Ana SayfaYazarlarDemokrasiyle terbiye edilmemiş bir milliyetçilik

Demokrasiyle terbiye edilmemiş bir milliyetçilik

 

[1 Ocak 2020] İki gün oldu. Hâlâ, şu sözlerin nasıl olup da sarfedilebildiği; ya da (a) söylediğine gerçekten inanarak mı, yoksa (b) zerrece inanmaksızın, oyun oynarcasına, amaç uğruna en ucuz yalanları dahi mübah gören Makyavelist bir ahlâküstücülükle, profesyonel bir katil soğukkanlılığıyla mı telâffuz edildiği üzerine kafa yormaktan kendimi alamıyorum:

 

“… batıcı asimilasyonun etkisiyle buna []Kanala] karşı çıkacağınıza yurtsever bir yaklaşım geliştirin, destek olun, yoksa siz bu Ülke’ye ait değil misiniz? Belki de değilsiniz, o zaman şunu düşünün, siz kimsiniz?”

 

Cevap vereyim: Ben son derece bu ülkeye aitim. Türkiye’nin Kanal İstanbul’a karşı olan sade bir vatandaşıyım. Sırf bu nedenle, benim görüşüm (ve görüşlerim) de en az bu mütecaviz satırları yazan zâtın görüşü (ve görüşleri) kadar meşru ve saygıdeğer. Fakat biraz daha gidelim. Son otuz yıldır, sorulduğunda kendini sol-liberal veya sol-demokrat diye tarif eden bir aydınım. Hayatını kafa emeğiyle kazanan bir öğretim üyesiyim. Bir tarihçiyim. Bunun da getirdiği bazı sonuçlar var. Gerek hayat tecrübem, gerekse mesleğim itibariyle, kendi duruşunu biricik doğru sayıp başka her şeyi ve herkesi dışlamaya kalkan totalitarizmlerin dünyaya ve bizzat kendi ülkelerine nelere malolduğunu bilmek durumundayım.

 

Yukarıya aldığım satırlarda, tam böyle bir totalitarizm somutlanıyor. Geçmişteki örnek veya tezahürlerine bakarak, ister Faşizm, ister Nazizm, ister Komünizm deyin. Hepsinden esintiler taşımakta. Zaten aşırı kutuplaşmış bulunan siyaset sahnesini, büsbütün zıvanadan çıkarmaya meylediyor. Onun için sırf kendimi değil, bütün toplumu, vatanımı, güzel memleketimi bu düşünsel vahşete karşı savunmak amacıyla ben de iki çift lâf etmek ihtiyacını duyuyorum.

 

Fransız Devrimi “hürriyet, müsavat, uhuvvet” (liberté, egalité, fraternité) sloganıyla sahneye çıktı. Öztürkçesi özgürlük, eşitlik, kardeşlik olacaktı. İlk başta bu üç unsur çelişkili görülmedi. Hepsi birden olabilir sanıldı. Zamanla, aynı anda maksimum düzeyde gerçekleşemeyecekleri görüldü. Bir ayrışma yaşandı. Buradan, karşılıklı etkileşim ve mücadeleleriyle 19. ve 20. yüzyıl siyasetine şekil veren üç büyük ideoloji doğdu. Liberalizmin anahtar sözcüğü özgürlük, sosyalizmin anahtar sözcüğü (sosyo-ekonomik anlamda) eşitlik, nasyonalizmin ya da milliyetçiliğin anahtar sözcüğü (uhuvvetten türetilen) birlik oldu.

 

Başka bir deyişle, sosyalizm açısından eşitlik, milliyetçilik açısından birlik, özgürlüğün önüne çıkarılabilir değerler haline geldi. Bu uğurda çok büyük bedeller ödendi. 1917’den 1989-90’a Sovyetler Birliği’nin trajedisi, özgürlüğü eşitlik hülyasına feda etmenin acı sonuçlarına tanıklık etti. 1922-45 arasında İtalya ve 1933-1945 arasında Almanya, özgürlüğü mutlak birlik arayışına feda etmenin dehşetini yaşadı.

 

İster Stalin’in, ister Mussolini’nin, ister Hitler’in (ve onlardan esinlenen, Türkiye’nin Tek Particileri dahil daha nicelerinin) şans tanımadığı demokrasi, bazı Batı ülkelerinde liberalizm üzerinden yükseldi ve tutundu. İkisi aynı şey değildi, ama biri diğerini (özgürlük vurgusuyla liberalizm, demokrasiyi) mümkün kıldı. Evet, uzun, zor ve zigzaglı süreçlerden geçti. Ama sonunda, iyi kötü bir demokrasi vücut buldu. Bu arada, gerek muhalefetteki sosyalizmin, gerekse muhalefetteki milliyetçiliğin, bu demokrasiye bir şekilde intibak etmesi gerekti. İlkesel planda karşıydılar çünkü. Sadece “kendilerine demokrat”tılar, zira aslında demokrasiden yararlanarak demokrasinin yerine başka bir şey getirmek istiyorlardı. Bir yandan, bütün yasal olanaklardan yararlanacaklar, diğer yandan genel olarak özgürlüğü savunmayacak ve hattâ icabında hukuk devletini zerrece tanımayabileceklerdi. Komünist terminolojide bunun hayli ayıp ve utanmaz bir adı bile vardı; düpedüz “legalitenin [= demokrasinin] istismarı” denmekteydi.

 

Bu açıdan milliyetçiliğin durumu özellikle incelenmeye değer. Birlik ile özgürlük, prensip olarak karşı değerlerdi (ve bugün de öyledir). Özgürlük, farklılığın ve çeşitliliğin kabulünü gerektirir. Toplumda elbette değişik görüşler olacak; bunlardan az ya da çok kapsamlı platform ve programlar türeyecek; en azından bir kısmı ayrı ayrı partiler halinde örgütlenecek; hukukî ve siyasî eşitlik çerçevesinde birbirleriyle rekabete girecektir. Buna karşılık milliyetçiliğin birlik anlayışı ise limitte, farklılık ve çeşitliliği reddeder; milletin bölünmez bütünlüğünü, dâvâ, beka veya millî çıkarlar etrafında yekvücut olmasını talep eder.

 

Burada kritik mesele, millet adına kimin konuştuğu; o dâvâyı, bekayı veya millî çıkarları kimin belirlediğidir. Örneğin 1920-1933 arasında Nazilerin Weimar Cumhuriyeti’ndeki konumuna bakalım. Almanya’nın millî dâvâsının ne olduğunu sadece kendileri bilmektedir, yani Hitler ve Nazi Partisi. Demokrasi, milletin farklı görüş ve çıkarlar arasında bölünmesine yol açtığı için yanlış ve zararlıdır. Demokrasinin zaaflarını suiistimal ederek güçlenir ve sonunda iktidara gelip demokrasiyi tümüyle yokederler. Sonra da beka ve dâvâ diye diye dünyayı savaşa sürükleyip, çıkarlarını sadece kendilerinin savunduğunu iddia ettikleri ülkeyi mahvolmanın eşiğine getirirler.

 

Dolayısıyla demokrasi ile milliyetçilik ancak gerilimli ve çelişkili bir şekilde bir arada yaşayabilir. Tabii ideolojik milliyetçilik, siyasî planda birden fazla akım ve parti kılığına bürünebilir. Örneğin tepedeki bir Tek Parti milliyetçiliği, ülkenin ve rejimin genel çizgisi itibariyle demokrasiyi ve hukuk devletini güdük bırakabilir. Aynı anda, tabandaki bir pleb veya sokak milliyetçiliği, demokrasinin sınırlarını sürekli zorlayabilir; rakiplerine gerek mânen, gerekse fizikman saldırıp sindirmeye kalkışabilir; bu ve benzeri yollarla kendine hukuk dışı bir özerklik sağlayabilir. Türkiye’de 1940’ların DTCF dâvâsı, ya da Ülkü Ocaklarının 1960’lar ve 70’lerdeki faaliyeti, ikinci patikaya örnektir.

 

Onyıllara yayılan bu çok gelgitli mücadele, ne tür sonuçlar üretebilir? (a) En aşırı biçimleriyle milliyetçilik üstün gelir. Ya demokrasiyi büyük ölçüde içerden ele geçirir ve bozup buruşturur, dejenere eder. Ya da toptan yıkar ve dümdüz eder. (b) Tersi, demokrasinin milliyetçiliği (veya milliyetçilikleri) adım adım terbiye etmesi; çok-görüşlü, çok-kültürlü, çok-partili yaşamın ortak uygarlık kurallarını sindirmiş, içselleştirmiş hale getirmesidir.

 

İki gündür konu etmekte olduğum bir tweet’in, Kanal İstanbul’u savunmayı yurtseverlikle, karşı çıkmayı ise bu ülkeye ait olmamakla özdeşleştiren cümleleri, demokrasi tarafından terbiye edilmemiş, demokrasiyle uzlaşmak istemeyen, demokrasinin asgarî koşullarını aşındırıcı, demokrasiyi içerden bozup buruşturmaya çalışan bir milliyetçiliği yansıtmaktadır.

 

- Advertisment -