünde. Mühendislikler ve tıp fakülteleri olan üniversitelerde, bunlar üniversiteyi domine ediyor. Diğer taraftan, ülkemizde sosyal bilimler ile beşerî bilimler ayrımı çok iyi anlaşılmadığı için, mühendislik olmayan üniversitelerde de işletme, psikoloji ya da iktisat gibi sosyal bilimler beşeri bilimleri domine ediyor. Doğası gereği atıf sayıları ve makale yazım adeti daha yüksek olması açısından sosyal bilimler daha yüksek teşvik alıyor, daha kolay akademik yükseltme koşullarını sağlıyor, daha çok fon çekiyor. Sadece alana hâkim bir avuç adamın okuyacağı ve muhtemelen 20 yıl sonra unutulacak teknik makaleler, endekslerde yer aldıkları için, uzun vadede daha etkili olacak kitaplara tercih ediliyor. Beşerî bilimlerde yazan akademisyenlerin de bu yola girmesi sağlanmaya çalışılıyor. Ne yazık ki ülkemizde akademik kurumlar bile bu iki ayrı disiplinin doğası ve çıktılarının farklı olduğunun farkında değil.
Endeksli yayınlar ve atıflar, elbette ki belli disiplinlerde çok önemli. Ama bazı disiplinlerde, özellikle de beşeri bilimlerde daha az önemli. Çoğu zaman böylesi yayınlar yapmak, hakim paradigmaları esas almayı, atıf almak için Batı akademisini domine eden konuları çalışmayı gerektiriyor. Elbette bunu yapanlar olmalı. Ama yapmayacak olanlar da olmalı mı? Cevap evetse, peki sistem bunlara izin veriyor mu? Sistem hakim Batı paradigmasına karşı çıkacak, otantik çalışmalara açık mı? Örnek vereyim; İslam iktisadına, Marksist iktisada ya da ortodoks olmayan diğer iktisatların önemine vurgu yapanlar var. İyi ama mevcut sistemde ortodoks olmayan iktisat çalışan birinin mi, yoksa geleneksel iktisat çalışan birinin mi önü daha açık? Hangisi daha yüksek endeksli dergilerde yayın yapabilir, daha çok atıf alabilir? Yani biz ülkece hangisini teşvik ediyoruz? Biz hangi disiplinleri teşvik ediyor, hangilerini dışlıyoruz?…
Daha söyleyecek çok şey var. Ama uzatmamak adına burada bırakayım; umarım bir nebze endişelerimi aktarabildim. Yazıyı ibretlik iki hatırlatma ile bitirmek istiyorum. Kuran’ın savaş zamanında bile, yani varoluşsal açıdan en zayıf olunan zamanda bile, herkesin savaşa gitmemesi, bilgi ile meşgul olacak insanlar olması gerektiğini emretmesi ibret vericidir (9-Tevbe 122). Savaş zamanında bile sadece bilginin peşinde koşanlar olmalıdır. Bizim medeniyetin yolu budur. Yine peygamber efendimizin, ekonomik çıkarın eğitimi esir alma tehlikesinde olduğu çağımızda şu sözü düşündürücüdür: “Âlimler peygamberlerin varisleridir. Peygamberler geride altın ya da gümüş bırakmazlar ama ilim bırakırlar.”